“Devletin dini adalet, yöneticinin dini emaneti gözetmek ve ehline vermektir.”

Söyleşi: Prof.Dr. Ömer DİNÇER

Söyleşen: Hatice İ. ERDEM

Fotoğraf: Fatih ARSLAN

 

 

Emaneti ehline vermek” ne demek ve günümüzde ayrı bir anlam taşıyor mu?

 

Ehliyet kavramı  öncelikle kişinin sahip olduğu bilgi, yetenek ve tecrübeye vurgu yapar. Ancak bu özellikler bağımsız değildir ve iş ile doğrudan ilişkilidir. Başka bir ifadeyle, ehliyet yapılacak olan işin gerektirdiği bireysel bilgi, yetenek ve tecrübeyi kapsar. Burada işin gereği şartının altını çizmek lazım.

Doğrusunu söylemek gerekirse, tarihi süreç içerisinde maalesef “emaneti ehline verme” düşüncesi ve uygulaması,  işle bağı çok fazla kurulmadan yapılmaktadır. Geleneksel uygulamalarda ehliyet denilince, daha çok basiret sahibi, dürüst, açık sözlü, sır saklayan ve dindar bir insan tanımı yapılır.

Neredeyse literatürde ve özellikle siyasetnâmelerde “emaneti ehline veriniz” tavsiyesi yapılırken, dile getirilen insan vasıfları işin bir fonksiyonu olarak ele alınmaz, ahlâki ve sosyal özellikler olarak düşünülür. Hatırladığım kadarıyla, emanetin ne olduğunu tanımlayan ve işe bağımlı bir değişken olarak düşünen bir tek İbn Teymiyye var. Bu sorunu daha çok modern bilim çözmüştür. Modern bilim ehliyeti doğrudan doğruya işe bağlı bir fonsiyon olarak tarif eder.

Ancak işe ehil olmak sadece “ehliyet” kavramıyla tanımlanırsa eksik kalır. Ehliyetin yanında bir de “liyakat" söz konusudur. Liyakat ise işi yapan insanın sosyal ve idari kabiliyet ve kapasitesine işaret eder. Kişinin insani ilişkileri, dahil olduğu sosyal yapıya ve birlikte çalıştığı insanlarla uyumu, takım üyesi veya lideri olabilme niteliği vb. hususlar liyakatin kapsamına girer.

Ayrıca bu iki grup niteliğe ahlâkı da eklemek gerekir. Çünkü beşeri ve sosyal içerikte ahlâk olmadan, ister kamu olsun ister özel olsun bir görevi başarıyla yerine getirmek söz konusu olmaz. Bazıları ahlâkı liyakatin içinde değerlendirir. Bu yanlış bir yaklaşım değil ancak günümüzde yaşanan ahlaki yozlaşma ve sorunlar nedeniyle konuyu ayrı başlık haline getirme gereği duydum.

Tam bu noktada, sözü edilen ahlâkın; bireysel bir ahlak değil, kurumsal veya kamusal bir ahlak olduğunu vurgulayalım. Bireysel olarak ahlak kuralına uyarsanız şahsi gelişiminize katkı sağlar. Kamusal veya kurumsal ahlaka uymak ise genel çıkarları özel çıkaraların üstünde tutacağı ve toplumu geliştireceği için daha önemlidir. Trafiğin olduğu bir kavşakta kırmızı ışıkta durmak devlettin koyduğu ama sizin kaza yapmamak veya başkalarının tepkilerini çekmemek için uyduğunuz bir kuraldır. Trafiğin olmadığı bir kavşakta kaza veya tepki ihtimali olmadığı halde kırmızı ışıkta durmak, size aptalca gelse bile, kamusal bir ahlaktır. Bu kişisel çıkarlardan arınmış ve genel çıkarları üstün tutan bir tavırdır. Görev başında değilken trafik kuralına uymayan veya kırmızı ışığı ihlal eden tanıdığına ceza kesmeyen polis memurunda kamusal ahlak yok demektir. Hal böyle iken rüşvetle hataya, suça göz yumana ne söylenebilir?

 

Geleneksel devlet yapısı ile modern devlet yapısını kıyasladığınız “Siyasetnameleri Yeniden Okumak” adını taşıyan eserinizde yöneticiyi akıl, bilgi ve ahlâkla; yönetimi ise adaletle tanımlıyorsunuz. Bu tanımı biraz açar mısınız?

 

Yusuf Has Hacib yöneticinin sahip oması gereken özellikleri belirtirken akıl, bilgi ve ar duygusu(haya)ndan söz eder. Ben biraz geniş ifade ettim ve ahlâk kavramını kullandım. Gerçekte bir yöneticide aranacak vasıflar günümüzde daha farklı belirtilir. Dolayısıyla önceki özelliklere karizma, vizyon ve başarı da eklenebilir.

Yönetimin öncelikli bir tek amacı vardır: Adalet ve güven. Daha sonra demokrasi, insanların hak ve özgürlüklerini kullanmasının kolaylaştırılması, refah, huzur ve güvenlik gibi hususlar sayılabilir.

 

Emaneti ehline verme konusunu açıklarken, “sadakat” kavramına hiç değinmediniz. Öyleyse sadakat bu uygulamanın neresinde yer alıyor? Biliyorsunuz son zamanlarda “sadakat” kamu görevi için öne çıkan kavramlardan biri oldu?

 

“Emaneti ehline verme” veya “işe uygun adam” uygulamasında sadakat ayrı bir özellik olarak ortaya çıkmaz. Gerçekte bu durum liyakatin içinde mündemiçtir. Buna göre sadakat hakka, hukuka ve örgüt amaçlarına bağlılık olarak anlaşılmalıdır.

Günümüzde sadakat vurgusu daha çok lidere bağlılık olarak yapılıyor. Gerçekte işin ehli olana liderin ihtiyacı varken, vasıfsız olanın lidere ihtiyacı olur. Vasıfsız kişi birilerinin desteği veya himayesinde göreve gelince, şahsi bir minnet oluşur. Bu açıdan sadakat, göreve getirilen kişiye zımnen, “ehil olmadığınız halde sizi bu göreve getiren kişiye bağlı kalınız” anlamı taşır. Ayrıca ehil olmayan kişi göreve geldiğinde işin gereğini, kendisini bağlayan hukuki düzenlemelerin kapsamını ve yaptığı eylemin sonuçlarını bilemeyeceği için, kendini göreve getirenlerin kanuna ve hizmet amaçlarına uygun olmayan tavsiye ve talimatlarına açık haldedir, onlara olan güveni nedeniyle de söyleneni yapar. Zaten o göreve getirilmesinin amacı da budur. Yoksa orada olamayacağı açıktır.

Sadakat konusunda özellikle dindar kesimde zihni bir karmaşa var. Geleneksel yönetimlerde devlet hükümdara aittir. Kamu görevi tamamiyle hükümdarın uhdesindedir ve onlardan bir kısmını başkasına yaptırmak istediğinde, göreve gelen kişi ona sadık kalmak zorundadır. Halbuki çağdaş dünyada, devletler ayrı bir kişilik kazanmıştır. Bu tüzel yapı bağımsızdır ve kamu yöneticileri bu yapı içinde geçici bir süreyle görev yapar. Bu görev ve kullandığı yetki geldiği makama aittir, görevden ayrılınca sona erer. Bu durumda sadakat o makamı oluşturan, görev ve yetkilerini tanımlayan kanuna yöneliktir, kişilere değil. Yöneticilere sadakat nedeniyle yapılan bu yetki, görev veya sorumlulukların dışındaki uygulamalar en azından usulsüzlük kabul edilir. Hatta bazen yolsuzluğa kapı aralar. Yüzyıllar önce bu hususa dikkat çeken Tao (Lao Tzu) “devlet yönetimi karanlık işlerle yozlaşmışsa, sadık yöneticilerin artacağını” belirtir.

 

Bu durumda sadakat ile itaat birbirine mi karıştırılıyor? Anladığım kadarıyla bazılarının sadakatten kastı “yöneticinin şahsına kayıtsız şartsız itaat” anlamına geliyor.

 

Gerçekte sadakatin hakka, hukuka ve ideallere bağlılık olduğunu tekrarlayalım. Ama itaat, yöneticilerin emir ve talimatlarına uygun davranmak demektir. Dostluk ilişkisi bile böyle değil midir? Dostluğunuza bağlılık gösterirsiniz, ama arkadaşınızın yanlışını onaylamaz, onunla aynı yanlışı yapmazsınız, hatalarını görünce ikaz edersiniz. Belki farkında değiller ama, bazılarının sadakatten anladığı, zımnen kayıtsız şartsız itaat edilmesidir. Halbuki bu yaklaşım hem İslâm’ın hem de modern devletin yönetim anlayışı ile bağdaşmaz.

Tüm İslâm dünyasının sadık olduğuna şahitlik ettiği Hz. Ebubekir, Hz. Peygamber’e zaman zaman “Ya Rasulallah! Bu sizin fikriniz mi yoksa, vahiy mi?” diye soruyordu. Peygamber efendimizin vefatından hemen sonra “Muhammed’e tapıyor idiyseniz, o öldü. Ama Eğer Allah’a inanıyorsanız O Bakî’dir, bizler O’na iman ettik” mealinde hitap eden de odur.

Ayrıca kayıtsız şartsız itaat ne Kur’an-ı Kerim’in mesajlarında ne de Hz. Peygamber’in (SAV) uygulamalarında görülmez. Özetle söylemek gerekirse, birçok Hadis-i Şerif’te “Allah’a isyan konusunda kula itaat yoktur” mealinde bir ilke konulur. İslâm dininde açıkça itaat şartlara bağlıdır: Allah’ın emir ve yasaklarına uygunluk, şûrâ ile seçilmek, adaletle davranmak, kararlarını istişare ile vermek, emaneti ve ehliyeti korumak. Bunlara, günümüzde liderler seçimle geldiği için, “seçim sürecinde verdiği sözleri tutması” şartını da ilave etmek gerekir. Çünkü halkın bir kişinin liderliğini kabul etmesi (biat), liderle halk araında karşılıklı sözleşmeye dayanır. Günümüz uygulamasında seçim vaatleri ile oy verme karşılıklı sözleşme anlamına gelir. Nitekim vaatlerini yerine getirmeyen sonraki seçimde oy alamaz.

 

Emaneti ehline vermenin belirli bir yöntemi var mıdır? Tarihi süreç içinde bu uygulama nasıl bir seyir izlemiştir?

 

Emaneti ehline verme uygulaması maalesef el yordamı ile gerçekleştirilmeye çalışılır. Yönetim biliminin konuya el atmasına kadar, belirli bir süreç veya metodoloji üretilememiştir. Gözlem ve tavsiye en çok kullanılan yöntemlerdir. Geleneksel yönetim paradigmasına bağlılık nedeniyle hala referans sistemi kullanılmaktadır. Ama bu yöntem de ehil personel arayan kişinin talebi üzerine değil, iş arayan adamın arkasında durmak şeklinde uygulanmakta ve dolayısıyla torpil niteliği kazanmaktadır.

Konfüçyüs, çok sayıda kamu görevi için o işe ehil olanların nasıl bulunacağı sorusu üzerine “sen kendi yardımcılarını araştır, ehil olanları bulunca görevlendir, onlar da kendi yardımcılarını bulsun” der. Tabii, siyasetnamelerde ilginç yöntemler de önerenler de var. Bunlardan biri “göreve getireceğiniz veziri el altından duyurunuz, eğer hakkında olumsuz eleştiriler gelmezse atayınız” şeklindedir.

İşe göre adam” yaklaşımı, öncelikle yapılacak işi tarif etmeyi zorunlu kılar. Yani “iş veya görev nedir?”, “Bu işi oluşturan işlem veya alt görevler nelerdir?” sorularına cevap vermek gerekir. Çünkü, iş tanımı yapılmadan, o işi yapacak insanın nitelikleri belirlenemez. Ardından işin gereği olarak insanın nitelikleri tespit edilir. Yani, o işlemleri yapabilmek için ne tür bilgi, tecrübe ve yeteneklere ihtiyaç duyulmaktadır?

Diyelim ki, bir torna işi yapacaksanız; öncelikle torna makinasını tanımanız, onun nasıl çalıştığına ve fonksiyonlarına dair bilgilere sahip olmanız,  komut merkezlerini ve  belki komutlar için temel yabancı kavramları vb. incelikleri bilecek bir teknik alt yapıya sahip olmanız gerekir. İkincisi; yapacağınız ürünün özelliklerini, formunu, şeklini bilmeniz ve nihayet kullanacağınız malzemeyi tanımanız gerekir. Üçüncüsü; bu makinayı kullanmış olmanız gerekir ki buna tecrübe diyoruz. Buraya kadar gerekenler ehliyet şartıdır. Ayrıca insanın, çalıştığı işyerinde; yönetici olarak doğru karar vermesi, diğer idari fonksiyonları yürütmesi, liderlik yapması, örgütte diğer insanlarla uyum içinde çalışması, iş disiplinine uyması, ast ve üstlerine makul ve uygun davranışlar sergilemesi, fiziki, sosyal ve yapısal gerekleri yerine getirmesi de liyakatın unsurlarıdır. Ayrıca yine bu kapsamda dürüst davranması, sahip olduğu güç ve yetkiyi sadece kendi görevinin gereği için kullanması, doğru sözlü olması, astlarına öğretici ve üstlerine yardımcı ve düzeltici olması, örgütün bilgi ve sırlarını ifşa etmemesi de ahlâki ölçütler olarak görülebilir.

Tarihi süreç içerisinde, emaneti ehline verme işi çok da tartışılmış olmasına rağmen hem iş ile bağımlılık boyutu hem de ahlâki boyutu gözden kaçırılır.  Hatta, emaneti ehline verme fikri üzerinden konuşanların çoğu, öncelikle insanın değeri ve niteliği üzerinden konuya girerler. Bu metodolojik olarak yanlıştır. Bu, farkında olmadan “adama göre iş” yaklaşımını öne çıkarmaktadır. İnsanın eşref-i mahlukat olması, emanet vasfını hakkı ile üstleneceği anlamına gelmez, en azından emanetten önce emaneti zayi etmeyeceğinden ve görevi başarıyla icra edeceğinden “emin” olmak gerekir. Ki, bu da yetenek ve diğer vasıfların önce gelmesi gerektiğini ima eder. Ancak siz insanı öncelerseniz, adama göre iş vermek durumunda kalırsınız.

Diğer yandan, bir kişi bir göreve atanacağında, ilk bakılacak husus işe yatkınlık ve uygunluk olursa o kişinin dini, inancı, ideolojisi, kimliği, ırkı ikinci planda kalır. Nitekim tarihi süreç içerisinde yapılan pek çok uygulamada belki bilinçli ve metodolojik olmasa da bunun örneklerine rastlanır. Mesela Bilge Kağa’nın babası olan İlteriş Kutlug Kağan var biliyorsunuz. İlteriş, “devleti yeniden kuran” anlamına gelir. Onlar devleti yeniden güçlü hale getirirken Çinlilerle bir savaş yapar. Çin ordusunun komutanı savaşı kaybeder ancak Çin’e geri dönemez, çünkü geri dönerse onu idam edilecektir. Çine geri dönemediği için Türk Kağanı’na sığınır. Türk Kağanı onu alır kendi ordusuna başkomutan yapar. Şimdi size soruyorum, günümüz ulus devletlerinde böyle bir böyle bir uygulama yapılabilir mi? Pek çok tarihçi Osmanlı’nin devşirme yöntemiyle Balkan ülkelerinden getirilen çocukları vezir, ordu komutanı veya yeniçeri ocağına başkan yapmasını eleştirir. Halbuki bunun arka planında, akıl ve beden olarak seçilmiş insanların iş odaklı yetiştirilmesi söz konusudur. Osmanlı hükümdarını seçerken nesebi kullanır ama göreve getireceği insanlarda ehliyeti esas alır. Ama önce onları devlet görevi uzun süre eğitimden geçirir ve ayrıca iş başında yetiştirir. Hz. Peygamber efendimizin (SAV) Kabe’nin anahtarını yine eski görevlisi olan Ebu Talha’nın ailesine emanet etmesi, ehliyet ve liyakatin ölçülerinin belirlenmesinde önemli bir örnektir.

 

Otoriter ve oligarşik sistemlerde ehliyet ve liyakatin sağlanması pek mümkün değilken, tarihte bu uygulamayı başaran yönetimler var. Yine demokrasi veya cumhuriyet rejimleri ehliyet ve liyakatin sağlanmasının en kolay olduğu rejimler fakat günümüzde demokrasiye rağmen ehliyet ve liyakatin olmamasını neye bağlıyorsunuz?

 

Bu tür genellemelerden kaçınmak lazım. Bir kurumun/örgütün yönetiminde; bahsedince; strateji ve amaçlar, sistemler, yapılar, süreçler, teknoloji ve tarzlar söz konusudur.  Doğru olan, bu ögelerin herbirinin diğerleriyle uyumlu olmasıdır. Yani demokratik bir sistem, organik bir yapı, katılımcı süreçler ve liderlik tarzı bir bütün oluşturur ve bu şekliyle uyum içinde çalışır. Ancak bazı durumlarda özellikle liderlik tarzı, insan nitelikleriyle ilgisi nedeniyle farklılaşabilmektedir. Demokratik bir sistemde otoriter bir tarz veya otoriter bir yapı içinde demokratik ve katılımcı bir tarz olabilmektedir.  Bu nedenle, sistemlerle süreçleri doğrudan ilişkilendirmek, daha doğrusu aralarında doğrusal bir korelasyon kurmak her zaman doğru olmayabilir. Otoriter sistemler tek adama dayalı olduğu için süreçlerin de yukarıdan aşağıya tek yönlü olacağı kabul edilir. Bu kabul, çok da yanlış değildir, çünkü hanedanlıklarda idari ilişkilerin yukarıdan aşağıya doğru ve tek yönlü olması, kararlara katılımın sağlanmaması ve ehliyet yerine nesebi esas alması ihtimali daha yüksektir. Veliahtlık uygulaması başlı başına kendi içerisinde sorunludur ve ehil olanın da olmayanın da yönetime gelebileceği bir usüldür.

Çağdaş devletlerde görev hiyerarşisi ve işlerin nasıl yapılacağına dair süreçlerin önceden ve yazılı olarak belirlenmesi beklendiği için, daha demokratik olacağı izlenimi vardır. Bu da yanlış değil, çünkü sanayi toplumuyla beraber toplumların demokratikleşmesi ve bürokratikleşmesi birbirine paralellik gösterir. Aslında bürokrasi, aynı zamanda yetkinin hukukileşmesi (kişisel değil) ve kurumsallaşması, bir görevi yapacakların kanunla veya diğer hukuki düzenlemelerle tanımlaması demektir. Bu açıdan bakıldığında demokrasi kendi içerisinde işi ehline verme sürecinin tanımlandığı bir yapıdır. Fakat buna rağmen bu tür yapılar içerisinde de otoriter tarzlar ortaya çıkabilir. Nitekim yüzyıllar öncesinden Aristo, demokrasileri zorba rejimlere döneşebileceği konusunda eleştirmektedir.

Belki burada İslâm’ın bir sistem önermemesi, onun yerine ilkeler koymasının ve süreçlerde istişareyi ve şeffaflığı zorunlu kılmasının hikmeti anlaşılabilir.

Türkler’de de devlet yönetimi bir sülaleye/boya aittir. Hakan öldüğü zaman, yerine o sülale içerisindeki en ehil olan seçilir. Toy denilen şûrâ’da sadece seçim yapılmaz, aynı zamanda beylerin ortaklaşa kabul ettiği  yönetim kurallarını ve beylerin itaat şartlarını belirleyen yasa konulur. Doğru yasa koyan ve doğru yasayı uygulayan hükümdarın iktidarı uzun sürer. Maalesef Türklerin bu yönetim modeli Abbasileri tanıyana kadar devam eder ve sonra babadan oğula geçmeye başlar.

 

Hocam, anlattıklarınızdan çıkarabildiğim kadarıyla, emanetin ehline verilmemesi, yönetim gücünü aşkın bir amaçtan çok, servete ve iktidara hamletmenin saiklerden biri sanki. Biz insan hak ve özgürlükleri, adalet, üretim ve bilgiyle güç arasındaki bu ilişkiyi ne zaman, nerede kaybettik?

 

Bu ilişki Müslüman siyaset kültüründe maalesef başlangıçtan beri tartışmalıdır. Hz. Osman’ın halifeliğinde emanet ile ehliyet arasındaki bağ zayıflar. Devlet büyümüş ve geniş bir alana yayılmıştır, halife yeni mahallelere önceden tanıdığı ve yakını olan insanları atamaya başlar. Hz. Osman’ın bu uygulaması aslında sistematik bir tavır olmaktan çok, kişisel bir güven ihtiyacındandır. Ancak bu sapmanın makası, zaman uzadıkça ve coğrafya genişledikçe açılır ve sistemik hale gelir. Zaman zaman bu bağ kurulursa da uzun süreli olmaz. Ömer İbn Abdülaziz, Selçukluların ve Osmanlıların kuruluş dönemleri güzel örneklerdir. Emevi ve Abbasi devletlerinde, Arapların daha önce yönetim tecrübesi olmaması, Bizans’ın ve özellikle Sasanilerin güçlü siyaset kültürü karşısında mağlup olmasıyla sonuçlanır. İslâm’ın ideal ve özgün siyaset ve yönetim yapısı henüz gelişemeden reel-politik karşısında boyun eğer.

 

Bu bağ koparsa adalet nasıl sağlanacak? Topyekûn adalet de iktidar da kaybolmaz mı?

 

Gerçekte, sizin de hemen fark ettiğiniz gibi, adalet ile emaneti ehline vermek arasında çok güçlü bir bağ vardır. Emaneti ehline vermek adaletin hem sebebidir hem de sonucu. Emaneti ehline verince bir adalet yerine gelmiş olur, ayrıca ehliyet sahibi de adaleti yerine getirir. Çünkü ehliyet sahibi, yapmakta olduğu görevin farkındadır, kapsamını ve sınırlarını bilir, vereceği kararların etkisini ve sonuçlarını görür, sadakatinin hakka ve hukuka uygun olması nedeniyle adaleti yerine getirmiş olur.

Bu noktada, öncelikle adalet fikrini iki kategoride ele almak gerekir: Birincisi, devlet düzeyinde veyahut kurumsal olarak adalet; ikincisi ise, bireysel davranış düzeyinde adalet...

Bir insan önce kendine adil olmalıdır, sonra çevresine adil olmalıdır, sonra yönettiği halka karşı adil olmalıdır diye giderek genişleyen bir halka oluşturulduğunda, en bireysel olandan giderek en kurumsal olana bir hiyerarşik düzen oluşturabilirsiniz. Kişinin kendine adil olması bile çok ciddi sorun ve ahlâki bir mesele olarak ortaya çıkar. Şayet siz kişi olarak kendinize veya çevrenize adil değilseniz, ülkenize ve kurumsal ihtiyaç duyulan adalete de yatkın olamazsınız.

Burada önemli bir ayrıntı var; pek çok kişi adalet için doğru hukukun olması gerektiğini iddia eder. Çok doğru. Hukuk doğru olmalı ve bu çok önemli bir husustur. Ancak ikinci şart öncekinden daha önemlidir: Bu da eşitliktir. Adalet bu yönüyle hakkaniyet ve eşitlik demektir. Yasa yanlış bile olsa, onu herkese eşit şekilde uygulamak nispeten adaleti sağlar; ancak doğru yasaya rağmen uygulamada eşitsizlik adaleti yok eder. Dolayısıyla adaletin sağlanması için doğru bir düzenleme ve eşit bir uygulama şartı vardır. İki şartı birarada uygulamak ise hem kurumsal hem de bireysel düzeyde adil olmayı gerektirir.

Benim çok hoşuma giden bir izah var. Nasîrüddin Tûsî, Kınalızâde gibi ahlâk üzerine çalışanlar; adaleti “bütün erdemlerin başı” olarak görürler. Bütün erdemlerin ifrat ve tefriti vardır ve bütün erdemlerin ifrat da, tefriti de kötüdür. Ancak bir tek adaletin ifrat ve tefriti yoktur. Adaletin ifratı da tefriti de daha fazla erdemdir. Mesela, cömertlik çok taktir edilen ahlâki bir erdemdir. Ancak cömertliğin ifratı ve tefriti vardır. Cömertliğin ifratı cimriliğe, tefriti ise savurganlığa götürür. Kur'an'ı Kerim'de hem cimrilik hem savurganlık yasaklanmıştır. Cesaretin ifratı ve tefriti vardır. Cesaretin ifratı korkaklığa, tefriti ise gözü karalığa, yani hesapsız kitapsız kendini tehlikeye atmaya götürür. Her ikisi de yerilmiştir. Bunları çoğaltabilirsiniz… Ama adaletin ifratı ve tefriti yoktur. Yani mutlaka adil olursunuz. Ne kadar adil olursanız o kadar iyisinizdir. Çünkü, adalet ihsas-ı haktır. Yani hakları dağıtmak ve herkese hakkettiğini vermektir.

Eğer bunu uygulayamıyorsanız o zaman yönetim ile ilgili bir sorununuz var demektir. Sadece idari bir sorununuz değil, aynı zamanda iktidarda kalma sorununuz, bekâ sorununuz var demektir. Biliyorsunuz mülk küfür ile olur ama zülüm payidar olmaz. O yüzden tekrar söyleyelim; nasıl ki, “ehliyette önce işe uygunluk gelirse, adalette de din, ırk, cins, dil, ideoloji değil önce hak gelir.

O yüzden şunu söylemek mümkün; ilki Hz. Ali'den mülhem, ikincisi bana özgü bir deyiş: “devletin dini adalettir”, “yöneticinin dini emanet ve ehliyettir”.

 

O halde emanet ehline verilmezse adalet ortadan kalkar diyebilir miyiz?

 

Sadece adalet ortadan kalkmış olmaz, üstüne bir de zulüm yapılmış olur. Mustafa İslamoğlu’nun ifadesiyle, eğer emanet ehline verilmezse üç ayrı zulüm yapılmış olur. Birincisi; devlete zulüm edilmiş olur. Çünkü devlet veya kamu görevi emanettir. İkincisi; atanan kişiye zulüm yapılmış olur. Çünkü ehil olmadığı halde üstesinden gelemeyeceği bir işi veya üstesinden fazlasıyla gelebileceği halde daha düşük seviyede bir iş verilerek haksızlık yapılmıştır. Nitekim Emevilerin yıkılma sebeplerinin başında bu gelir. “Büyük adamları küçük işlere, küçük adamları da büyük işe vermişlerdir. Büyük adamlar küçük görerek işi ihmal etmişler, küçük adamlar da büyük işlerin üstesinden gelememişlerdir. Böylece bütün işler başarısızlıkla sonuçlanmıştır”. Üçüncüsü; ehil olana zulüm edilmiş olur. Bu açıdan bakıldığında adalet ve ehliyet arasında çok güçlü bir bağ vardır. Modern bir kavramla ifade edeyim; ehil olanı atamazsanız atanan şahıs kendisini atayan hukuka, devlete sadık olmak yerine kendisini atayanlara sadık olur ve onların haklı veya haksız emir ve talimatlarına, isteklerine açık hale gelir.

 

Görev aldığınız akademik, siyasi veya sivil makamlarda siz bu döngüden çıkabildiniz mi, eğer başardıysanız, çıkmak için nasıl önlemler aldınız?

 

Türkiye’deki siyaset ve yönetim kültürü maalesef adil olmanızı ve işe ehil eleman atmanızı destekleyen bir zemine sahip değil. Tam tersi, hem adil olmanızı önleyecek hem de ehliyetli olanı görevi getirmenizi engelleyecek pek çok sahte gerekçeye sahip. Bu kültür içerisinde adil olmaya ve ehil olanı göreve getirmeye çalışmak inanılmaz derecede zor ve acı vericidir.

 

Bu görüşün din anlayışı problemli olan bir toplum olmamızda payı var mı?

 

Elbette vardır. İnandığınız din adaleti, emaneti, ehliyeti, istişareyi, vaat edileni yerine getirmeyi, iyiyi ve doğruyu yaymayı, şefkatle muameleyi emrediyorken, tersi uygulamalar yapılıyorsa, ya dine tam güvenmiyorsunuz ya da dini anlama ve yorumlamada sorununuz var demektir.

Burada, bu sapmanın doğrudan dinle değil, o dine inandığını söyleyen insanla ilgili olduğunu vurgulamak lazım. Çünkü dinin emrettiği yönetim ilkeleri, evrensel kabul görmüş uygulamalardır.

Müslüman olduğumuzu iddia ettiğimiz halde, hatta İslamcı diye vaktiyle yola çıkıp da bu konuda iddialı olduğumuz halde, şimdi Müslümanların iktidarda olduğu bir dönemde adalet ve ehliyeti sorguluyoruz. Bunun bize bir şey fark ettirmesi gerekir. Daha önce Emevi ve Abbasilerin reel-politiğe mağlup olduklarını söylemiştim. Şimdikiler de verili duruma ve geleneğe mağlup oluyor. Sebebi şu; eğer siyaset kültürü daha egemense, Müslüman olarak ilkelerinizi kültürün önünde tutacak irade ve dirayet gösteremiyorsanız, mevcut beklentilere boyun eğmekten başka yol kalmıyor. Hiç şüphesiz bazıları için kişisel çıkar ve makam hırsı da bunu pekiştirici rol oyunuyor.

Ben hayatımın en sıkıntılı dönemlerinden birini, İstanbul Büyük Şehir Belediyesinde Recep Tayyip Erdoğan’ın kadrolamasını yaparken yaşadım. Çünkü bir göreve on kişi talip oluyordu, göreve ehil olan bir kişi atanacaktı ve onu seçip atadığınız zaman, diğer dokuz kişi aleyhinizde konuşuyordu. O bir kişi de hakkettiğini düşündüğü görevden başka bir şey düşünmüyordu.

Tayyip Bey bana danışmanlık teklif ettiğinde, birlikte işin ehline uygun kadrolama için bir “işe uygun eleman seçme ve atama ilke ve politikası” belirledik ve karşılıklı bir sözleşme yaptık: Her ikimiz de bu politikalara bağlı kalacak, bu bağlılık devam ettiği müddetçe birbirimizn yetkisine müdahale etmeyecektik. Bir buçuk yıl boyunca Tayyip Bey benim görmediğim hiçbir insanın atanmasına izin vermedi.  Bütün atamalar belirlediğimiz ilke ve politikalar çerçevesinde yapıldı. Başarı da bunun peşinden geldi. Bir buçuk yıl boyunca üst yönetim kademesinde toplam iki yüz yetmiş üç kişi göreve getirilmişti. Bunlar arasında özellikle en tepedeki yaklaşık yirmi kişi görev talep etmemişti. Biz onları aradık, bulduk ve göreve davet ettik, teklifimizi kabul edenleri atadık. Bir yıl sonra Tayyip Bey’le bütün atamaları tek tek gözden geçirdik. Bunlar arasında kim yerine oturdu, kim başarılı, kim uygun veya değil yeniden düzenledik. Beş kişide hata ettiğimizi gördük. O beş kişinin üçünü görevden aldık, ikisinin görev yerini değiştirdik. Sayın Başkan’ın önerdiği, işin ehli olmadığını düşündüğüm ilk kişinin ataması talimatında da görevimi bıraktım.  Tayyip Erdoğan bir yıl sonra yolsuzluk yaptığı ve bir kadına tacizde bulunduğu için o kişiyi görevden almak zorunda kaldı.

Ehliyetli olanı atamak öyle basit bir hadise değil. Hem bilgi ve tecrübe gerektirir hem de sabır ve tahammül. Kendi adamını atama fikrinin yaygın olarak kabul gördüğü bir ortamda,  ehliyetli olanı atama çabası çok yorucudur. Maalesef bunu yapan insanı da sevmezler. Herkes ehil olan göreve getirilsin ister ama aslında kastettiği kendi tavsiyesinin dinlenmesidir. Sadece ehil olana özen gösterdiğim için hem Başbakanlıkta, hem de Milli Eğitim Bakanlığında FETÖ kendine yer bulamamıştı. Sadece bana düşmanlık olsun diye öğretmenler sendikası kurdular. Arka planda FETÖ ile İşçi Partisi, atanamayan öğretmenler kampanyasını yürüttüler. Ayrıca FETÖ davalarında  çıkan ses kayıtlarında, başbakanlıkta Ömer Dinçer durduğu müddetçe bizim orada etkimiz olmayacak dedikleri ortaya çıktı. Benim görevden uzaklaştırılmam için yürütülen kampanyaya Zaman gazetesi de katılmıştı.

Tüm bu olanlar karşısında adil olmak da zordur. Acı verir ve insanı yalnızlaştırır. Adalet ile ilgili tanımlama yaparken, “doğru hukuk” ve “eşit uygulama” demiştim. Size Milli Eğitim Bakanlığı’nda yaşadığım ve kamuoyuna yansımış bir hâdiseyi anlatayım:

Milli Eğitim Bakanlığı’nın en önemli sorunlarından birisi öğretmen açığıdır. Bu açığın önemli sebebi kadro yetersizliğidir, ama bu sorun kadro yetersizliği kadar, yanlış ve siyasi istihdam uygulamalarından da kaynaklanır. Yeteri kadar öğretmen olmadığı için, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki çocuklarımız doğru dürüst eğitim alamazlar. O tarihlerde bu bölgedeki ilkokullarda bir öğrenci beş yıllık eğitiminde tam yedi öğretmen değiştiriyordu. Köylerdeki çocuklarımız, -illa Doğu ve Güneydoğu’da olması gerekmez İstanbul’da bile- doğru dürüst eğitim alamazlar. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde çok sayıda gencimiz PKK’nın etkisiyle dağa çıkar. PKK çocukları sokaktan devşirmez, devletin okullarından devşirir. Bunu nasıl yapar? Yeteri kadar öğretmen olmadığı için okullarda, özellikle ortaokul ve liselerde ve o bölgedeki okul yöneticileri, okul müdürleri ilana çıkarlar ve üniversite mezunu olanlardan ücretli öğretmen seçerler. Ücretli öğretmeni o bölgelerde PKK’lılar organize eder, ne kadar üniversite mezunu PKK’lı varsa okullara ücretli öğretmen olarak girer. Bu kendi başına sorundur. Ama ayrıca PKK’lı olmasa bile, üniversite mezunu olduğu için deniz ürünlerinden mezun olan ingilizce dersine, tarihten mezun olan matematik dersine, edebiyattan mezun olan kimya dersine girebilir. Çünkü sadece üniversite mezunu şartı konulmuş ve de o bölgede diyelim ki matematik dersine matematik mezunu yok,  bir tarih mezunu az çok matematik biliyorsa girer ve ders anlatır. Bu da ayrı bir sorun!

Bu sorunların arka planında dönem içinde eş durumundan atamalar ve bakanlık dışında görevlendirme uygulaması yatıyor. Şubatta eş durumundan atama yapılınca, veya öğretmen başka kurumlard görevlendirilince, yeni atamalar yapılamadığı için, bu kadrolar boş kalıyor, okullarda dersler ya boş geçiyor, ya da o boşluğu PKK dolduruyordu. Ayrıca eş durumundan atama bekleyen öğretmenin gideceği ilde boş kadro yoksa il emrine atama yapılıyordu. Bu durum giden öğretmenin de boşta kalacağı anlamına geliyordu.

Eş durumundan atama gerçekte Doğu’dan ise Batı’ya göç demektir. Doğu’ya gitmek için talep olmuyor. Bütün Doğu’daki eşler Batı’ya gitmek istiyorlar. Hatta öğretmenin kendisi Van’lı eşi Van’lı, eşi diyelim ki Manisa’da görev yapıyor ise, kendisi Van’dan Manisa’ya gitmek istiyor. Ayrıca kamuoyu bu tür talepleri tekil zannediyor, halbuki eş durumundan atama için benim dönemimde, yılda en az elli bin, ara dönemde ilaveten yaklaşık yirmi bin öğretmen yer değiştiriyordu. Bir de bakanın inisiyatifi ile yer değiştirebilen veya başka kurumlara görevlendirilen öğretmenler var. Bundan kim yararlanıyor peki? Bakanın kendisine ulaşabilen kişilerin; ilin valisi, milletvekilleri partilerin başkanları ve genel başkan yardımcıları, hakim ve savcılar, komutan ve komserler ve onların yakınları. Bu tür il emrine atamalarda giden öğretmenin kadrosu yerinde kaldığı için terk ettiği yere yeni öğretmen de atanamıyor. O dönemde yaklaşık otuz üç bine yakın il emrine atanmış  öğretmen vardı. Mesela canlı bir örnek olarak, 2012 yılında Samsun’da il emrinde görevli altı yüz yetmiş civarında öğretmen varken, Samsun’da dokuz yüzden fazla ücretli öğretmen görev almıştı. Yani altı yüz yetmiş tane öğretmene hiç derse girmediği halde maaş ödenirken, dokuz yüz öğretmene de derse girdiği için ek ücret ödeniyordu. Bu yanlış uygulamının kamuya maliyeti; il emrindeki öğretmenler sebebiyle 1 milyar 180 milyon TL, maaş ve dışarıdan derse giren öğretmenlere ödenen 700 milyon TL ek ücret sebebiye yaklaşık 2 milyar Türk Lirası idi.

Diğer yandan diğer bakanlıkların talebiyle MEB dışında görevlendirilen öğretmenler var. Öğretmenlik zor meslektir. Pazartesi gününden cuma günü akşamına kadar haftada otuz saat ders vereceksiniz. Ama eğer Çalışma Bakanlığı’nda olursanız, İl Valiliği’nde olursanız, Gençlik ve Spor Bakanlığı’nda olursanız, Avrupa Birliği Bakanlığı’nda olursanız çok daha rahat bir işiniz olur. Dolayısıyla bütün bilgisayar hocaları İl Valilikleri’nde bilişim bölümünde görevli, bütün beden eğitimi öğretmenleri Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın tesislerinde antrenörlük yapıyor. Bütün sosyal bilimler öğretmenleri Çalışma Bakanlığı’nda, Sosyal Güvenlik Kurumu’nda, Tarım Bakanlığı’nın il müdürlüğünde veya orada burada görevli. Böyle kaç kişi var derseniz, otuz bin kişi var. Bir önceki sayıya bu otuz bin kişiyi de ilave edin. Tabi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, Başbakanlık’ta görevli olmak çok avantajlı bir şey. Maaşınız da yükseliyor üstelik. Gidiyorsunuz bir milletvekilinin danışmanı, sekreteri oluyorsunuz. Hem öğretmenlikte alacağınız maaşın iki katından fazla maaş alıyorsunuz hem de çevreniz oluşuyor daha iyi yerlere gelme imkânınız oluyor. O dönemde meclis, milletvekili sekreterliği, milletvekili danışmanlığı yapan bu öğretmenlerle doluydu.

Bütün bunlar beşeri ve mali kaynakların israfı değil midir? Emanete ihanet değil midir? Göreve atananları etkili ve verimli kullanmak, devletin ve özelde siyasi iktidarın görevidir.  Ayrıca öğretmenlik idealine kendini adamış görevlilere dolaylı yollardan yapılan bir haksızlık değil midir?

Peki, siz bu sorunların çözmek için göreve gelmiş bir bakan olursanız, ne yaparsınız? Ben şahsen oy kaygısı düşünmem, bakanlık görevinde ne kadar süre  kalacağımı da düşünmem. Öğretmenlerin veya sendikaların bana ne kadar küfredeceklerini de düşünmem. Ben doğru bildiğim şeyi yaptım. Bunu yaparsanız da o zaman absürt siyasetçi, nobran bir bürokrat diye etiketlenirsiniz: ‘Ha o mu? Boş ver ondan iş çıkmaz.’

Peki ben ne yaptım? Üç ilkeden oluşan yeni bir atama ve yer değiştirme politikası geliştirdim: 1) Eş durumundan atama yılda bir kere yapılacak, 2) öğretmen olan hiç kimse hiçbir başka kurumda görevli olamayacak, 3) hiç kimse il emrine atanmayacak. Doğru teşhis, doğru çözüm stratejisi… Hükümetin de kabul ettiği plâna göre her yıl Ağustos ayının ilk yarısında bütün kamu kurumları tayin ve yer değiştirmeleri tamamlayacak, MEB Ağustosun ikinci yarısında eş durumundan tayinleri gerçekleştirecek, Eylül ayının ilk haftasında boşalan kadrolara açıktan atama yapılacak, sonraki hafta da yeni öğrretmenler oryantasyon eğitimine tabi tutulacaktı.  Çünkü şubat ayında gönderdiğiniz zaman eğitim yarım kalıyor, ancak ağustos ayında atama olursa boş kadrolara yeni bir öğretmen gönderme şansınız oluyor. Burada dikkatinizi çekmek isterim, ben eş durumundan atamaya “hayır” demedim. Yılda bir kere yapılacak dedim. Ne oldu?

Diğer bakanlık ve kurumlardaki görevlendirmelere, kadrosuyla gidenler hariç son verildi, hepsi kendi okulunda ders vermekle görevlendirildi. Şubat ayında yer değiştirmeler yapılmadı ve il emrindeki öğretmenler köylerden başlamak üzere merkeze doğru okullarda görevlendirildi. Bu süreç öyle zor oldu ki, kelimelerle anlatılamaz. Rahatı bozulanların, kendi çıkarı gerçekleşmeyenlerin, siyaseten karşı olanların vs. düşmanı olarak görüldüm. Gerçekte bunlar tüm öğretmenler içinde yüzde on bile değildi, ama propagandayı bunlar yapıyor, bunlar sağda solda konuşuyordu, diğerleri işiyle meşguldü. Yüzbinlerce öğrenci öğretmensiz kalmamıştı ama onlar olup bitenleri farkında değildi. Ama en kötüsü eğitimin kalitesini yükseltemedik diye söylenen siyasi iktidarın, kısa sürede, bölgesel olarak öğretmen doluluk oranının %67’den %93 çıktığını farketmemesiydi.

Bir diğer konu da milletvekillerinin danışmanları konusuydu. Madem ki eşit davranacağız, o halde milletvekillerinin danışmanı olan öğretmenlerin de görevlerine son vermek gerekliydi. Kural kuraldır. Herkese uygulamazsanız asla o kuralı tutturamazsınız, adil de olamazsınız. Öyle ise en tepedekinden başlamak gerekiyordu. Ben önce milletvekillerinin danışmanlarını ve sekreterlerini aldım yanlarından. Tabi tepki gösterdiler. Kanun bize bu yetkiyi tanıyor dediler, hakikatten de tanıyor. Ancak ben, “kusura bakmayın ben öğretmen görevlendirmesi yapmıyorum, çünkü o kişi kadroda gözüktüğü için onun yerine bir başkasını atayamıyorum. Siz istediğiniz kişiyi yanınıza alın, buna itirazım yok ama öğretmen olarak kalacaksa ben okuluma istiyorum bu insanları, çünkü benim öğretmene ihtiyacım var” diyerek duruma itiraz ettim. Bütün partilerin birleştiği tek konu benim bu kuralı uygulamam konusunda oldu. Ortaklaşa grup başkan vekilleriyle beraber meclis başkanlarına çıktılar. Ve dediler ki: “Biz sayın bakana laf anlatamıyoruz ama sizin yetkiniz var, Türkiye Büyük Millet Meclisi bütün kurumların üstündedir, bizim öğretmenleri başkanlık talimatıyla tekrar yanımıza görevlendirin” dediler.  O dönemin TBMM başkanı Cemil Bey telefon etti: “Niçin sorun çıkarıyorsunuz, beni yetkimi kullanmak zorunda bırakmayın” dedi. Sayın başkana cevap vermeden, randevu talep ettim. Burada yaptığım teşhis ve çözümü anlattım, bana hak verdi. Bütün partilerin ortak talebine olumlu cevap vermedi. Ama sonra ne oldu, bazen öyle imtihanlardan geçersiniz ki…

Sonra karşıma hiç beklemediğim bir sorun çıktı. Bir gün Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkan yardımcısı beni aradı, “Sayın Bahçeli rica ediyor, şu öğretmeni biz Sayın Bahçeli’ye danışman olarak alacağız” dedi. Halbuki uygulanmakta olan politikayı biliyorlardı, ama beni bu kez daha üst bir sınava sokacaklardı. “Bahçeli talep etti biz ona hayır diyemeyiz, sizden rica ediyoruz” dediler. “Düşüneceğim” dedim. Başbakan yardımcılığı yapmış bir lider düşünün, belki ilk ve son kez bir talepte bulunuyor. Ama ben de atamak niyetinde değilim. Eğer bir kez taviz verirsem başkalarına da hak doğacak. Fırsat kolluyorum ve ne yapacağım diye düşünüyorum. Bir gün meclisten çıkarken uzaktan Bahçeli’yi gördüm. Yanına gittim, “Size dair bana bir talep geldi Sayın Başkanım, bu talep hakkında müsaadeniz varsa iki üç dakika sizinle konuşmak istiyorum” dedim. Kendisine, “genel başkan yardımcınız benden sizin danışmanınız olarak bir ismi talep ediyor, önce haberiniz var mı o talepten bilmek isliyorum” dedim. İkincisi “ben prensip olarak öğretmen ihtiyacımız sebebiyle öğretmenlerin herhangi bir başka yerde görevlendirilmesine izin vermiyorum. Dolayısıyla sizin bu talebinizle benim politikam çelişiyor” dedim. “Şimdi bir şey sormak istiyorum, bu sizin için çok önemliyse ve o öğretmen de buraya gelmek istiyorsa ben bu arkadaşı kamu kurumlarından bir başka yere kadrosuyla beraber aktaracağım. Öğretmen olmaktan çıkaracağım. Sonra da size görevlendirme yaptıracağım.” dedim. Bana;  “Sayın Dinçer ben kuralınıza saygı duyarım ama ben bu adamı istiyorum” dedi. “O zaman izin veririnseniz ben bu arkadaşı bir bakan arkadaşımla görüşüp onun kurumuna aktaracağım ve bu kişi size gelecek. Maksat hasıl olacak ama ben de bir öğretmeni görevlendirmiş olmayacağım” dedim. “Peki” dedi. Öyle de yaptım. Ama buna direnmek hangi bakanın işidir. Türkiye’de hiçbir bakan buna direnmez. Çünkü çoğu için bu durum gereksiz bir sorundur. Onlar için kamu yararı, bu çocukların eğitimi, muhataplarını memnun etmekten daha önemli değildir. Çünkü mevcut siyaset kültürü böyle buyuruyor.

 

Yapmasaydınız ne olurdu?

 

Basit. Eğer durumu idare etseydim, önceliğim muhataplarımın memnuniyeti olsaydı, daha uzun süre bakan kalırdım. On sekiz ay değil, bazılarının yaptığı gibi altı yıl, dokuz yıl bakanlık yapardım.

 

Gücünüz yeter miydi hocam?

 

Yerleşik uygulamalara, talimatlara, siyasi taleplere boyun eğen herkesin gücü yeter. Kim okulların öğretmen doluluk oranını biliyor, kim gençlerin dağa çıkma sebebini biliyor? Kaç kişi eş durumundan atanmalar nedeniyle yüz binlerce çocuğun eğitimsiz kaldığından haberdar? Herkes sorunu görüyor, ama kendisine hiç sıkıntı olmadan çözülsün istiyor. Birey olarak herkes kendi kişisel çıkarlarına halel gelmesin veya istekleri yerine getirilsin istiyor. Özel çıkarların üstünde bir statüye sahip ilke ve politikalara dayalı yönetim ise herkesi bağladığı ve imtiyazları ortadan kaldırdığı için, çıkarlarını gerçekleştiremeyenleri eleştirmeye ve suçlamaya yöneltiyor. Şimdi bunlar acı vermez mi insana? Bunlar acı verir, seni herkesin düşmanı yapar. Fakat bir tek tesellin vardır, emaneti korumuş ve adil davranmışsındır.

Dolayısıyla Türk bürokrasisinde, kamu idari sisteminde, mevcut siyaset kültürü içerisinde adil olmak, emanet ve ehliyeti gözetmek hiç de kolay bir şey değildir. Çok acı verir ve yalnızlaştırır.

Buna rağmen bütün bunların içerisinden yine de ben sağ salim ve güçlü çıkmışımdır. Ne olmuştur? Sadece kurumlarda çalışırken, siyaset yaparken yahut da karar verecek konumdayken acı çekmişimdir. Ancak ben ayrıldıktan sonra herkes benim haklı olduğumu ve doğru yaptığımı görmeye başlamıştır.

 

Sizden sonra sizin ortaya koyduğunuz o  uygulamalar devam etti mi peki?

 

Eder mi sizce? Bahsettiğim politikaları kanunlaştırmış olmamıza rağmen, ilk yapılan şey, şubat ayında atama oldu. On yedi bin kişi yer değiştirdi ve dört yüz bine yakın öğrenci altı ay öğretmensiz kaldı.

 

Yalnız kalmayı göze almışsınız demek ki.

 

Çok şükür yalnız değilim. Acı verdi elbette, çok zor günler yaşadım. Ama hamdolsun yalnız değilim. Görevlerimden ayrıldıktan kısa bir süre sonra uygulanan ilke ve politikaların başarısı hemen fark edildi ve yapılanların doğruluğu anlaşıldı. Görevden ayrıldığım her kurum ve makamda aynı gözlemleri yapmak mümkün…

 

Hocam biraz daha güncel bir soru soracağım. Kamu idareleri için yapılan genel sınavların (KPSS) yetkinlik, ehliyet ve liyakat ölçme konusundaki eksikliklerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Adayın bilgi ve yeteneklerinin o işe ehil olup olmadığını ölçecek alternatif modeller neler olmalıdır?

 

Bir kere KPSS sınavı kesinlikle ehliyeti ölçen bir sınav değildir. Onu hemen vurgulayalım. Çünkü işe uygunluğu ölçmez, kişilerin genel bilgi ve kültür seviyesini belirler. Gerçekte sınavın amacı da ehliyeti ölçmek değildir. Fakat yine bir tespit daha yapalım. KPSS sınavı kesinlikle objektif bir sınavıdır. Eşitlik sağlar. Ehliyetli olup olmamasını çok fazla sağlayamasa bile sübjektifliği ortadan kaldırır, siyasi veya ideolojik atama tercihlerini, kavmiyetçi tavırları engeller. Bu bakımdan önemli. Zaten, kamu bürokrasisi KPSS'nin ehliyetli olanı seçme sınavı olmadığını da bilir. Bu sebeple de her kurum kendi alacağı personel için bir taban puan belirler. Bu puanın üstünde olanları ayrıca yazılı bir sınav yaparlar. Daha sonra da bazı kurumlarda mülakat yapılır.

Ancak mülakat Türk idare sisteminde biraz sorunlu bir uygulama. Mesela, ben öğretmenlerin mülakatla alınması fikrini kabul etmemiştim. Çünkü objektifliği bozan bir uygulama, kayırmacılığa da fırsat veriyor.

Diğer yandan uygulanmakta olan mülakat sisteminde, standart sağlanması teknik olarak mümkün görünmüyor. Özellikle birden fazla mülakat heyetlerinde, her bir heyetin aynı şart ve özelliklerde personel seçmesi sorun olabilir. Ayrıca ehliyetli olanı ve işe uygun olanı seçmek de ayrı bir bilgi, kabiliyet, tecrübe gerektirir. Yani mülakat için de ehil olmak gerekir. Varsayalım ki, MEB’na kırk bin öğretmen alınacak. Bunun için en az 2-3 katı adayı mülakata almak gerekir. Ankara’da iyi tanımlanmış bir mülakat heyetinin, normal şartlarda yüz bini aşan adayı mülakata alması ve her biri için on dakika zaman ayırması, hesaplamadım ama birkaç yıl sürer. Her ilde birer merkez olmak üzere mülakat heyeti oluşturulabilir. Farklı heyetlerinin aynı standartlarda insan seçeceğinden emin olabilir misiniz? Bir heyetin olumsuz bulduğu özellik diğeri tarafından takdir görebilir. İmkânsız ama hepsinin yine aynı standartlarda seçebileceğini kabul edelim, günlük sekiz saatlik bir çalışma ile yine bir yıla yakın süre gerekir.  Görüldüğü gibi mülakat beraberinde teknik ve duygusal sorunlar barındırıyor.

Bir de kamu bürokrasisinde, her zaman yetişmiş eleman değil, çoğu kez yetiştirilmek üzere eleman alınır. Mesela personel alıyorsunuz, bir yıl boyunca deneme süresinden geçiriyorsunuz, eğitiyorsunuz sonra göreve başlıyor. Bu açıdan bakıldığında KPSS sınavı şu anda olabilecek en iyi ön eleme sistemi olarak görülebilir.

 

Gerçekte daha önce bahsettiniz ama Hz. Ali’nin sarfettiği “devletin dini adalettir” sözüne ayrı bir paragraf açmak gerekir.

 

Bu söz gerçekte devletin varlık sebebini ortaya koyar. Siyasetnamelerin penceresinden bakarsak, bir devlete iki sebepten dolayı gerek vardır: Birincisi, birlikte yaşamak zorunda olan insanların, belirli bir işbirliği ve eşgüdüm ihtiyacıdır. İkincisi ise yine insanların öfke, hırs ve arzu gibi nefsi güçleri nedeniyle başkalarına haksızlık yapmalarının önlenmesi ve düzenin ve adaletin sağlanması ihtiyacıdır. Hz. Ali’nin sözü bu gerçeğin bir ifadesidir. Bu gerçek tarihi süreç içinde “adalet mülkün temelidir” şeklinde tezahür eder.

 “Kamu Yönetimi Adabı” kitabını yazarken bir şeyi fark ettim. Biz asrı saadetin hemen sonrasında, özellikle Hz. Ali ve Muaviye mücadelesine bakarken sadece iktidar kavgası gibi bakıyoruz. Bu yanlış değil ama eksik bir bakıştır. İktidar kavgası olmuştur. Fakat iktidar kavgasının niyetleri ve amaçları da birbirinden farklıdır. Hz. Ali ile Muaviye arasındaki bu mücadele aynı zamanda İsl^m’ın özgün siyaset anlayışı ile reel-politik arasındaki mücadeledir. Ve Hz. Ali mağlup olunca diğeri de yenilmiştir.

Hz. Ali’nin Emirname’sini okuduğunuzda, çok açık ve net bir şekilde Kur’an’ı Kerim’in ve Peygamber Efendimizin öngördüğü orijinal siyaset tavrını ve ahlâkını görürsünüz. Ayrıca Muaviye ile mücadelesinde, çevresindekilerin ısrarlı tavsiyelerine rağmen, hiçbir hileye, ayak oyununa başvurmaz. Örnekleri çoktur ama danışmanlarından birinin “Muaviye’nin şartlarını kabul et, onun sana biatını sağlamış olursun. Daha sonra bir punduna getirir, öldürürsün, böylece sorun çözülmüş olur” tavsiyesine şiddetle itiraz etmesi meşhurdur. Keza, Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra, kendisine gelip, “seni halife istiyoruz” diyen grubun biatını kabul etmez. Mescide gider ve Medine halkının şûrası ile seçildikten sonra halifeliği kabul eder. Başka bir ifade ile şeffaflığı ve şûra ile seçilmeyi önceler. Rakipleri ise iktidarı ele geçirmek için birçok politik oyunu oynarlar. Hz. Ali Emirname’de de reel-politik bir duruma karşı boyun eğmez. O idealleri ortaya koyar. Olması gerekeni söyler ve yöneticilerini ideal olana zorlar. Emirname bir tavsiye mektubu değildir. Halifenin bir valisine yazdığı talimatlardır, bugünkü tabirle Başkanlık Genelgesidir. Bu nedenle ortaya konulan tavır çok önemlidir. Muaviye ise reel-politik davranan bir adamdır. O iktidarı ele geçirmek için yüzük oyununu oynar kılıçlara Mushaf sayfalarını asar. İktidarda kalmanın şartlarından biri olarak, farklı çıkar gruplarının aralarında denge sağlamayı gerekli görür ve bunun için de çoğu kere kendisi de çıkarcı davranır.

 

Hz. Ali’nin kaybı İslâm dünyasında saltanat rejimi ile sonuçlanır. Hz. Ali’nin bu mücadeleyi kazanması halinde, İslâm dünyasının bugünkünden çok farklı ve belki de adına bugün demokrasi demeyeceğimiz ama çok daha adil ve katılımcı bir sistemin mucitleri olma fırsatını kaçırdığımızı varsayabiliriz. Biz bugün adil kalmayı başarsaydık, kamu kaynaklarını emanet görmeyi devam etseydik, ehil olanı göreve getirseydik, şûra ile karar verip istişareyi katılımcı bir sisteme dönüştürebilseydik, belki dünyanın demokrasi tecrübesi yerine başka kazanımları olurdu.

 

 

İnandıkları kitapta şûrâ, istişare, liyakat ve adaletin açıkça emredildiği Müslüman toplumların otoriter yönetim skalasında en üstlerde yer almasını nasıl açıklıyorsunuz?

 

Bunun İslam’la bir ilgisi yok. Günümüz Müslüman toplumları geleneği İslâm olarak görüyorlar. Geleneği dinin orijinal hali gibi kabul etmek, siyasi uygulama alanında bizim en büyük sorunlarımızdan birisidir. Bazıları bu geleneği meşrulaştırmak için, Hz. Davud’un ve Süleyman’ın aynı zamanda kral olmalarını örnek gösteriyor. Ama ben böyle düşünenlere şunu hatırlatıyorum; Firavun da Nemrut da kraldılar. Saba Melike’sinin kendisine mektup yazan Hz. Süleyman için söyledikleri çok önemlidir. Saba melikesi mektubu alınca, danışmanlarını toplar ve onlara şöyle hitap eder: “Bana Süleyman’dan mektup geldi. Biliyorsunuz, Süleyman çok güçlü bir kral. Krallar eğer bir ülkeyi işgal ederlerse orada karıncalar bile zarar görür. Her yeri harap ederler. Onun için bana kralların bir yeri işgaline izin vermeyecek bir çözüm önerin” der. Yani Süleyman bile olsa, onun bir yeri işgal etmesinin zulüm getireceği endişesini taşır. O zaman bizim Müslümanlara bunları hatırlatmamız lazım. Saltanatın, hanedanlığın İslâm’la doğrudan hiçbir bağı yoktur. Benim “Siyasetnameleri Yeniden Okumak” eseri birazcık da Müslümanların kafasındaki o tabuyu yıkmak için yazılmış bir kitaptır. Eserde saltanatın dinle alakası olmadığını, bilakis insanlık tecrübesi ile alakalı olduğunu anlatmaya çalıştım. Demokrasinin de dinle alakası yoktur, tıpkı saltanat gibi beşerî bir tecrübedir. Her ikisi de İslâm’ın siyaset alanındaki amaçsal, süreçsel ve sonuçsal ilkelerine uygunluğu ölçüsünde değerlendirilmelidir.

 

Bu manada siyasetnamelerin kabullerinin de sorunlu olduğunu ve tenkide tabi tutulmaları gerektiğini söyleyebilir miyiz?

 

Mesela hiçbir siyasetname saltanat sistemini sorgulamaz. Muaviye’nin zaman zaman “ben kral mıyım, yoksa halife mi?” diye endişelendiğini yazarlar ama saltanatın meşruiyetini hiç tartışmazlar. Veliahtlığın ehliyetsizlikle sonuçlanmasını sorun etmezler. İmam-ı Maverdi kitabının başında emaneti ehline vermek gerekir diye tavsiyede bulunurken; sonra onlarca sayfada veliahtlığı sistemleştirmeye çalışır. Bu sistemin emaneti ehline verme karşısındaki yetersizliği üzerine bir cümle yazmaz. İmam-ı Gazali vb. birçok siyasetname yazarı kitaplarının ilk bölümünde hükümdarın adaleti sağlamak için var olduğunu belirtir, birkaç sayfa sonra da ona zalim de olsa itaat edilmesi gerektiğini söyler. Onlara göre güvenlik (fitne) adalet ve emanetten daha önemlidir. Peki, bunun günümüzde PKK tehdidine karşı hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasından, 28 Şubat sürecinde laiklik söz konusu ise demokrasi ve insan haklarının kısıtlanabileceği yaklaşımından ne farkı var. Şimdiye kadar bu çelişkiyi nasıl görmediler? Yoksa gördüler de görmemezlikten mi geldiler? Yoksa hakikaten onu din olarak mı kabul ettiler?

Bu tür yaklaşımlar sonucunda siyaset zaman içerisinde itikada, liderin yaptığı da hikmete dönüşür.

 

Yine siyasetnamelerden devam edelim o halde. siyasetnamelerde de ele alınan, “İki halife çıkarsa birini öldürün” gibi şaibeli rivayetler üzerine kurulu bir siyasi anlayışta, demokrasilerdeki siyasi ve sivil muhalefetin varlığını nasıl değerlendirmeliyiz?

 

İki halifenin varlığı meselesi İslam bilginlerini çok meşgul etmiş bir meseledir. MS 11. ve 12. yüzyıla kadar, Müslümanların sadece bir tek halifeye bağlı kalacakları ve bir tek devleti olacağı varsayılmış. İki halife çıkarsa ikisine de nasihat etmeyi kim daha az ehliyetli ise onunla savaşmayı ön görmüşler. 13. yüzyılda Memlukler kurulur. Ancak devletin sahibi Abbasi hanedanından veya Kureyş kabilesinden değildir. Ulema dinle devleti ayırır, halife ve sultan diye ikiye böler: Abbasi ailesinden sembolik bir halife seçilir, o da devleti yönetme yetkilerini sultana devreder.

Sizler de biliyorsunuz ki, Cenab-ı Allah hiçbir amaçla insan öldürmeyi meşru saymamıştır. Tek bir sebeple devletin insanı öldürmesine izin verilmiş: Kasten bir başka insanı öldürmek. Yani kısas hakkı. Ancak kısas da kişilere değil, adalet mekanizmasına verilmiştir. Öyleyse hangi İslâm alimi hangi gerekçeyle sultanın iktidarlarını korumak için başkasının öldürülmesine izin verebilirler. Ama tarihe baktığınız zaman, İslâm ulemasın büyük bir bölümü iktidarın bekası ve fitnenin önlenmesi için pek çok insan katledilmesine fetva vermiştir.

Oysa demokrasi bu sorunu sükunetle ve suhuletle çözer. Demokrasi ile tarih boyunca ya ölümle ya devletin sona ermesiyle yahut da kıtalle sona eren bir iktidarın seçimle değiştirilmesini sağlayacak bir erdeme ulaşılmıştır. Bugün demokrasilerde iktidara alternatif olanlar,  yani muhalefet, düşman olarak değil, rakip olarak görülür. Halbuki geleneksel devletlerde sultanın iktidarına muhalefet etme ihtimali olanlar bile düşman görülür. Kardeş, anne, baba, abi, amca ve oğul bile düşmandır. Ama demokrasi de rakip vardır, düşman yoktur.

Makamların geçiciliği İslâm’ın en çok vurguladığı şeylerden birisidir. O makamların emanet olduğu ve emanetin hassasiyetle korunması gerektiği fikri hakimdir. Makamların geçiciliğini bize anlatan tek sistem bugüne kadar sadece demokrasi olmuştur. Demokraside seçimle belirli bir süre görev yapabilirsiniz. Ölene kadar görevde kalınan geleneksel yapılar yanında makamların ve dünyanın geçiciliğini bundan daha iyi anlatan bir uygulama olabilir mi?

 

Devlet yönetim paradigmasının değişmesi gerektiğini mi iddia ediyorsunuz?

 

Evet, gerçekte 2004 yılında kamuoyuna ilan edilen Kamu Yönetimi Reformu bu amaçla hazırlanmıştı.

Geleneksel devlet, beş ana kavram üzerinde oturmaktadır: 1) ideolojik, 2) otoriter, 3) merkeziyetçi, 4) kapalı ve mekanik bir bürokrasi, 5) sorumlulukları olan vatandaşlar. Bu paradigmaya göre devlet amaç, insanlar araçtır. Başka ifadeyle, insan devlet içindir.

Modern bir devlet için idealize edilen kavramlar iki kategoride tanımlanabilir:  Birinci kategori; hukukun üstünlüğü, insan hak ve özgürlükleri gibi amaçlardır. İkinci kategori ise yönetişim (şeffaflık, katılımcılık, denetlenme, hesap verme), demokrasi, adem-i merkezi yapı, açık ve organik bürokrasi ve halk odaklı yönetimdir.

 

Geldiğimiz noktada İslamcılık ideolojisi adına siz de birçok Müslüman aydın gibi bir hayal kırıklığı ve burukluk yaşıyor musunuz?

 

Şimdilerde farkında olmadan dini bir ideolojiye dönüştürdüğümüzü ve bunun mahzurlarını görüyorum. Ama bunu bir hayal kırıklığından çok, bir öğrenme ve farkına varma süreci olarak düşünüyorum. Bu süreci yaşamasaydık, İslam’a, devlete ve Müslümana dair aydınlanma olmayacaktı. Din, dindir. İnsanlara doğru yolu gösterir. Mutlu yaşamak ve sağlıklı bir hayat sürme rehberliğini yapar, öbür dünya için hazırlar. Dini ideolojik hale getirmek doğru değil. Okuduğumuz dönemlerde sahip olduğumuz bilgi, gençliğin verdiği heyecan belki çok yeterli değildi. İşte o dönemlerde biraz Seyyid Kutub’u, Hasan El Benna’yı, Mevdudi’yi okuyorduk. Bu eserler de bizi ideolojik hale getirmişti. Halbuki bizim iyi bir Müslüman olmaktan başka bir niyetimiz yoktu. Ama bütün bunlar çözülemez değil. Biz dini yeniden okuyarak, içinde bulunduğumuz çağın problemlerine çözümler üretme fırsatına sahibiz. Nitekim hakkında konuştuğumuz “Siyasetnameleri Yeniden Okumak” geçmişi yeni bir gözle okurken, “Kamu Yönetimi Âdabı” siyasi sorunlarımıza çözüm önerileri ve kamu yöneticilerine tavsiyelerde bulunmaktadır.

Follow