Bugün insan hakları ifadesinden ne anlıyoruz? Ve aslında ne anlamamız gerekiyor? Sizce insan hakları kavramı nasıl bir dönüşüm geçirdi?
İHEB başlangıç bölümünde, “İnsanlık ailesinin bütün üyelerinin doğal yapısındaki onuru ile eşit ve devredilemez haklarını tanımak dünyada özgürlük, adalet ve barışın temeli olarak kabul edilmiştir” der.
Hak ve özgürlük kavramları arasında sıkı bir bağ vardır. Hak, insanların özgürlüklerini kullanabilmeleri için gerekli ve hukuken tanınmış yetkileri ifade eder. Haklarını kullanabilen insan özgürdür ya da özgürlüğümüz haklarımızı kullanabilmemize bağlıdır. Haklarımızı kullandığımız kadar özgürüz diyebiliriz. Hak ve özgürlükler, devletin ve yönetenlerin gücünü, yetkilerini sınırlar. Bu nedenle, demokratik rejimlerde hak ve özgürlükler daha fazla kullanılabilirken otoriter rejimlerde çok daha sınırlandırılmış olarak karşımıza çıkar.
İnsan haklarının kaynağı, kapsamı ve tanımı konusunda farklı görüşler bulunmakla birlikte sözleşmeler, protokoller ve belgeler vasıtası ile uluslararası standartların oluşturulması noktasında ciddi bir yol alınmış bulunmaktadır. En çok kabul edilen tanımı; bu hakların insan olmakla doğuştan kazanıldığı, eşit, bölünmez, vazgeçilemeyecek, dokunulmaz ve evrensel haklar olduğu yönündedir. Bu tanımda insan hakları, insan onurunu ve eşitliği esas alan yüksek ahlaki değerler olarak kabul edilmektedir. İnsan hakları, insan onurunun korunması ve insanca bir yaşam için vazgeçilemez değerlerdir. Hiçbir ayrım gözetmeksizin herkes için her yerde ve her zaman geçerli olduğu kabul edilir.
İnsan haklarının dinamik bir yapıya sahip olduğu ve değişen yaşam koşullarına bağlı olarak gelişeceği kabul edilmektedir. Bu tespite uygun olarak 1. kuşak temel haklar, 2. kuşak ekonomik ve sosyal haklar, 3. kuşak dayanışma hakları ve 4. kuşak bilişim haklarından söz ediliyor olmasına rağmen bugün toplumda genellikle 1. kuşak temel/ kişisel haklar üzerinden değerlendirmeler yapılmaktadır. İnsan toplumsal bir varlık olmasına rağmen birey haklarını aşan haklara mesafe devam etmekte, birey haklarının dahi ortadan kaldırılmasına ya da keyfi olarak kısıtlanmasına onay verilmektedir. İnsan haklarının otoriter rejimlere tehdit olması ve bu nedenle baskılanması yanında yeterince kavranmadığı, bu nedenle talepkâr olunmaması durumları bir yana, pek çok kişinin yaygın olarak insan haklarını sadece kendisi için istediğini, aynı hakkı başkasından esirgediğini görmekteyiz. Bugün hâlen, ayrımsız, herkes için insan hakları talebinde ortaklaşılamamıştır.
İnsan hakları gibi her kesimin ortak bir paydada buluşabileceği temel haklarda dahi çatışma alanlarının ortaya çıkmasını nasıl yorumluyorsunuz?
Bu çatışma alanlarını iki ana kanaldan düşünmek mümkün. İlki, sanırım daha çok bunu soruyorsunuz, insan hakları ihlalleri olarak karşımıza çıkan durumlar. Bu durumları da ikiye ayırarak incelemek gerekir: Rejim ve devleti yönetenlerin insan haklarına yaklaşımından kaynaklanan sorunlar. Diğeri, siyasette de dâhil toplumsal yaşam içinde gerçekleşen durumlar. Yukarıda da dediğimiz gibi, otoriter rejimlerle ülkeyi yönetenler insan haklarını kendilerine tehdit olarak algılamakta ve sürekli olarak bu hak ve özgürlükleri baskı altına almaya, hatta kullanılamaz hâle getirmeye çalışmaktadırlar. Yani temel haklar da dâhil insan haklarını bilinçli ve programlı olarak ihlal etmektedirler. Bu politikayı sürdürebilmek için şiddet, baskı, cezasızlık, hakikatlerin gizlenmesi gibi çeşitli araç ve yöntemler kullanılmakta ve toplumsal algıyı da bu yönlü şekillendirerek bu tutumun tabana yayılmasına zemin yaratmaktadırlar. Diğeri, son cümleden devamla, siyasette de dâhil toplumsal yaşam içinde gerçekleşen durumlar. Bu durumda da ülkeyi yönetenlerin yaklaşımına öykünerek ve bundan güç alarak, empoze edilen yaklaşıma uygun olarak gerçekleştirilen hak ihlalleri sorunları ortaya çıkmaktadır. Bu durumların yaşandığı ortamlarda, özellikle, insan haklarının eşitlik ve evrensellik özelliğinin göz ardı edildiği, bireysel ya da grup çıkarı gözetilerek hareket edildiği, hakları sadece kendisine hak görme, kendisi dışındakilerden esirgeme hâlinin öne çıktığı görülmektedir. “Bana işkence yapılmasın ama ben başkasına yapabileyim ya da başkasına yapıldığında onaylama veya tepkisiz kalma durumunda olayım” gibi. Bir diğer örnek, Bulgaristan’da yaşayan Türk soylular için Türkçe isim talebine olumlu bakıp hatta bu talepleri karşılamayan devletleri ırkçılıkla suçlayıp, Türkiye’deki Kürtler ya da mülteciler için bu hakları ayrımcılık, teröre destek, hatta vatana ihanet olarak görmek ve reddetmek. Bu örneklerin çoğaltılabileceği hepimizin malumu. Bu tavırda olan kişi ya da gruplar zaman zaman sert çelişkilere de düşmektedirler. Türkiye’de ırkçı ideolojiyi savunan pek çok kişinin, yaşadığı diğer ülkede demokrat görüşleri desteklemesi gibi.
Kadın cinayetleri, iş cinayetleri, nefret saldırıları, gözaltında kayıplar, katliamlar, infazlar gibi yaşam hakkını ilgilendiren ihlaller başta olmak üzere bu grupta yaşanan hak ihlallerinde çoğunlukla devletin bilinçli olarak, negatif ve pozitif yükümlülüklerini yerine getirmediği görülmektedir. Hak ve özgürlüklerin korunması, ihlal edilmesinin önlenmesi, yaşama geçirilmesi ve geliştirilmesinden sorumlu devlet bu sorumluluğunu yerine getirmemektedir. Bu durumda, hak ihlallerinin önlenmesi için devleti bu yükümlülüklerine uymaya zorlamanın yanında toplumda insan hakları bilincinin, talebinin ve duyarlılığının geliştirilmesi gerekmekte ve bu gerekliliklere uygun politika, tutum ve etkinlikler önem arz etmektedir.
İkinci ana çatışma kanalı, bir hakkın koruduğu değerin/menfaatin diğer bir değerle/menfaatle karşı karşıya gelmesi durumudur. Bu karşıtlık, aynı hakkın koruduğu değerler arasında olabileceği gibi farklı hakların koruduğu değerler arasında ve dahası bir hakkın koruduğu değer ile kamusal bir menfaatin karşı karşıya gelmesi biçimlerinde olabilmektedir. Özel hayata saygı, ifade özgürlüğü, toplanma hakkı, çevre hakkı gibi pek çok hak çerçevesinde karşımıza çıkabilmektedir. Bugün Covid-19 aşısı bağlamında yeniden gündeme gelse de son 10 yılda özellikle çocuklara zorunlu aşı konusunda bu tartışma, anayasa mahkemesi ve AİHM kararlarına da konu edilmiştir. Bu çatışma durumlarının çözümü oldukça zor olabilmektedir. Çeşitli çözüm önerileri olsa da bugün, “dengeleme yoluyla çözüm” daha fazla tercih görmektedir.
Özellikle pandemi ile birlikte Türkiye’de ne gibi insan hakları ihlalleri ile karşı karşıya kaldık? İHD insan hakları ihlalleri raporunda, OHAL döneminin kapanmasına rağmen insan hakları içeren birçok kısıtlamanın hâlâ sürdüğüne ilişkin sayısal verileri paylaştınız. Pandemi ile birlikte bu süreçte bir iyileşme yaşandı mı yoksa durum daha da vahim boyutlarda mı?
Pandemi dönemi bir bütün olarak hak ihlallerinde büyük artışın yaşandığı bir dönem oldu. Zaten tehdit altında olan temel haklar yanında, ekonomik ve sosyal haklar alanındaki ihlaller öne çıktı. OHAL’in Temmuz 2018’de sonlanmasının ardından çıkarılan ve 31 Temmuz 2018 tarihinde yürürlüğe giren 7145 sayılı yasa ile OHAL’in insan haklarına aykırı düzenlemeleri 3 yıllığına uzatılmıştı, biliyorsunuz. OHAL fiilen ama yasa desteğinde devam etti dolayısı ile. Toplanma ve gösteri hakkından ifade özgürlüğüne, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkından işkence yasağına, seyahat özgürlüğünden masumiyet karinesine ve çalışma hakkına pek çok hak bu yasa ile baskılandı, ihlaline zemin yaratıldı. Pandemi süreci, 7145 sayılı yasa ile getirilen bu düzenlemelere yönelen tepkileri kırmak için fırsata dönüştü bir anlamda. Pandemi sürecinde; toplanma ve gösteri hakkına getirilen yasaklar, seyahat özgürlüğüne yönelik ihlaller, çalışma yaşamındaki ihlaller için pandemi gerekçe gösterildi mesela. Hatta pandemi nedeniyle toplumda ve bireylerde oluşan/oluşturulan büyük endişe kullanılarak kimi hak ihlallerine rıza üretildi. Zorunlu olmadığı halde aşı yaptırmayanların işten çıkartılması ve çok sayıda çalışanın esnek, kısa dönem ve evden çalışmayı kabulü buna örnek verilebilir. Bunların yanına maaşlarda azaltma yapılmasını kabul, kayıt dışı çalışmayı kabul, eğitim hakkı ihlallerini kabul, eşitlik ilkesi ihlalini kabul, toplanma ve gösteri hakkının, seyahat hakkının kısıtlanmasını kabul gibi örnekleri de ekleyebiliriz.
Bu dönemde derneğimize özellikle ekonomik ve sosyal haklara ilişkin başvurularda büyük artış gözlenmiştir. Yoksulluk, işsizlik, işten çıkarılma, maaş ve tazminatın ödenmemesi, yaşamaya yeter gelire sahip olmama, sosyal yardımlardan yararlanamama, uzaktan eğitim imkân ve araçlarına erişememe, barınma hakkı, sağlık hakkı ihlalleri, kadına ve çocuğa yönelik şiddet ve istismar gibi ihlaller bu süreçte özel olarak öne çıktı ve bu durum hâlen devam etmektedir. 2020 yılı Marmara Bölgesi Hak İhlalleri raporumuz bu konuda oldukça ayrıntılı veri içermektedir. www.ihd.org.tr adresinden[1] raporun incelenmesi tabloya açıklık kazandıracaktır.
İHEB 14. maddesi, “Zulüm karşısında başka bir ülkeden sığınma istemenin temel bir insan hakkı olduğunu” kabul eder. Bu madde kapsamında kendi ülkelerinde hakları çiğnenen, yaygın insan hakları ihlallerine uğrayan, ülkelerindeki şiddet ve çatışma ortamlarının varlığı nedeniyle kendi ülkelerinden ayrılma ve başka bir ülkeye sığınma durumu yaşayanlara karşı birey olarak yaklaşımımız ne olmalıdır?
Ülkede bulunan yabancıların sığınmacı, göçmen, mülteci, şartlı mülteci, geçici koruma statü sahibi gibi değişik hukuki statülere tabi olduğunu ve Türkiye’nin 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne coğrafi çekince koymuş olması nedeni ile Avrupa dışından gelenlere mülteci statüsü vermediğini bilerek Türkiye’de sığınma yahut başka bir ülkeye gitmek amacı ile bulunan ve mültecilik koşullarını taşıdığına inandığımız bütün yabancıları, mültecilik hakkına dikkat çekmek maksadı ile özellikle mülteci olarak nitelendirdiğimizi belirtmek istiyorum. Sizin de belirttiğiniz gibi İHEB madde 14, mülteciliği temel bir hak olarak düzenlemekte, 1951 Cenevre Sözleşmesi ve ek protokoller mültecilik hakkını ayrıntılı olarak düzenlemektedir. Mültecilerin yaşadığı sorunların temelinde devletlerin bu alana yaklaşımları yatmaktadır. Devletler mülteciliği temel bir hak olarak tanımaktan uzak durmaktadır. Mültecilerin hukuki güvence ve sosyal imkânlar nedeni ile seçtiği tercih sıralamasında ilk sıralarda yer alan devletler dahi, mültecilik taleplerine getirdikleri ağır kısıtlamalar, kota uygulamaları ve sınır dışı uygulamaları ile ciddi hak ihlallerine imza atmaktadırlar. Türkiye gibi kota uygulaması olmayan ülkelerde ise mülteciliğin bir hukuki statü olarak kabulü öncelikle 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne konulan coğrafi çekinceye takılmakta. Ardından, devletin yerleşik ve hak odaklı bir mülteci/sığınmacı politikası olmaması nedeniyle ağır sorunlar yaşanmaktadır.
Mültecilere insan onuruna yaraşır yaşam imkânı sunulmaması, hukuki statü verilmesinden kaçınılması, adalete erişim ve güvenceli çalışma sağlanmaması, eğitim ve sağlık imkânlarının sunulmaması, hukuka aykırı sınır dışı uygulamaları, Geri Gönderme Merkezleri uygulamasının yarattığı ağır ihlaller, nefret saldırılarının önlenmemesi gibi ciddi sorunlar artarak devam etmektedir. Mültecilere yönelik medyanın kullandığı ayrımcı dil ve yaklaşım, siyasetçilerin dil ve yaklaşımı da ihlallere zemin hazırlamaktadır. Tüm bu ciddi sorunlar artan ekonomik kriz, işsizlik ve yoksullukla birleşerek yerli nüfusun mültecilere olan tavrını belirlemektedir. İşsizliğin ve düşük ücretle çalışmaya zorlanmanın nedeni olarak hayatta kalabilmek için karın tokluğuna çalışmaya mecbur bırakılan mülteciler gösterilmekte, kayıt dışı ekonomi, ekonomik kriz, azgın sömürü ve sermayenin tercihleri göz ardı edilmektedir. Evlilikte aldatmaların nedeni, ikinci eş olarak satılan çocuk yaştaki mülteci kadınlar gösterilmekte, erkek şiddeti ve çocuğa yönelik istismar görmezden gelinmektedir. Hareketli nüfusu ile ortalama 20 milyonluk İstanbul’da bile kalabalığın nedeni olarak 600 bin Suriyeli mülteci gösterilmekte, çarpık kentleşme göz ardı edilmektedir. Konut kiralarındaki artışın nedeni olarak mülteciler gösterilmekte, fırsatçılık yok sayılmaktadır. Hiçbir dayanağı yokken suça karışanların çoğunlukla mülteciler olduğu söylenmekte, yerli nüfusun gözünde tüm mültecilere suçlu damgası vurulmaktadır. Daha pek çok örnek vermek mümkün olmakla birlikte, bireylerin devlet ve ülkeyi yönetenlerin yaklaşımlarından farklı davranma ihtimallerinin oldukça düşük olduğunu belirtmek gerekmektedir. Hak odaklı bir mülteci politikasının olmaması, misafir yaklaşımının devam ediyor olması, mültecilerin uluslararası arenada siyasi pazarlığın odağında tutulması bireylerin de mültecilere olumsuz ön yargılar geliştirmesinin zeminini beslemekte, nefret saldırılarının önünü açmaktadır. Nefret saldırılarının önlenmemesinde sürdürülen cezasızlık politikasının önemi de atlanmamalıdır.
Uzun lafın kısası, bireyler tutumlarını ülkeyi yönetenlere bakarak onların kendilerine sunduğu malzemeler üzerinden belirlemektedir. Dolayısıyla, mültecilere ilişkin olumsuz ön yargıları değiştirmenin yolu, resmi mültecilik politikalarının değişmesinden geçmektedir. Temelde insan hakları, özelde mülteci haklarına ilişkin bilinç ve duyarlılık yaratmak, devleti hak temelli, mültecilere insan onuruna yaraşır bir şekilde yaşam sağlama konusunda zorlamak, medyanın bilgi çarpıtmasına, ayrımcı ve nefret içeren söylemlerine engel olmak önemli. “Ayrımsız, herkes için insan hakları” diyerek, “İnsan, haklarıyla insandır” diyerek, yargı oluşturmadan önce gerçeği öğrenmeye çabalayarak, vicdanımızın/aklımızın karartılmasına izin vermeyerek, en kötü hâli ile çatışmaların ve savaş tehdidinin merkezinde bir ülke olarak hepimizin potansiyel mülteci adayı olduğunun farkına vararak başlayabiliriz işe. (BU SPOTU SÖYLEŞİNİN BAŞINA AL İLK KOYDUĞUN GÖRSELİN ÜSTÜNE VEYA GÜZEL BİR YERE) Sevebiliriz, olmadı saygı duyabiliriz. Bu da olmadı, o zaman onun bizimle eşit haklara sahip olduğunu kabul ederek haklarına saygı gösterebiliriz. Bu mümkün mü derseniz, evet mümkün. Ben çok duydum ama siz henüz duymadıysanız Almanya’da yaşayan göçmen ya da mülteci Türkiyelilere sorun, bunun nasıl mümkün olduğunu anlatırlar. Haklarının korunması için mücadele edebilirsiniz. İş yerinizde mültecilere haksızlık yapılırken sessiz kalmazsınız, nefret saldırılarına maruz kalan mültecilerin davalarını takip edebilirsiniz, istismar edilmelerine seyirci kalmazsınız, gerekirse yetkililerden yardım alarak çocukları ve kadınları korumaya yardım edebilirsiniz, dil problemi yaşayan mültecilerin dili olabilirsiniz.
Kamuoyunda, “göçmen” deyince artan öfkeyi, hıncı, nefreti nasıl yorumluyorsunuz? Bunu nasıl alt edebiliriz? Sizin bu konuda öneriniz ve projeleriniz neler?
Bu sorunun bir bölümüne üstte cevap verdim diye düşünüyorum. Yoğun mülteci başvurusu alan bir dernek olarak en başta, mültecileri eşit bir hak öznesi olarak görüyoruz ve sorunlarının çözümü için azami gayret sarf ediyoruz. İhlalleri yerinde takip etmeye gayret ediyoruz. Hazırladığımız raporlarla yaşanan hak ihlallerini görünür kılıyoruz. Çocuk ve kadınlar, tüm hassas grup mülteciler başta olmak üzere adalete erişimlerine aracılık ediyoruz. Hukuki danışmanlık yapıyoruz. Dayanışıyoruz. Hükûmetin ihlal üreten politikalarına eleştirilerimizi ve sorunların çözümü için önerilerimizi sunuyoruz. Gönüllü çalışan bir insan hakları örgütü olarak bütün bunları 35 yıldır yapıyoruz.
İHD olarak Türkiye’nin insan hakları ve özgürlükler konusundaki karnesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Maalesef kötü. Üstteki sorulara verdiğim cevaplarda da değindim aslında. Gittikçe otoriterleşen, insan haklarını yok sayan, tek tipleşmede ısrar eden, Türk, Müslüman, Sünni, erkek ve pandemi sürecinin daha da görünür kıldığı hâli ile zengin olanın dışındakileri ötekileştiren, ayrımcı politikaları güçlendiren, nefret ve düşmanlık duygularını körükleyerek toplumsal barışı imkânsız hale getiren, devlete de, kurumlarına da, anayasasına da, hukuka da, siyasallaştırdığı İslam’a da güvensizlik büyüten, topluma kaosu ve geleceksizliği dayatan bir yönetme anlayışının kıskacındayız. Kayıplarını arayan Cumartesi insanlarına, uğradığı haksızlıklara adalet arayanlara, hak savunucularına dahi tahammül edilemiyor. Bizi bekleyen daha karanlık günleri de görüyoruz. Buna karşın umutsuz değiliz. İnsanlık onurunun zulme galip geleceğine inanıyoruz. Bu umutla, şartsız, amasız, herkes için eşit, özgür, insan onuruna yaraşır bir dünya için mücadele etmeye devam edeceğiz.
[1] İHD 2020 yılı Marmara Bölgesi Hak İhlalleri raporu. İlgili rapora ulaşmak için: https://www.ihd.org.tr/marmara-bolgesi-2020-yili-hak-ihlalleri-raporu/
Söyleşi: GÜLSEREN YOLERİ
Söyleşen: HATİCE ERDEM