Prof. Dr. Talip Küçükcan ile Söyleşi

Söyleşi: Prof. Dr. Talip KÜÇÜKCAN

Söyleşen: Hatice İ. Erdem - Rana Kaya

 

“Kimlikler merkezler tarafından tanımlanmaya başlandığı andan itibaren ister istemez daraltıcı bir anlam taşıyor. Başkaları size o zaman birtakım kimlikler giydirmeye başlıyor. Ulus-devlet böyle bir yapı, ‘makbul vatandaş’ tanımlaması vardır ulus devletlerin ve bu vatandaşlar için biçtikleri bir gömlek var.”

 

Sosyolog Prof. Dr. Talip Küçükcan ile küreselleşme süreci ile birlikte devletlerin kültür ve kimlik politikalarını, popüler kültürün kimlik üzerindeki etkilerini ve göç sosyolojisi üzerinden kültürel zorbalıkları konuştuk…

 

Küreselleşme süreci ve kitle iletişim teknolojilerinin yaygınlaşmasıyla ortaya çıkan popüler kültürün kimlik oluşturmada nasıl bir etkisi olduğunu düşünüyorsunuz? Müslüman kimliğin yeniden inşa sürecinde tanımlanış şeklinin değiştiğini düşünüyor musunuz?

Popüler kültür aslında kültürün metalaşmış hâlini ifade ediyor. Normal şartlar altında kültür, her kimliğin tanımlayıcı yüzü olarak görülmesi gereken bir unsur. Aslında kimlik dediğimizde sizin diğerlerinden ve ötekinden farkınızı işaret eden bir kavramdan bahsediyoruz. Sizin kendinizi tanımlama biçiminiz veya başkalarının sizi tanımlama biçimi. Sizi başkalarından ayıran, sizi başkalarından farklı kılan şey sizin kimliğiniz. Çünkü öbür türlü zaten kimlikler üst üste geçtiğinde, iç içe geçtiğinde sizin farkınız ortadan kalkmış oluyor. Sizin belirgin olarak neyi ifade ettiğiniz belirsiz hâle gelmiş oluyor. Popüler kültür dediğimiz kavram bu alanda kimlikleri büyük oranda belirsizleştiren ve tektipleştiren bir kavram. Çünkü size ait kültürel değerler, sizi siz yapan, ötekinden farklı yapan unsurların artık buharlaştığı bir dünyadan bahsediyoruz, en popüler kültürden bahsediyorsak. Çünkü kültür, normal şartlar altında metalaşabilecek, alınıp satılabilecek bir tüketim malzemesi değil. Fakat küreselleşen dünyada, özellikle Batı kaynaklı kültürel ürünler, bunun içerisinde romanlar, hikayeler, sinema, günlük hayat, mimari aklımıza gelen her ne varsa… Bizim günlük hayatımız eşittir kültür demek. Günlük hayatımızda nasıl yaşadığımız, kendimizi nasıl konumlandırdığımız, evimizin içindeki mimariden tutun da okullarda yaptığımız etkinliklere kadar çok geniş bir alanı içine alan bir kavram. Kültür eşittir bütün dünyamız.

Popüler kültür ile beraber özellikle Batı kaynaklı, İslam ve Türk uygarlığının dışından gelen kültürel unsurlar, aslında bugün hemen hepimizin tükettiği kültürel ürünler hâline dönüşmeye başladı. O zaman, bu neyi getiriyor bize? “Bizim diğerlerinden farkımız ne?” sorusunu tekrar sormamızı gerektiriyor. Tükettiğimiz ürünler itibarıyla baktığımızda; sosyal medyada, sinemada, tiyatroda, romanda, eğitim dünyasında, hatta ve hatta mutfakta, kahvehanelerimizde... Çünkü markalara baktığınızda, tüketim kültürünün nasıl değiştiğini görebiliyoruz. Bu bizim de değiştiğimiz anlamına geliyor. Bu açıdan bakıldığında sorunuzun belki ikinci tarafına değinmekte yarar var, yani acaba İslam kültürü ve İslam kimliği günümüzde mevcut şekli ile var mı ve nasıl değişiyor? Öncelikle şunun altını çizmek lazım, hiçbir kültürel kimlik ya da aslında hiçbir kültür ortaya çıktığı gibi sürmüyor, mutlaka bir değişime uğruyor ama burada önemli olan değişimin kodları ve değişimin yönü. Yani acaba özellikle İslam kültür ve medeniyeti söz konusu olduğunda bu değişim kendi içerisinden mi kaynaklı? Yoksa bu değişim başka ve dışarıdan gelen birtakım faktörlerin sonucu mu ortaya çıkıyor? Bugün baktığımızda şunu görüyoruz: İslam dünyası kültürel üretim anlamında geçmişteki zenginliğine sahip değil. Bunun temel nedenlerinden bir tanesi, özellikle küreselleşme ile dünyanın yavaş yavaş tek düze hale gelmiş olması. Çünkü bugün ortaya çıkan kültür ürünlerine baktığımızda bunlar nereden geliyor ve nerede tüketiliyor sorusu aslında biraz da bizim sorumuzun cevabını veriyor bize: tüketim. Dünyanın her yerinde bir tüketim var. Dünyanın acaba dominant ve hegemonik kültürel üretimi nerede diye baktığımızda, bunun İslam dünyasında olmadığını görüyoruz. Belki bunu birkaç soru ile açmak mümkün. Bizim kendimize ait bir kültür ve medeniyetimiz var. Bu kültür ve medeniyeti canlı tutabildik mi? Benim kanaatim, çok canlı tutamadık. Kendini içeriden yeniden üretebilecek şekilde canlı tutamadık. Ne entelektüel, ne akademi, ne sivil toplum ne de kültür dünyasında bunu çok iyi başardığımızı söyleyemeyiz. Elbette çok önemli faaliyetler var. Pek çok grup, cemaat, yapı İslam kültürünü, İslam medeniyetini yeniden ihya etmek için çalışmalarda bulunuyor fakat bir de dünyanın hegemonik kültürel dünyası var. İşte buna küresel popüler kültür diyebiliriz. Bu İslam dünyasını değiştirdi ve değiştirmeye de devam ediyor. Müslüman kimliğini değiştirdi ve değiştirmeye devam ediyor. Elbette bu değişim bir anlamda kaçınılmaz. Ama burada mesele, bu değişimin özünde ne var? Acaba bu değişimi kendimiz mi başlattık yoksa başka unsurların etkisi altında mı değişiyoruz? Şu anda dünyadaki eğilimlere baktığımızda şunu görüyoruz: İslam dünyasının neresine bakarsak bakalım bir kültürel üretim var ancak bunu kendi içinde bile tüketmekte yetersiz. Burada kastettiğim şey şu: Dünya sineması bir imaj ile geliyor. Dünyadaki en çok satan romanlar, en çok satan kitaplar içerisinde bir imaj, bir mesaj taşıyor. Hollywood filmlerinin ya da Bollywood filmlerinin içinde hiçbir mesaj olmadığını kimse söyleyemez. Sinema endüstrisine baktığımız zaman orada bir kültür, bir kimlik var. Kitap dünyasına baktığımızda, akademi dünyasına baktığımızda zaten bunu görüyoruz. Yani bütün dünyada akademiler, üniversiteler kültürün, kimliğin yeniden inşa edildiği ve bir söylem şeklinde insanlara aktarıldığı yerler. Küresel anlamda bu küresel rekabete girip, bu kimlik mücadelesinde ayakta durabilen bir Müslüman ülke, bir Müslüman kimlik, bir Müslüman grup göstermek bir hayli zor. Çok önemli gruplar, birtakım eğilimler var ama bu bahsettiğimiz küresel makinenin içerisinde tamamen dişlilerin içerisinde ezilip gittiler şimdiye kadar. Hem Türkiye açısından baktığımızda hem İslam dünyasının diğer ülkelerine baktığımızda bunun örneklerini çoğaltabiliriz. Yani insanlar kılık-kıyafet konusunda nereden daha fazla etkileniyor? Bu çok önemli bir örnek. Gençlere baktığımızda; kimlik edinen, kimlikleri tanımlanma aşamasında olan, daha doğrusu kimlikleri yavaş yavaş şekillenmeye başlayan yaş guruplarına baktığımızda, en çok sevdikleri şarkıcılar kimler, en çok dinledikleri şarkıcılar kimler, en çok beğendikleri roman yazarları kimler, en çok hangi yemek türünü tüketiyor bu gençler, bu çocuklar? Aslında İslami kimliğin (İslami kimlik diye bir kimlik tanımlayabiliyorsak), artık İslam medeniyetinin daha fazla dış unsurların etkisiyle tanımlamaya başladığını görüyoruz.

Ülkelerarası göçe bağlı muhacir/mülteci kimliği ve kültürlerarası etkileşim ülkelerin kendi kültürel değerlerini korumasını nasıl etkiliyor? “Zamanın ve mekânın anlamını yitirmesi” olarak nitelendirilen küreselleşme ile birlikte maruz kalınan sınır kaybı sonucu “bizi biz yapan değerlerin” toplumsal yaşamda silikleşmeye başladığını söyleyebilir miyiz?

Uluslararası göçün dünyadaki tarihine baktığımızda, hem düzenli hem de düzensiz, en yoğun olarak yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. Dünyada yaklaşık 100 milyondan fazla insan zorunlu göçe tabi tutulmuş durumda. Yani 100 milyon kişi doğduğu, büyüdüğü kültürel kimliklerini edindiği veya yaşattığı yerlerden daha farklı ortamlarda yaşamak durumunda. Dolayısıyla bu kadar geniş kapsamlı bir göç yaşandığı için bunun iki türlü etkisinden bahsetmek mümkün. Bir tanesi dışa açılma ya da sizin kendi kültürünüzü bir başka kültürle harmanlama. Ama aynı zamanda bir içe kapanma şeklinde kendini gösterebilir. Özellikle son yıllarda popülizm, aşırı sağ milliyetçilik göçün bir güvenlik sorunu olarak görülmesinden sonra böyle bir eğilim de dünyada ortaya çıkmaya başladı. Bunu ifade etmekte yarar var. Ama 100 milyon kişinin bir ülkeden başka bir ülkeye göçmesi ya da bir ülkeler dizininden başka ülkeler dizinine göçmesi demek aynı zamanda kültürlerin, dilin, mutfağın, bir zihniyetin, hayat biçiminin oraya taşınması demektir. Yani siz kendi kimliğinizle, kendi varoluş sorunlarınızla bir yerlere gidiyorsunuz, orada yeni bir hayat kuruyorsunuz, bu hayatı kurarken ister istemez öteki dediğimiz kimliklerle de iletişim hâlinde, etkileşim hâlinde oluyorsunuz. Bu, göçün doğal bir sonucu. Dolayısıyla göçün, kimliklerin sivri taraflarını biraz törpülediğini ya da kültürleri daha dışa açık hâle getirdiğini söyleyebiliriz. Diyelim ki Orta Doğu'dan bir grup insan Avrupa'nın ortasına gidiyor. Bunlar yaşandı biliyorsunuz, 2015 yılında 1 milyon kişi Almanya’ya yerleşti. Büyük çoğunluğu Müslüman’dı. Bu insanlar yeni yerleştikleri yerlerde ister istemez Alman dili ve kültürü ile iletişim hâlinde bulunmak zorunda. Hayatlarına devam etmek zorundalar ve ister istemez kendilerini bir şekilde yeniden tanımlama ihtiyacı hissediyorlar. Hem kendilerini yeniden tanımlama ihtiyacı hissediyorlar hem de içinde yaşadıkları toplum onlara bir kimlik giydirmeye başlıyor. Dünyada hibrit kimlikler ya da tireli kimlikler oluşmaya başladı. Bu küreselleşmenin, göçlerin getirdiği kimlikler arası, kültürlerarası etkileşim ve iletişim... Ne kadar adil, eşit bir etkileşim var, asıl soru bu. Dominant kimlikler, özellikle baskın ulus kimlikler acaba dışarıdan, sonradan gelen göçmen kimliklerini ne kadar eşit kimlikler olarak kabul ediyor, ne kadar onlara adil ve eşit olarak davranıyor? Buranın sorunlu olduğunu söylemekte yarar var. Dünyanın neresine gidersek gidelim gerek küçük ölçekli göçler, gerekse büyük ölçekli göçlerde her zaman dominant kültür ya da ev sahibi dediğiniz kültürel kimlikler daha baskın bir şekilde kendilerini orada var ediyorlar. Bazı ülkelerde kültürel kimlikler başkalarının getirdiği kültür, başkalarının getirdiği din, başkalarının getirdiği inançlar, yerel inançlara ya da ulus kimliğe bir tehdit olarak görünüyor. Son dönemlerde Avrupa'da, Amerika Birleşik Devletleri'nde, şimdi Çin ve Hindistan'da yaşanan benzer bir güvenlikleştirme meselesi. Bunun elbette ki temel öznesi Müslümanlar oluyor. Nereye bakarsanız bakın şu anda en çok göç veren ülkeler İslam ülkeleri ve gittikleri yerlerde de Müslüman kimliğini büyük oranda korumaya, taşımaya, genç kuşaklara aktarmaya çalışan insanlar bunlar. Avrupa gibi çoğulcu, içerici ve kapsayıcı olduğunu, farklı dinlere, kültürlere kucak açtığını söyleyen medeniyetler ve uygarlıkların yavaş yavaş kapanmaya doğru gittiğini görüyoruz. Özellikle Avrupa'ya, ABD’ye baktığımızda; liberalizmin, demokrasinin, insan haklarının dünyaya yayıldığı yerler olarak bilinir ve aktarılır. Kültürel, dini çoğulculuk açısından baktığımızda son dönemlerde Müslümanların özellikle ötekileştirildiğini, sivil haklarının kısıtlandığını, mesela başörtüsü meselesinin tekrar gündeme geldiğini, Fransa gibi ülkelerde sadece başörtüsünü değil genel olarak Müslüman kıyafetlerinin kamusal alanda yasaklandığını görebiliyoruz. Dolayısıyla göçün bir taraftan kimlikleri törpüleyici, dışa açıcı bir etkisi var ama diğer taraftan özellikle bu bahsettiğimiz göç alan ülkeler öteki kimliklerle bir arada yaşama hoşgörüsüne sahip değilse ya da kendi kültürel kimliklerini güçlü olarak hissedemiyorlarsa dışarıdan geleni tehdit olarak algılama ihtimalleri yüksek. Göçler durdurulamaz. Önümüzdeki yıllarda şunu daha fazla göreceğiz; dünyada çatışmaların sayısı gittikçe artıyor, ekonomik dengesizlikler gittikçe artıyor, iklim değişikliğinden kaynaklı olan yoksulluk ve demografik yer değiştirme daha fazla olacak. Göçler kaçınılmaz olarak var ve kimlikleri, kültürleri etkileyecek. Mesele burada insanların göçmenlerin kimliklerine, değerlerine, taşıdığı medeniyet birikimlerine nasıl yaklaşacakları. Bu açıdan belki Türkiye'yi tartışmak bence önemli. Çünkü Türkiye dünyada şu anda en fazla mülteciye ev sahipliği yapan ülke. Dünyanın en büyük ekonomisi değil Türkiye, dünyanın en büyük coğrafyası değil, dünyanın en güçlü, en kalabalık ülkesi değil fakat dünyanın en fazla mültecisine ev sahipliği yapıyor. Biliyorsunuz, Türkiye'de mültecilerin kabul edilmesi konusunda toplumda özellikle 2010'dan sonra ciddi bir kabul söz konusuydu. Kültürel kodların çok önemli olduğunu gördük. Ensar ve muhacir kavramları Türkiye'de toplumun büyük kesiminin göçmenlere kucak açmasına neden oldu. Çünkü medeniyet kavramına baktığımızda, Müslüman, dünya ve Türkiye için bir şey ifade ediyordu. Dünyada popülizmin yükselmesi, bunun Türkiye'ye yansıması, küreselleşmenin etkileri olarak belki de kabul edilmesi gereken şeyler. Göçmenlerin güvenlik meselesi olarak görülmesinin Türkiye'de yansımalarını görmeye başladık. Göçmenler iki türlü güvenlik sorunu olarak görülebilir: Birincisi biz bunları tanımıyoruz acaba bunlar radikal mi, değil mi? Türkiye'de zaten bir terör meselesi var, bunların arasına acaba IŞİD taraftarları katılıyor mu gibi bir söylenti yayılabiliyor. O zaman siz göçmenlere bir kuşkuyla bakıyorsunuz, yani komşunuz, çocuklarınız aynı okula gidiyor, aynı çevredesiniz, aynı hastanede tedavi görüyorsunuz fakat bunlara karşı böyle bir kuşku uyanmaya başlıyor. Bunu 11 Eylül'den sonra yaşadı dünya. Türkiye'de bugün çok geç de olsa bunu hissettirmeye çalışan birtakım yapılar var. Türkiye açısından bakıldığında, ikinci bir güvenlik sorunu yani tehdit algısı Türk kültürüne ve medeniyetine Suriyelilerin, Arapların, başka ülkelerden gelenlerin, Afganistanlıların ne kadar uyum sağlayıp sağlayamayacağı meselesi. Burada da biliyorsunuz, bir üstenci söylem ortaya çıkmaya başladı. Türkiye'de birtakım siyasi yapılar tarafından elit tabaka içerisinde Afganlıların, Suriyelilerin, Somalililerin, başka ülkeden gelenlerin kültür ve medeniyetlerinin Türk kültür ve medeniyeti ile eşit olmadığı, bunların bizim medeniyetimizi bu anlamda bozabileceği ifade ediliyor. Kültürel medeniyete, kimliğe tehdit algısı böyle ortaya çıkıyor. Bunlar, geleneksel olarak bakıldığında Türk toplumunda olmayan şeylerdi. Türk ve Müslüman toplumlarında, Türk kültüründe, Müslüman medeniyetinde öteki ile yaşamak, bırakın aynı dinleri farklı dinden olanlarla bile aynı ortamlarda yaşamak, kamusal alanı onlarla paylaşmak hayatın doğal akışının bir parçasıydı. Belki de bunun en son örneklerini içinde yaşadığımız topraklarda görmek mümkün. Osmanlı coğrafyasına bakıldığında bu çok açık net görülüyordu. Bir tarafta Hristiyanlar, bir tarafta Yahudiler, bir tarafta Müslümanlar ve Türkler aynı kamusal alanı paylaşabiliyorlardı, aynı mekânlarda ortak olarak var olabiliyorlardı ve burada bir hiyerarşi kurulmuyordu. O zaman Yahudiler, Hristiyanlar bir tehdit olarak görülmüyordu. Çünkü Müslümanların kendine özgüvenleri çok yüksekti. Müslüman kültür ve medeniyeti, Müslümanların kültürel üretimi böyle bir tehdit algısını da otomatik olarak ortadan kaldırıyordu. Öyle anlaşılıyor ki Avrupa'daki kültür ve medeniyet, kültürel kimlik kendisini koruma altına almaya başladı çünkü eskisi kadar kendini güçlü hissetmiyor. Örneğin Avrupa'da, Amerika'da en hızlı yayılan din hangisi diye sorduğumuz zaman bunun cevabı açık net İslam ve Müslümanlık. Bu aslında bahsettiğimiz yerel kimliklerin orada kendilerini çok fazla koruyamadıkları algısını da ortaya çıkardı. O zaman demek ki Müslümanlık, dün onlar açısından bakıldığında kılıçla yayılıyordu, bugün farklı mekanizmalarla yayılmaya başladı. O zaman yapılacak işlerden bir tanesi Müslümanları kamusal alandan biraz dışlamak, onları mümkün olduğunca kendi köşelerine hapsetmek. Böylece ilişkileri hiyerarşik düzene koyup mümkün olduğunca Müslümanları ötekileştirmek. Bugün benzer bir hastalık benzer bir bakış açısının İslam dünyasına da, Türkiye’ye de sirayet ettiğini görüyoruz. Körfez ülkelerindeki çalışan işçilere baktığımızda büyük bir çoğunluğu Hindistan'dan ve Pakistan’dan geldi ama böyle bir kültürel hiyerarşi de yaratıldı. Yani o ülkede yaşayanlar, ev sahibi olan ülkeler kendi kültürel kimliklerini daha güçlü görüyorlar veya daha üstün görüyorlar ve bir koruma altına almaya başlıyorlar. Benzer bir şey Türkiye'de de meydana gelmeye başladı. Türk kültür medeniyeti, eski kapsayıcılığından biraz daha soyutlanmış oldu. Hâlbuki geçmiş dönemlerde biz bunu çok rahat görüyorduk, yani Türkiye'de insanlar öteki ile yaşama konusunda çok önemli örnekler ortaya koydular. Bugün bu zihniyetin daraldığını görebiliriz. Bu küreselleşmenin getirdiği dışa açılma değil de içe kapanma şeklindeki bir etki olarak tanımlanabilir.

Bauman, “Kişi, ne zaman kendisinin nereye ait olduğundan kuşku duyarsa, kimlik üzerine o zaman düşünüyor,” der. İnsan ve kültür ilişkisinde bireyi ve bireyin aidiyet hissettiği ya da dışla(n)dığı/ ötekileştir(il)diği toplumlarda kültürel zorbalıklara direnmek mümkün mü?

Kültürel zorbalık şu anda belki de en çok yaşadığımız hadiselerden bir tanesi. Buna ırkçılık diyebilirsiniz, yabancı düşmanlığı diyebilirsiniz, ötekileştirme diyebilirsiniz. Dünyanın hemen hemen her noktasında görmek mümkün. Temel nedenlerinden bir tanesi de modernleşme ile beraber gittikçe kültürlerin tekelleşmeye başlaması. Çünkü ulus-devletlerin inşası ile beraber bir homojenleşme yaşandı. Dünyanın hangi bölgesine bakarsak bakalım ulus kimliğin mantığında böyle bir şey var, yani çoğulcu bir yapıya dayalı değil. Gerek kültürel çoğulculuk, gerek dini çoğulculuk, gerek dil ve kültür açısından baktığımızda böyle bir yapıyla karşı karşıyayız. İngiltere'ye, Fransa'ya, Amerika Birleşik Devletleri’ne, nereye giderseniz gidin bir ana dil, ana akım kültür var. Eğitim sistemlerine baktığınızda bunun aktarıldığını görürsünüz. Evet ötekiler, belki başka kimlikler de zaman zaman eklemlenmekle beraber bir ana akım var, bir öz var. Bu öze yönelik her türlü hücum, saldırı olarak tanımlanan şey dışarıda tutuluyor. Gerek birey gerekse grup olsun, kimlikler açısından baktığımızda benzer şeyi söylemek mümkün. Yani normal şartlar altında insanların özgür olduğunu, eşit olduğunu, ifade ve fikir hürriyeti olduğunu söylüyoruz. Bütün bu bahsettiğimiz şeyler insanların kimliklerinin içini dolduran, şekillendiren şeyler değildir. Ama bu özgürlükler ne kadar yaşanabiliyor, bu özgürlük alanları ne kadar açık diye baktığımızda zaten problem orada ortaya çıkıyor. Çünkü kamusal alan dediğimiz alan normal şartlar altında herkese eşit oranda açık olması gereken alan. Fakat kamusal alanın, özellikle ulus devlet kavramının ortaya çıkması ve yapısının ortaya çıkması ile beraber yavaş yavaş ulus devletler tarafından doldurulduğunu ve tanımlandığını, sınırların çizildiğini görmeye başlıyoruz. Almanya'daki bir öğretmenin kılık kıyafeti, Fransa'daki bir kamu görevlisinin kılık kıyafeti veya İngiltere'de bir özel sektörde çalışan kişinin kılık kıyafeti, davranış biçimleri bütün bunlar aslında tanımlanmaya başlandı. Bir merkez tarafından tanımlanmaya başlandı. Kimlikler merkezler tarafından tanımlanmaya başlandığı andan itibaren ister istemez daraltıcı bir anlam taşıyor. Başkaları size o zaman birtakım kimlikler giydirmeye başlıyor. Ulus-devlet böyle bir yapı, “makbul vatandaş” tanımlaması vardır ulus devletlerin ve bu vatandaşlar için biçtikleri bir gömlek var. Buna kültürel kimlik ya da bir medeniyet algısının veya birikimin oluşturduğu yapı diyebilirsiniz. Bunun dışındaki kimlikler, kültürel gömlekler genellikle kabul edilmez. Eğer başka bir kültür unsuru eklemleniyorsa o zaman onun tekrar bir elden geçirilmesi gerekir. Onun “medenileştirilmesi/evcilleştirilmesi/yerelleştirilmesi” gerekir. Bu açıdan bakıldığında kültürel zorbalığın dün de bugün de var olduğunu söyleyebiliriz. Peki kültürel zorbalık nerede durdurulabilir? Yani bunun önüne acaba ne kadar geçilebilir? Bu tamamen sizin ne kadar açık bir toplum ve medeniyet olup olmamanızla alakalı bir durum. Eğer açık bir medeniyetseniz, açık bir toplumsanız, farklı kültürleri tehdit olarak görmeyecek kadar özgüveniniz, öyle bir arka planınız varsa, zihin dünyanız öyle ise ki ben Müslümanların öyle olması gerektiğini düşünenlerdenim. Çünkü İslam medeniyeti açık bir medeniyettir. Hiçbir zaman kapalı olmamıştır geçmişte. Bugün elbette ki ulus-devletler içerisinde yaşanıldığı için bunların getirdiği sınırlamalar ile beraber Müslümanlar da zihinsel kodlarını inşa etmeye başladılar. Hâlbuki bu açıdan bakıldığında bugün ulus-devlet model içerisinde yaşadığımız için sınırları ortadan kaldıramazsınız. Fiziki sınırlar her zaman olacak, yani pasaportla girilecek çıkılacak. Ama zihin dünyası açısından, medeniyet algısı açısından baktığımızda Müslümanların bir sınırı yok. Dünyanın neresinde Müslümanlar yaşıyorsa orası İslam medeniyetinin bir parçasıdır. Bu açıdan bakıldığında Müslüman kimliğinin son derece açık olması, öteki kimlikleri bir tehdit olarak görmemesi gerekir. Ama bugün ulus kimliğin çok baskın olarak var olması ve modern Müslüman zihninin inşâsı, bahsettiğimiz popüler kültür ve küreselleşme gibi kökeni İslam coğrafyasında, Müslüman medeniyetinde olmayan unsurların etkisinde yaşıyor olmamızdan kaynaklı. Geçmişte Müslümanlar kendi kimliklerini başkasına referansla tanımlamak zorunda değildi. Tabiri caizse tamamen kendi öz kaynaklarıyla, kendi üretimleriyle kimliklerini inşa ediyorlardı. Bunun için de çok özel bir çaba sarf etmiyorlardı. Çünkü gerek inançları, gerek kültürel, medeniyet birikimleri zaten yetiyordu bunun için. Müslümanları başkaları tanımlandırıyordu. Yani Avrupalılar, Batılılar, Doğulular başka şekillerde tanımlıyorlardı. Bu da şundan kaynaklı: Müslümanlar, kendi kültürel kimliklerini çok güçlü bir şekilde inşa ettikleri için dışarıdan gelen kültürel unsurları bir tehdit olarak görme riskini de taşımıyorlardı, böyle bir şey yoktu. Bu özgüven bugün ortada yok, çünkü bu özgüven olabilmesi için sizin kendi kültürel ürünlerinizin olması gerekir, medeniyet birikimlerinizin çok güçlü olması gerekir. Küreselleşme bugün kaçınılmaz olarak var diye kabulleniyoruz. Küreselleşme var, peki küreselleşmenin yönü nereye doğru gidiyor? Aslında bu soruyu sormak lazım, Müslümanların kendi kültür etkinliklerinin inşası ve ne kadar güçlü olup olmadığını görmek açısından. Bugün dünyada kültürel üretim açısından baktığımızda müzik, sosyal medya, yeme içme kültürü, eğlence kültürü, boş zamanlarını değerlendirme kültürü… Bunun kaynağının Avrupa ve Batı olduğunu görüyoruz. Bir küreselleşme var, bu küreselleşmeden kaçınılmaz olarak herkes etkileniyor. Peki biz ne üretiyoruz, Müslümanların ürettiği ne tür bir müzik var, Müslümanların ürettiği ne tür bir mimari yapı var? Mimari yapı sıradan bir şey değil. Evinizin mahrem ve mahrem olmayan alanlarınızın tasarımından bahsediyoruz. Eşinizle, çocuklarınızla, evinize gelecek ziyaretçilerle kurduğunuz ilişkilerden bahsediyoruz. Hayatımızın büyük bir çoğunluğunu geçirdiğimiz evimizin içini biz nasıl tasarlıyoruz? Hangi malzemeyi nereye koyuyoruz, ne tür oyuncaklar üretiyoruz çocuklarımız için? Bunlar sıradan sorular gibi görülebilir ama biraz daha derin düşünüldüğünde kimliğimizin ne kadar önemli bir parçası olduğunu görürüz. Mobilyamızı bile eğer başka ülkelerin dekorasyon dergilerinden alarak hazırlıyorsak o zaman demek ki kendi hayat tarzımızı inşa etme konusunda üretimimiz zayıf. Oyuncaklarımız Amerikan filmlerinin meşhur birtakım aktörlerinin canlandırdığı figürler ise bugün oyuncakçı dükkanlarına gittiğimizde hep onları görüyoruz. Çocuklarımızın ellerinde taşıdığı oyuncaklar bizim ürünümüz değil. Bir zamanlar bu coğrafyada, bu medeniyetin kendi çocukları için ürettiği oyuncaklar vardı. Bu da sizin zihinsel inşa ile, doğa ile, çevre ile nasıl bir ilişki kurduğunuzla alakalı. Bu soruya nasıl cevap veriyorsunuz? Çocuklarınıza verdiğiniz oyuncaklar onların boş zamanlarını nasıl geçireceklerine ilişkin bir konu ama bugün ne yapıyor Müslümanlar? Bugün Müslümanların büyük bir çoğunluğu tatil zamanı geldiğinde hemen internete giriyor, beş yıldızlı otellerde yerini ayırtıyor ve hemen oraya gitmeye başlıyor. Peki orada ne üretiyoruz, ne tüketiyoruz? Çocuklarımıza, yeni kuşaklara neler aktarıyoruz? Anadolu'dan, İslam medeniyetinden, İslam uygarlığından, Kur'an medeniyetinden bir unsur yok, bunu ifade etmekte yarar var. Bu açıdan bakıldığında biz şu anda küreselleşmenin bir ucundayız onun alıcısıyız, küreselleşmeye bir katkımız yok. Sadece tüketici olarak varız, küreselleşmenin belki de kendisini yeniden üretmesine sadece araç, vesile oluyoruz.

Mikro ölçekte ailelerin, makro ölçekte devletlerin kimlik ve kültür politikaları olması gerekli mi? Bu gereğin ölçüsü ve sınırı ne olmalı? Dindar nesil projeleri, kimlik muhafazası, Netflix yasakları gibi ahlâki ve kültürel erozyonla mücadele yöntemleri konusunda neler söylersiniz? İnsan dıştan şekillendirilmeli mi? Siyasi ve dini otoritelerin, hatta ebeveynin "insan imali" nasıl, ne kadar, hangi sınırlarda mümkün/makul/meşru/helal?

Her toplumun kültürünü tanımlayan birtakım değerler var. Değersiz bir toplumdan bahsetmiyoruz. Toplumların değerleri olduğu için bu değerleri insanlar yaşatmak isterler. Bundan daha doğal bir şey olamaz çünkü bizi var eden, hayatı anlamlı kılan, ilişkilerimizi belirleyen, insanla, tabiatla, Allah ile olan ilişkilerimizde bizim dışımızdaki kültürlerle, insanlarla olan ilişkilerimizi belirleyen, bunun zaman zaman sınırlarını çizen birtakım değerler var. Mesela diyelim ki ortalama bir Müslüman için helaller, haramlar, ilkeler var. Bakın bunlar hep değerlerdir, bizim hayatımızı biçimlendiren şeylerdir. Ben bir Müslüman birey olarak bu değerlerimi çocuklarıma aktarmak isterim, bunların korunmasını isterim, bunların dejenerasyona uğramasını istemem çünkü benim varoluşsal değerlerim bunlar. Nasıl ki bir ulus devletin sınırları bir tehditle karşılaşıldığında savunuluyor… Savaşı kimse istemez ama bir saldırıya maruz kaldığınızda kendinizi silahla savunmak zorunda kalırsınız. Neden? Çünkü bu varoluşsal bir tehdittir o devlet ya da millet açısından. Belki aynı kavramları kullanmak doğru olmayabilir ama benzer şey kimlikler için, kültürler için de var, özellikle bu yaşadığımız çağda. Eğer kendi kültürel, dini kimliğimizi, hayat biçimimizi koruyacak üretime sahip değilsek ki öyle, o zaman bunları koruma altına almak, bunları yeniden üretmek, bunları yeni kuşaklara aktarmak gibi bir isteğimiz oluyor. Anne-babalar çocuklarına bu anlamda belirli yaşa kadar istediği değerleri aktarma hürriyetine de sahip. İstediği inancı aktarabilir, istediği değerlerle yetiştirebilir, şekillendirebilir. Bireylerin böyle bir hakkı var, onu ifade etmekte yarar var. Ulus-devlet yapısı içerisinde bu hakkı ben kimden talep edeceğim, bu değerlerin korunmasını, aktarılmasını kimden talep edeceğim? Benim eğitim kurumları açma, eğitimi kontrol etme imkânım, hakkım yok, bu modern devletin görevi. Bu çocukların eğitilmesi, onların geleceğe hazırlanması gerekiyor. Devlet nasıl onlara bir kimlik veriyorsa ben aynı zamanda manevi bir kimliğin, manevi değerlerin aktarılmasını isteyen bir bireyim.

Bugün milli devlet yapısının, ulus devlet yapısının olduğu bir dünyadayız. Şu anda bunun dışına çıkabilir miyiz? Şu anda bunun dışına çıkma imkânımız yok. Yani bütün dünyadaki ulus-devletlerde, her yerde bir müfredat var. İmparatorluklar döneminde milli müfredat diye bir şey yoktu. Çünkü milli devlet diye bir şey yoktu. Eğitim tamamen “decentralized” idi, yani ademî merkeziyetçi bir yapı vardı. Her ülkede, her imparatorlukta, her toprak parçasında insanlar kendi eğitim kurumlarını rahatlıkla açabiliyordu. Bunun en güzel örneğini, yine yakın tarihimiz olması itibarıyla söylüyorum, Osmanlı’dan vermek mümkün. Osmanlı'da yabancılar kendi okullarını kendi dillerinde eğitim yapacak şekilde kuruyordu ve devlet buna karışmıyordu. Hristiyanlar, Ermeniler, Ortodoks Yunanlılar kendi okullarını çok rahat bir şekilde açabiliyordu ve devlet ona karışmıyordu. Müslümanlar için de medreseleri vardı ve devlet buna karışmıyordu. İstanbul payitaht olarak “Şunu burada okutacaksınız,” demiyordu. Ulus-devlet, kendi kontrol mekanizmalarını kuran yapıya sahip. En önemli kontrol mekanizmasını eğitim kurumları üzerine kurdu. Bütün dünya örneklerine baktığımızda imparatorluklardan ulus-devlete geçerken ilk yapılan iş, aslında eğitim kurumlarını tekele almak olmuştur. Neden? Çünkü bir ulus inşa etme var orada. İmparatorluklarda çoklu kimlikler, diller, etnisiteler var. Siz bunlardan homojen bir ulus inşa etmek durumundasınız. Modern ulus-devletin mantığı bu olduğu için söylüyorum. Sonra hepsi aynı müfredatı uygulamaya başladılar. Neden? Çünkü aynı geçmişi öğretecekler, aynı geleceği ve ufku paylaşacak bireyler, vatandaşlar inşa edecekler, onları yetiştirecekler. İslam dünyası da kaçınılmaz olarak böyle oldu. Normal şartlarda eğitimin belirli bir çoğulculuk içerisinde sürmesi lazım, her şeyi devletten beklememek lazım. Türkiye’de Tevhid-i Tedrisat yasası var. Tevhid-i Tedrisat şu demek: İster özel, ister kamu kurumunda bütün eğitim faaliyetlerinin denetimi, yönetimi içeriğinin belirlenmesi devlet kanalıyla olur. Türkiye'de bugün pek çok özel okul var. Bunlar istedikleri şekilde eğitim verebilirler mi? Kendi kafalarına göre veremezler. Çünkü belirli bir müfredat var. Aynı şeyi Almanya için de söylemek lazım. Fransa, Avrupa, Amerika için de söylemek lazım. Orada da belli bir müfredat var ve o sınırlar içinde belirlenebiliyor. Hangi ülkeye giderseniz gidin, ister özel okul ister kamu kurumu. Çünkü bu öğrenciler üniversiteye gitmek isteyecekler. O zaman bir sınav sistemi var. Ne yapılacak orada? Türkçe, Matematik gibi ortak bir alan olması lazım ki insanlar ortak alanda yarışabilsinler ama iş değerler dünyasına geldiğinde, dini ve manevi değerlerin aktarımı meselesine geldiğinde orada birey bu yetkiyi devlette gördüğü için, devlet bu yetkiyi kendisinde gördüğü için bunu devletten beklemesinden daha doğru bir şey yok bugün. Ama devlet şunu söylese mesela: “Benim görevim dini ve kültürel değerler aktarmak değil, ben bu alanı sivilleştiriyorum, tamamen sivil olarak insanlar kendi okullarını kurabilir, kendi kursların açabilir, isteyen orada dinini öğretsin, isterse orada Kur'an öğrensin.” O zaman bu soru daha farklı bir şekilde tartışılabilir. Bugün içinde bulunduğumuz yapıya baktığımızda, bu iş devlet eliyle oluyor ve vatandaş da bunu devletten bekliyor. Bir toplumu toplum yapan, o toplumun kültürel kimliğini en azından ortak bir zeminde buluşturan birtakım değerler varsa, bu değerlerin dejenerasyonu ile ilgili bir kaygı varsa bunun da toplu tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Ama elbette devlet düzenleyici bir kurum. Devletin insanlara zorla belli bir kimlik giydirmek, zorla belirli bir inancı aktarmak, belirli bir kalıba sokmak gibi görevi olmaması gerekir diye düşünüyorum. Devlet hakları, özgürlükleri ve temel imkânları tanıyan bir güç olarak orada olacak ve insanlar, bireyler kendi özgür alanları içerisinde bu eğitim faaliyetlerine devam edebilecekler. Belirli platformların toplumun genel ahlâkı, inançları ve genel kimlik değerleriyle çatışan birtakım yayınları varsa bunda da aynı şekilde regülasyona tabii tutulması gerektiğini düşünüyorum. Yasaklayarak hiçbir mesele çözülemez ancak bu regülasyon içerisinde belki bir kamusal tartışma olur, kamusal talepler olur, ondan sonra böyle bir düzenleme gerekir diye düşünüyorum. Dünyanın neresine bakarsak bakalım bu konularla ilgili bir düzenleme var ama bu düzenlemelerin sınırları nedir, bu meseleyi çok geniş bir şekilde tartışmak lazım. Mesela, pornografi. Pornografiyi dünyanın hiçbir yerinde, hiç kimse özgürlük alanı diye savunmuyor bugün. ABD’de, en liberal ülke olan Avrupa'nın çeşitli yerlerinde de hiç kimse pornografiye izin vermiyor. Hiç kimse çocukların özellikle bu tür programlara maruz kalmasına izin vermiyor. Hemen yasaklanıyor bunlar, bu işi yapanlar gözetim altına alınabiliyor. Demek ki her bir ülkenin kültürel anlamda, kültürel kimlik anlamında farklı kırmızı çizgileri var. Kimisinde orada başlar kimisinde başka bir yerde başlar. O nedenle böyle evrensel bir konuda kural koymak, bütün dünyayı içine alacak bir şekilde düzenleme yapmak zor. Her ülke, her toplum bence kendi kırmızı çizgilerini belirleyebilmeli, o özgürlüğe sahip olmalı. Fakat bu devlet eliyle ya da devlet zoruyla değil, alttan yukarıya kamusal bir tartışmayla, sivil toplumun girişimiyle olmalı. Türkiye'de tek kimlik yok, onu da ifade edelim. Her ne kadar Türkiye'de ulus-devlet içinde tek kimlik inşa etmeye çalışmış olsa da çok farklı kimlikler var. Liberal kimlikler, seküler kimlikler, muhafazakâr ve dindar kimlikler var. Bu kimliklerin birbiriyle çatışmadan, kavga etmeden, birbirlerini zayıflatmadan var olabileceği bir kamusal tartışmayla ancak böyle bir düzenleme yapılabilir diye düşünüyorum.

Daryush Shayegan, kronolojik olarak muhatap olduğumuz Batı medeniyetine, ontolojik olarak muhatap olamadığımızı ve bu yüzden kültür şizofrenisi yaşadığımızı söylüyor. Bu bağlamda İslam dünyasının geleneği muhafaza ettiğini ancak bilinci ve gerçekliği kaybettiğini söyleyebilir miyiz? Doğu/İslam/Türk kültürü deyince en belirgin kodlar neler? Ve bu kültürler üzerinden bireysel ve toplumsal kimlik ve kişilik üretmek adına sizin tespit ve değerlendirmelerinizi sorsak ne söylersiniz?

İslam dünyası ile Batı dünyasının çok çetrefilli ilişkileri var. Bunu ifade ettim ama son 300-400 yıla baktığımızda İslam dünyasının pek çok alanda Batı ile rekabet hâlinde olduğunu ama bu rekabette kazançlı çıkmadığını görüyoruz. Yani bu hem kültürel/entelektüel üretim itibarıyla hem de bilim ve teknoloji itibarıyla, hangi açıdan bakarsak bakalım, İslam dünyası ile Batı dünyasının rekabetinde Batı’nın büyük oranda ileride olduğunu görüyoruz. Bunu ilerici-gerici anlamda söylemiyorum. Rekabette acaba kim daha ön planda, kim kendi kurumlarını daha fazla inşa etti, bir baskı kurdu, bir yerde yönetmeye başladı? Bu açıdan bakıldığında İslam dünyasının ciddi bir yenilgiye uğradığını söyleyebiliriz. Yenilgiye uğramasının çok ciddi bir arka planı var, onu tartışmamız lazım. Meseleyi bir siyasi tartışma olarak konumlandırmamak lazım. “Batı’yla İslam dünyası yarıştı, İslam dünyası teknolojiye ayak uyduramadı, ekonomik olarak geride kaldı.” Meseleyi sadece bu kadar basitleştirerek ortaya koymamak lazım. Bunun da ötesinde sizin sorunuzda ifade ettiğiniz bu entelektüel ve ontolojik tartışmalar, epistemolojik tartışmalar, felsefi tartışmalar çok daha önemli hâle gelecek çünkü Müslüman’ı var eden şey, İslam medeniyetini var eden şey, ne sadece teknoloji ne de sadece bilgi ama bir bütün olarak baktığımızda hepsini görmemiz mümkün. Özellikle sömürgeciliğin yükselmesi, ulus-devlet yapılarının inşa edilmesiyle beraber, İslam dünyasında büyük bir parçalanma meydana geldi. İslam dünyası ne yazık ki bu dönemde parlak dönemlerindeki düşünceyi, medeniyeti, değerleri tekrar üretemedi hatta koruyamadı bile. “Müslümanlar kültürel şizofreni yaşıyor,” diyorlar. Ben o değerlerin de çok korunabildiğini düşünmüyorum, çünkü şunu görmemiz lazım, ulus-devletlerin ortaya çıkması ile beraber Müslüman dünyada yaşanan çok ciddi krizlerden bir tanesi siyasi meşruiyet krizi. Bu siyasi meşruiyet krizini hiçbir zaman aşamadı İslam dünyası. Buradan kastettiğim şey şu, 1920'lerden itibaren yavaş yavaş Müslüman ülkeler ulus-devlet olarak bağımsızlığını ilan etmeye başladı. Cezayir 60'lara kadar bir sömürü ülkesiydi, bağımsızlıklarını sadece kağıt üzerinde ya da hukuki anlamda uluslararası ilişkiler anlamında bağımsızlığını ilan etmiş oldu. Ama özellikle düşünsel olarak, entelektüel olarak kültür ve medeniyet havzası olarak ne kadar bağımsız olabildi, bunun sorulması lazım. Yani çok uzun yıllardır İslam coğrafyasındaki okutulan ders kitaplarına bile baktığımızda bunların sömürge dönemindeki düşüncelerin, fikirlerin tekrar imal edildiğini orada görüyoruz. Tekrar tekrar üretildiğini görüyoruz. Türkiye gibi biraz daha farklı ülkelerde bile aslında durum çok farklı değildir. İlk dönemlerdeki cumhuriyetin kuruluş dönemi kitaplarına baktığımızda, bir Türk kimliği inşa etmek için aslında İslam'ın, Müslüman dünyanın ötekileştirildiğini görüyoruz. Batı hiçbir zaman ötekileştirilmemiş. Tam tersi Türkiye'nin içinde yer almaya çalıştığı, entegre olmaya çalıştığı bir yer olarak konumlandırılıyor. Buradan nasıl otantik ve orijinal bir düşünce tarzı ortaya çıkabilir? Temel sorulardan bir tanesinin bu olduğunu düşünüyorum. Müslüman dünyanın bu krizi yenemediğini, bir taraftan siyasi meşruiyet krizlerinin yaşandığını düşünüyorum. Arap baharı ise böyle bir meşruiyet krizi sonucu ortaya çıkan bir problemdi ve yanında çok temel meseleler olduğunu gösterdi. İnsan hakları, fırsat eşitliğinden yaralanıp yaralanmamak konusu, hak ve hürriyetlerin İslam dünyasında ve Müslüman coğrafyada ne kadar yerleştiği meselesi… Bütün bunlar bizim daha işin abecesinde olduğumuzu gösteriyor. Burada temel nedenlerden bir tanesi, çok pasif bir zihin dünyasına sahip olmamız ile alakalı. Değerlerimiz var, bunda bir problem yok, bundan bir kısmına da sahibiz ama bunları genç kuşaklara aktarma, kurumsallaştırma, derinleştirme ne ile olabilir? Entelektüel üretimle olabilir. İslam’ın temel kaynaklarının okunması, modern dönemde acaba modern insana ne söylüyor şeklinde yorumlanması önemli. Çünkü şunu ifade etmekte yarar var: Biz İslam'ın mesajlarının evrensel olduğuna inanıyoruz, bunu iddia ediyoruz ama evrensel olduğunu söylediğimiz Kur'an bugünün insanına nasıl hitap ediyor diye baktığımızda bile bir sürü tartışma olabiliyor. Mesela “Kur'an zaten yorumlandı, kimse Kur’anı tekrar yorumlama yetkisine sahip değil,” denilebiliyor. Hâlbuki biz burada bilginin üretiminden bahsediyoruz, mesajın yeniden anlaşılmasından bahsediyoruz. Küreselleşme diye bir kavram yoktu 14-15. yüzyılda ama bugün var. Şu anda popüler kültür diye bir kavramdan bahsediyoruz, sosyal medya diye bir kavramdan bahsediyoruz. Hepsi bizim değerlerimizle, kimliğimizle, kendi algımızla doğrudan ilintili. O zaman bir bütün olarak bu gelişmelere bakmamız lazım ve değerlendirmemiz lazım. Bunun özünde de yine sanırım düşünce dünyasındaki kuraklık meselesi var. Bu kuraklığı ortadan kaldırmadığımız, öze dönmediğimiz sürece hep Batılı kodlarla, Avrupalı kodlarla veya başka medeniyetlerin kodları ile düşündüğümüz sürece, yeniden canlı, dinamik bir İslam kültür ve medeniyeti oluşumu hayli zor görünüyor.

Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması tezini temele alırsak, İslamofobi, Müslüman toplumların modern dönemdeki kimlik arayışlarında, Müslümanların varlık alanını nasıl etkilemektedir? Kolektif kimlik inşası bir “öteki” gerektiriyorsa Batı’nın birincil ve belirgin ötekisinin İslam, Müslümanlar ve Türkler olduğunu ifade ediyorsunuz. Batı’daki İslam ve Müslüman imajı nasıl sizce? İslamofobinin yaygınlaşmasına neden olan etkenler nelerdir?

Huntington özellikte Doğu-Batı ikileminin belirginleşmesinde İslam ve Batı ayrımının ortaya çıkmasında çok önemli rol oynadı bunu ifade etmekte yarar var. Çünkü Soğuk Savaş dönemine kadar bu tartışma bu kadar canlı değildi. Soğuk Savaş döneminde dünyayı ikiye ayırmışlardı; bir tarafta Sovyetler Birliği, komünist dünya diğer tarafta medenî dünya, Avrupa, Batı dünyası. Soğuk Savaş bittikten sonra bu tartışmalar tekrar canlandı. Samuel Huntington’un o meşhur medeniyetler çatışması makalesi işte tam da bu tartışmaların özünü oluşturuyor. Orada söylediği şey, Batı dünyası için büyük bir tehdit olan komünist blok yıkıldı, o zaman yeni bir tehdit ortaya çıktı, bu yeni tehdit İslam dünyasının aslında merkezini teşkil ettiği Doğu medeniyeti ama orada kastettiği aslında doğrudan doğruya İslam medeniyeti ve bu kavramı kullanıyor. Batı medeniyeti kavramını kullanırken de Hristiyanlığa hiçbir zaman referansta bulunmuyor. Ama arka planına baktığımızda bunun bence Batı medeniyetini tanımlandırırken çok ciddi bir Hristiyanlık medeniyeti düşüncesi olduğu kanaatindeyim. Modern Batılı da aslında kendisini tanımlarken Hristiyanlıkla ilgili bir şey söylemiyor ama o kültürel kimliğin içerisinde yayılmış kültürel kimliğinde çok ciddi bir şekilde rengini vermiş bir Hristiyanlık var ya da Hristiyan, Yahudi kültürünün orada olduğunu görmemiz mümkün. Müslüman karşılığında, özünde de bu yatıyor zaten. Yani sadece Batı’nın demokrat olması, Batı’nın çoğulcu olması İslam düşmanlığını üretecek bir şey değil tek başına. Orada mutlaka dini bir unsur olmalı ki İslam'ı tehdit olarak görsün kendisine, İslam'ı bir problem olarak görsün. Bunu formüle ederken çok daha rafine bir şekilde formüle ediyor Huntington. İslam ile Batı arasında kavga olacak önümüzdeki dönemlerde, çünkü bunların değerleri birbirleriyle çatışıyor. İslam’ın temsil ettiği değerler ile Batı’nın temsil ettiği değerler uyuşmuyor. Dolayısıyla günün birinde bu çatışma yaşanacak, temelinde de bu var yani gelişmiş olan, rafine olmuş olan medeni olan, saf ve temiz olan Batı medeniyetidir. Bunun karşısında ise İslam medeniyeti vardır. Adını koymuyor ama barbar demek istiyor. Yani barbar, uyumsuz, şiddet yanlısı, kadın haklarını tanımayan bir medeniyet var. Dolayısıyla bu medeniyetle ilgili kelimeler, kavramlar, tartışma biçimleri ister istemez bir ötekileştirme ve konumlandırma ortaya koydu. Bugün İslamofobi dediğimizde geçmişte kökenleri olmakla beraber modern hâliyle Huntington’un fikirlerinin oluşmasında ve yükselmesinde çok ciddi payı olan ve Avrupa'nın genel olarak içine kapanması, öteki ile yaşantısının sıkıntılara düşmesinin sonucunda “İslam karşıtlığı/İslam düşmanlığı” şeklinde Türkçeleştirilmesi gereken bir olgu var. İslam'ın ve Müslümanların imajı nasıl diye sordunuz. Elbette ki çok iyi değil ama bu Müslümanların sadece kendi yaptıkları ile alakalı bir mesele değil. Yani Müslümanların imajı 17. yüzyılda da iyi değildi, 16. yüzyılda da iyi değildi Batı açısından baktığımızda. İslam medeniyetinin zirvede olduğu dönemde, Müslümanların medeniyetlerini en üst düzeye ulaştırdıklarında, her evde okuma yazma bilen insanların olduğu, evlerde kütüphanelerin olduğu, Batı’da okullarda bile kitapların olmadığı, hatta doğru dürüst okulların bile olmadığı dönemlerde Müslümanlar zaten öteki olarak görülmüş. Bir şekilde ya barbar, ya gerici, ya da yobaz diye niteliyorlardı. Bugün biraz daha bu dil artmış oldu. Batı medeniyeti özü itibarıyla ötekileştirici olduğu için böyle bir şey var. Özümseyemediği için, İslam kültür ve medeniyetini bir tehdit olarak gördüğü için var. Ama elbette buna malzeme verenler de var. Müslümanların imajını olumsuz yönde etkileyecek Müslümanların ürettiği malzemeler de çok. İslam dünyasına baktığımızda içinde bulunduğumuz perişan hâl, yoksulluk -burada kastettiğim ekonomik yoksulluk değil- entelektüel yoksulluk, İslam medeniyetinin ürettiği değerlerin birçoğunun buralarda yeşerememesi, birçok çatışmaların olması, otoriter rejimlerin İslam dünyasında çok baskın bir şekilde var olması ve değişmemesi… Bütün bunlar da malzeme taşıyor. “Bakın biz demiştik zaten İslam, Müslümanlar medeni değil, onlar kendi aralarında sürekli kavga hâlinde, barıştan yana değil” gibi söylemler işin bence makyaj tarafı. Özü itibarıyla baktığımızda Batı medeniyeti dışa açık bir medeniyet değil, kapalı bir medeniyet. O nedenle zaten Müslümanlar düşmanlaştırılıyor. Ama tersinden bakalım, İslam medeniyeti açık bir medeniyet. O nedenle bu medeniyetin mensupları hiçbir zaman Batı’yı düşmanlaştırmadı geçmişte. Ama ulus-devlet yapısı çok güçlü bir şekilde kendini bari ettiği için biz de öbürlerini ötekileştiriyoruz. Yunanistan’ı ötekileştirebiliyoruz, Almanya’yı ötekileştirebiliyoruz, onların bize yaptığı gibi. Bu da aslında birbirini üreten çok fasık bir daire.

 

Sayı 84 (2022)

Follow