Prof. Dr. Mehmet Okuyan İle Kur’an’ın Dönüştürücü Gücü Üzerine Söyleşi

PROF. DR. MEHMET OKUYAN İLE KUR’AN’IN DÖNÜŞTÜRÜCÜ GÜCÜ ÜZERİNE SÖYLEŞİ

“Allah’ın bize ödev ve sorumluluk olarak verdiği şeyleri bir başkasına fatura etmek, bu coğrafyanın en büyük sıkıntılarından biridir.”

Bu sayımızda Prof. Dr. Mehmet Okuyan ile Kur’an’ın bireysel ve toplumsal dönüşümü, tefsir süreci ve akademik özgürlük üzerine konuştuk. Kur’an merkezli bir anlayışı savunmanın getirdiği zorluklar, geleneksel algılarla mücadelesi ve karşılaştığı tepkiler üzerine samimi bir söyleşi gerçekleştirdik. Ayrıca 30 yıllık tefsir sürecinin detaylarını, bu süreçte yaşadığı engelleri ve Kur’an’ı anlama yolculuğundaki kırılma noktalarını ele aldık.

Kur’an’ın gerçekleştirdiği en büyük toplumsal dönüşüm neydi? Cahiliye döneminden İslam toplumuna geçiş nasıl bir zihinsel ve sosyal devrim yarattı?

Kur'an-ı Kerim'in şöyle bir öğretisi var. Al-i İmran Suresi’nin 179. ayetinde ifade aynen şöyle: “Allah pisi (kötüyü) temizden ayırana kadar müminleri, (şu) bulunduğunuz durumda bırakacak değildir”. Yani Allah, müminleri bulunduğunuz bu hal üzere terk etmeyecektir. Tâ ki çirkin, kötü, zararlı, pis şeyleri temiz, iyi, yararlı şeylerden ayırt edinceye kadar. Yani Kur'an-ı Kerim'in indiriliş amacı bir değişim ve dönüşüm sağlamasıdır. Eğer hayatta bir şeyler değişmeyecek, bir şeyler dönüşmeyecekse o zaman kitabın gönderilmesinin bir anlamı olmayacak. Peygamber görevlendirilmesinin bir hikmeti kalmayacak. Mekke toplumunda Kur'an'ın indirildiği dönemde, hem inanç açısından hem de sosyal hayat bakımından -şimdilerde hakkında Kur'an malumat vermese inanamayacağımız türden- birtakım bozukluklar vardı. Mekke döneminde, yani on üç yıllık risalet süresince, Allah toplumsal hayattaki bozulmaları düzeltmeye geçmeden önce düşünce bazında bir arınma ihtiyacı olduğu için inanç ve genel gidişatla ilgili müdahalelerde bulundu. Bu müdahaleler, tevhidin yani vahdetin topluma yansıtılması için önce bireylerin doğru bir inanış biçimine sahip olmasını hedefliyordu. Mekke döneminin hemen hemen bütün sureleri de bu ideali gerçekleştirmeye yönelik mesajlarla dolduruldu.

Yani bir taraftan, Mekke toplumu sanıldığı gibi tanrıtanımaz bir toplum değildi. Onlar, kendilerince inandıkları Allah inancına Peygamber’imizin iftira attığını düşünüyorlardı. Hazreti Peygamber'e, peygamber olmadan önce "el-Emin" diyen adamlar, Peygamber’imiz peygamberlik öğretilerini onlara tebliğ edince bu defa ona "kezzâb" dediler. Kezzâb; sürekli yalan söyleyen, her türlü yalanı konuşan adam demektir. Böyle bir sıfatı ona layık gördüler. "Müfteri" dediler Peygamber’imize. Bu, şu demektir: Peygamber’imize yöneltilen iftiracılık suçlaması, sosyal hayatta birinin öbürünün arkasından yapmadığı şeyleri yaptı diye isnat eden anlamında bir suçlama değildi. Yani bu onun Mekke'deki bir Mekkeli olarak; Hatice’nin eşi, çocuklarının babası, Abdülmuttalib’in torunu, Ebu Talib’in yeğeni gibi sıfatlarıyla yalancılıkla itham edilmesi değildi. Onlar, "Sen ne yalancı bir adamsın" diyerek günlük hayatta bir yalancılıkla onu suçlamıyorlardı. Onların asıl söylemi şuydu: "Sen peygamber değilsin. Dolayısıyla vahiy aldığını iddia ettiğin şeyleri kendin uyduruyorsun. Bizim tanrımıza, bizim Allah’ımıza yalan isnadında bulunuyorsun." Onların Hazreti Peygamber’e yönelik yalancılık suçlaması, tamamen Allah’ı sahiplenme kaygısıyla dile getirdikleri bir ithamdı. Bu nedenle Peygamber’imiz bu duruma çok üzülüyordu. Onu rahatlatan iki ayet-i kerimeyi paylaşmak isterim.

Bunlardan bir tanesi En'âm Suresi'nin 33. ayeti. Orada Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Onların söylediklerinin seni üzmekte olduğunu elbette biliyoruz. Şüphesiz ki onlar, seni yalanlamıyor ancak o zalimler Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorlar”. Yani onların asıl problemi, Peygamber’imizin Allah adına yalan konuştuğu iddiasıydı. Bundan üzüntü duyan Peygamber’imize Rabbimiz moral vermek üzere şunu bildiriyordu: "Bunlar seni yalanlamıyorlar. Tabiri caizse seninle şahsi bir problemleri yok. Onların asıl meselesi vahiy dediğimiz ilahi bilgilendirmeyle ilgilidir." Bir diğer ayet ise İsrâ Suresi’nin 84. ayetidir. Rabbimiz burada şöyle buyuruyor: "De ki: Herkes kendi şakilesine (tercih ettiği şekle, benimsediği yola, edindiği ahlâka) göre iş yapar. Kimin yolunun en doğru olduğunu Rabbiniz en iyi bilendir." Yani burada Rabbimiz, "Onların seni şu veya bu şekilde suçlaması bir şeyi değiştirmez" diyerek Peygamber’imize teselli veriyor. Böylece Mekke toplumunda doğru bir inancı tesis etmek için şirkle mücadeleye dayalı 13 yıllık bir süreç yaşandığını söyleyebiliriz.

Peki bu 13 yıllık Mekke dönemi surelerinde, yani 90 surede, hiç mi ibadetle ilgili bir şey yok? Böyle toptancı bir söz söylemek doğru olmaz. Mekke döneminde ibadetlere, o gün bilinen halleriyle göndermeler yapılmıştır. Ancak toplumsal hayatı düzenlemeye yönelik hükümler; aile hukuku, ulusal ve uluslararası ilişkiler, ceza hukuku gibi prensipler daha çok Medine döneminde belirlenmiştir. Önce inanç inşa edilmiş, sonra bu inanç davranışa dönüştürülmüştür. Kur’an-ı Kerim, Nur Suresi'nin 55. ayetinde şöyle buyurur: "Allah, sizden iman eden ve salih amel işleyenlere bir vaatte bulunmuştur." Bu vaat, onların yeryüzünde halife ve yönetici yapılacağı yönündedir. Nitekim Rabbimiz, daha önce İsrailoğulları için de benzer bir uygulama yapmıştır. Burada Allah, iman edenleri ve sâlih amel işleyenleri bu müjdeyle sevindiriyor. Dolayısıyla Kur’an, bireyleri muhatap alır ve toplumun değişmesini, bireylerin değişmesine bağlar. Bu ilke, Ra’d Suresi'nin 11. ayetinde şöyle ifade edilmiştir: "Şüphesiz ki Allah, bir toplumu, onlar kendilerini değiştirmedikçe değiştirmez." Benzer bir mesaj, Enfâl Suresi'nin 53. ayetinde de yer alır. Kur’an, bireyin değişmesini toplumun değişiminin ön şartı olarak belirler ve insanlara teker teker hitap eder. Öyle tepeden inme bir düzeltme mantığıyla meselelere yaklaşmaz. Ayetlerin mesajlarını herkesin kendi hayatına indirmesini ister.

Kur’an’ın Mekke döneminde Peygamber aracılığıyla gerçekleştirmeyi hedeflediği en temel dönüşüm neydi?

Mekke döneminde temel amaç, inancı imana dönüştürmektir. Medine döneminde ise bu imanın kalıcı olması için sâlih amellerle ispatlanması şart koşulmuştur. Böylece şirk inancının hâkim olduğu, bozulmuş inanç yapısının yerini tevhid inancına bırakması için büyük bir mücadele verilmiştir. Peygamberler tarihinde de benzer bir durum söz konusudur. Peygamberler, inançsızlık anlamında küfürle değil daha çok şirkle mücadele etmişlerdir. Putperestliğe karşı mücadele yürütmüşlerdir. O dönemde mücadelenin omurgası nasıl şirk karşıtı bir çizgide ilerlemişse ve bu dönüşüm için 13 yıl boyunca 90 sure indirilmişse bugün de aynı değişim ve dönüşümün yine bireylerden başlaması gerektiğini düşünüyorum. Bu değişim ve dönüşüm önce inanç noktasında kendini göstermeli; ardından ibadet, ahlâk, insani ilişkiler, ulusal ve uluslararası ilişkiler gibi geniş alanlara yayılmalıdır. İşte Medine dönemi de bu sürecin bir tamamlayıcısı olarak ortaya çıkmıştır.

Belki ifademi daha iyi bir yere oturtmak için şu belirlemeyi de yapmalıyım: Ben, herkesin hayatında bir Mekke dönemi ve bir Medine dönemi olduğuna inanıyorum. Yani sadece vahyin indirildiği dönemde Mekke ve Medine dönemleri vardı diye vahyi tarihe ve tarihselliğe mahkûm etmenin bir anlamı yok. Kur’an’ın her Mekke suresinin, herkesin hayatında bir karşılığının olduğunu düşünüyorum. Hepimizin bir Mekke dönemi vardır, hepimizin bir Medine dönemi vardır. Bu itibarla Mekke döneminin nasıl ki inancın tahkim edilmesine; inancın vahdete, tevhide dönüştürülmesine dair bir amacı, bir berceste başlığı ve hedefi varsa kendi hayatımızda da Rabbimiz bizim doğru inanmamızı istiyor. Ve doğru inancın, daha sonra amellerle ispatlanmasına, desteklenmesine dair hükümler belirliyor.

Mekke ve Medine dönemlerini bireysel hayatımıza uyarlayarak herkesin kendi içinde bir inanç inşa süreci yaşadığını ifade ediyorsunuz. Ancak bu sürecin kolay olmadığını, özellikle Kur’an merkezli bir anlayışı anlatırken ciddi direnç ve karşıtlıklarla karşılaştığınızı da belirtiyorsunuz. Bu zorluklarla mücadele ederken sizi en çok zorlayan şey ne oldu ve bu süreçte ümidinizi koruyabilmenizi sağlayan en güçlü dayanak neydi?

Ben kendi hayatımın son 30 yılına dair hemen hemen her gününü dolu dolu yaşamış bir adamım. İnsanlarla Kur’an merkezli konuşurken, onlara Kur’an’ı anlatırken önceki ilahi mesajların başına gelen metin tahrifinin gerçekleştiğine Kur’an haber verdiği için elbette inanıyorum. Ancak metin tahrifinden daha tehlikeli olanın mesaj tahrifi olduğuna inanıyorum. Bugün Kur’an’ın gerçekleştirmesini istediğimiz inanç ve ahlâk devriminin, bir karşı devrimle iptal edilmek istendiğini görüyorum. Kur’an’sız bir İslam’ın toplumsal hayata hâkim kılınması için bireyler, cemaatler ve kurumlar adeta yemin etmişçesine Allah’ın kitabına ve onu merkeze alan yaklaşımlara karşı korkunç bir düşmanlık sergiliyorlar. Ama ne diyebilirsiniz ki? Bir Müslümanın kendi hayat düzleminde doğru bir inanç ortaya koyması, peygamberlerin de zaman zaman ümitlerini kestikleri bir dünyada hiç de kolay değil. Çok iddialı şeyler söylüyorsunuz ama bazen umulmadık tepkiler alıyorsunuz, ümidiniz kırılıyor. Bunu çok yaşıyorum. Ama Yusuf Suresi 110. ayet orada duruyor. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: "Peygamberler ümitsizliğe kapıldılar ve artık yalanlandıklarını düşündüler..." Çünkü etraflarında herkes onları yalanlıyor ve inançlarıyla alay ediyordu. Böyle zamanlarda ister istemez ümit kırıklığı yaşanabiliyor. Ama bazen haftada bir, on günde bir; bazen gün aşırı anlattığınız Kur’an merkezli dinî sunumların birilerinin istikamet bulmasına vesile olduğunu görmek insanı yeniden ayağa kaldırıyor. Ya da bazı yönetici katmanlardan insanların, "Bu Kur’anî İslam bir dirilişe vesile olabilir" diyerek bunu itiraf etmeleri, onların bu vesileyle dönüşümler yaşadığını söylemeleri, ümitsizlik kapısını tamamen kapatmıyor. Allah’a şükür ki o kapı her zaman açık kalmıyor, bazen kapanıyor ve umut tekrar yeşeriyor. Dilerim, Kur’an’ın çizdiği bu yolda ümit kapıları daha da fazla açılır. Allah, onun için yola çıkanları yolsuz bırakmayacağını söylüyor. Dolayısıyla, ümidimin zayıfladığı zamanlarda beni hayata ve Kur’an’a bağlayan muhteşem ayet-i kerimeler var. O ayetlerle hayata tutunuyorum ve Kur’an’la hayatı süsleme idealimden asla taviz vermiyorum. Bundan sonra da vermeyeceğim.


Hocam, tam da bu noktada sormak istiyorum. Kur’an’ın toplumsal ve bireysel dönüşümdeki etkisini vurgularken kendi hayatınıza da çevirdiğinizi görüyoruz. Peki, Kur’an sizin hayatınızda nasıl bir devrim ve dönüşüm yarattı? İlk kez bilinçli olarak Kur’an’la tanıştığınız anı, farkındalık kazandığınız dönemi düşündüğünüzde inanç dünyanızda ve yaşam biçiminizde nasıl köklü değişiklikler oldu?

Ben tabii kendi hayatımın en başından itibaren böyle bir ortamın içinde doğdum. Babam din hizmeti yapan bir adamdı; imamdı, hafız yetiştiriyordu, Arapça okutuyordu. Ben de böyle bir çevrede büyüdüm. 9-10 yaşlarımda hafızlık yaptım. 10 yaşımdan 18 yaşıma kadar evde babamdan Arapça tahsili aldım. Emsile, Bina, Maksûd, İzzî, Avâmil, İzhâr, Kâfiye, Molla Câmî gibi kitapları okudum. Akaid kitaplarını ezberledim, fıkıh kitaplarını ezberletti babam. Ortaokul ve liseyi bitirene kadar hep babamdan okudum, hiç farklı bir şey duymadım. Bir de yaşadığım çevreler büyük şehirler değildi. Ne Ankara, ne İstanbul, ne İzmir, ne Kayseri ne de Konya… Çocukluğum Bayburt'un bir köyünde geçti; hafızlık dönemim Rize'nin bir köyünde, ortaokul ve lise hayatım ise Hayrat'ın bir köyünde… Babamın görevi dolayısıyla farklı çevrelere girme imkânım olmadı. Farklı sesler hiç duymadım, alternatif arayışlara hiç fırsatım olmadı. O dönemlerde ne internet vardı ne de sosyal medya. İstanbul'da yeni çıkan kitapları takip edebilirsiniz ama Trabzon’un Hayrat ilçesinde böyle bir şansınız olmazdı. O tür kitaplar buralara ulaşmazdı. Dolayısıyla liseyi bitirene kadar duyduğum her şey babamın öğrettiği bilgilerle sınırlıydı. Sonra ilahiyata geldim. 1983-1987 yılları arasında Samsun İlahiyat’ta okudum. Burası da ne Ankara İlahiyat ne de İstanbul İlahiyat gibiydi. Geleneği olan bir ilahiyat fakültesi değildi, zaten kuruluş itibarıyla da yeniydi. Marmara İlahiyat’ın, Ankara İlahiyat’ın kendine has bir misyonu vardı ama biz böyle bir misyonu olan bir ilahiyatta okumadık. Ancak ne oldu? Babamdan aldığım Arapça eğitimi ve hafızlık bilgimle ilahiyatı son derece başarılı bir şekilde bitirdim. Hiç zorlanmadım. Babamdan öğrendiklerim fazlasıyla yetti. Ama ne zamanki 1988 yılında araştırma görevlisi oldum ve tefsir alanında çalışmaya başladım, işte o zaman değişim başladı. O yıl Süleyman Ateş Hoca, Samsun İlahiyat’a geldi. Onu dinleyince bambaşka bir şeyler söylüyor gibi geldi bana. Ama fark ettim ki kendiliğinden konuşmuyor, her sözünün arkasından bir ayet okuyor! Ayet okuyor ve söylediklerini ayetle temellendiriyordu. Ancak benim önceden öğrendiğim şeylere uymuyordu bu söyledikleri. Master'ı ondan yaptım, doktorayı ondan yaptım. Her dersten sonra neredeyse tecdîd-i îmân yapıyordum! Kendimi dinden çıkmış gibi hissediyordum.

Hafızlık döneminde Kur’an’ı meal üzerinden de çalıştınız mı?

Hayır, hiç. Kur’an’ın manasına yönelik hiçbir şey yapmadık biz.

Peki, ilahiyat okurken?

İlahiyatlarda böyle bir eğitim yoktu. Bütün tefsir ve tefsir usulü dersleri, aslında bir metni doğru anlamanın yöntemini öğreten çalışmalar olması gerekirken bizde tam tersine Kur’an’ı anlamamayı öğretiyordu. Tefsir usulü okuduğunuzda Kur’an’ı anlama ihtimaliniz ortadan kalkıyordu. Kur’an’ın nasıl anlaşılmaz hâle getirildiğini öğreten bir sistem vardı. O tartışmalara bakıp “Ben Kur’an’ı doğru anlıyorum” diyemezdiniz çünkü tüm sistem Kur’an’ın anlaşılmazlığını göstermek üzerine kuruluydu. Ben de bu anlayışla ilahiyatı okudum. Tefsir derslerinde bir surenin ahkâm ayetlerini okuduk, bir müfessirin tefsirinden çalıştık ve en çok müfessirin ne dediğini öğrendik. Hatta ayetin tefsirini okurken ayeti unuttuk, tefsiri ezberledik. Yani yine ayet gözden kayboldu. Ta ki Süleyman Ateş buraya gelene kadar… Ben ayetlerin manasını şahsen ondan öğrendim, çünkü onun asistanıydım. O zaman kendime bir söz verdim. Dedim ki bu zamana kadar bildiğim ve inandığım her şeyi artık bilgiye konu edeceğim. Bilmeden inanmayacağım, önce bileceğim, sonra inanacağım. Ya da inandığım şeyi bilgiyle buluşturacağım. Bu kararı verdikten sonra iki sene boyunca eve kapandım. Bu dediğim, 1988-1990 yılları arası. İki yıl gece gündüz başka hiçbir şeyle meşgul olmadan sadece Kur’an çalıştım. Buna eşim şahittir. Daha önce defalarca Kur’an okumuş bir adamdım ama bu kez meal okumakla kalmadım, dini Kur’an’dan öğrenme yolculuğuna çıktım. Bu yolculuk, Süleyman Ateş’in teşvikiyle başladı.

Peki, Süleyman Hoca’nın tavsiye ettiği kaynak neydi?

Hoca bana, “Bir tek Kur’an okuyacaksın,” dedi. Ben Arapça bildiğim için "Sen bunu yaparsın," dedi. Ama bu söz bana çok ağır geldi. "Bu ne diyor bana?" dedim kendi kendime. Ben ne yapacağım? Defalarca onun evinde kaldım, onunla sabahlara kadar çalıştım. Yaptığımız şey şuydu: İnancımızı Kur’an’a vurduk. Herhangi bir kabulümüz neyse onu ayetlerle buluşturmayı öğrendim. Bu süreçte önce altı ay boyunca belki yedi-sekiz defa, belki on defa Kur’an’ı surelerin nüzul sırasına göre okudum. Çünkü herkesin bir Mekke’si vardır. Ben de kendi hayatımın Mekke’sini altı ay, belki bir yıl boyunca Kur’an’la buluşturdum. Kur’an’daki Mekke dönemi ayetlerinin benim hayatımda neyi karşıladığını sorguladım. Sonra Medeni surelere geçtim. Bir yıl sonra mevcut mushaf sıralamasıyla okudum. Ve bir baktım ki… Önceden bildiğim şeylerin bir kısmı doğruydu ama artık sadece inanmıyordum, biliyordum. Beni kimse, inancımı bilgiyle buluşturduktan sonra o inançtan ayıramazdı. Çünkü artık inanmakla kalmıyordum, bilerek inanıyordum. Bu bana çok büyük bir özgüven kazandırdı. Yani soyut konuları daha çok Kur'an'a arz ettim. Somut olan dini uygulamalar nihayetinde, yani 1400 senedir uygulanagelen şeyler çok büyük arıza içermiyordu benim için. Yani namazın kılınışında, kurban detaylarında ya da hac ile ilgili bir problem yaşamadım. Yani mevcut uygulamaların büyük çoğunluğunun Kur'an'a aykırı bir tarafı olmadığını gözlemledim. Ancak soyut konulara geldiğimizde iş başkaydı. Mesela şefaat, mehdi, mesih, nesih gibi kavramları çalıştım. Baktım ki hayır! Bunlar Allah’ın kitabının anlattığı şeyler değil. Kur’an başka bir şey söylüyor, bizim akaid kitaplarımız başka şeyler yazıyor. Bu farkındalık bana büyük bir sarsıntı yaşattı. Çok bunaldığım zamanlar oldu, çok büyük travmalar geçirdim. Özellikle o iki yıl ve sonrasındaki üç yıl boyunca yaşadığım zihinsel dönüşüm, beni Kur’an’a daha sağlam bir şekilde bağladı.

Hocam hayatınızdaki bu devrimi, yani değişim ve dönüşümü fark ettiniz ve bununla birlikte Kur’an merkezli bir anlayışa yöneldiniz. Ancak bu süreç sadece sizinle sınırlı kalmadı; bir muhatap kitleniz var, insanlara anlatıyorsunuz. Peki bu noktada karşı devrim ne zaman başladı? Sizin için belirgin bir kırılma noktası, bu sürecin en sert tepkisini hissettiğiniz bir an veya yaşadığınız belirli bir olay var mı?

Bir gün bir yolculuk yapıyordum, Trabzon’a gidiyordum. Otobüste İsrail asıllı, Belçika vatandaşı iki Yahudi turistle karşılaştım. O karşılaşma hayatımın en büyük şoklarından birini yaşattı bana. Aslında benim asıl yolculuğum, o otobüs yolculuğunda başlamış olacaktı. Çünkü bana hayatım boyunca unutamayacağım dersler verdiler. Bana Kur’an’dan sorular sordular. O güne kadar Kur’an’ın manasını hiç okumamıştım. Bakara Suresi’nin içeriğini bile bilmiyordum. Adam otobüsten inerken bana dedi ki: "Sen tefsir araştırma görevlisisin ama Kur’an’ın manasını bilmiyorsun. Bir Müslüman olarak manasını bilmediğin bir kitabın araştırmasını nasıl yapıyorsun? Eğer siz Müslümanlar bu kitabın manasını ve mesajını bilmiyorsanız başkalarının bilmesini de isteme hakkınız yok. Önce siz bilmelisiniz!" Bu söz beni derinden sarstı. O an anladım ki bizim gittiğimiz yol, yol değil. Tam da bu sıralarda Süleyman Ateş Samsun’a gelmişti. İki olay bir araya geldi ve hayatımda ciddi bir kırılma noktası oluşturdu. Ama bu hiç kolay değildi. Yetiştiğim çevre, öğrendiğim ve ezberlediğim her şey bambaşka şeylerdi. Bunlardan kurtulmak öyle kolay olmuyordu. Bir süre, o sorulara cevap aramaktan kaçındım. Ama o otobüs yolculuğu, benim aklımı başıma getiren fitili ateşledi. Daha sonra başka olaylar da yaşadım. Bazı ateistlerle konuşmalarım oldu. Onlar bana, geleneksel İslam’ın öğretilerini sorgulayan eleştiriler getiriyorlardı. O dönem düşündüm: Eğer Kur’an olmasaydı, eğer Süleyman Ateş sayesinde bu kitabın manasıyla tanışmasaydım; eğer imanımı, ibadetimi, ahlâkımı ve söylemimi Kur’an’a arz etmeyi öğrenmeseydim bu dinin içinde asla kalamazdım. Geleneksel anlatılar beni hiçbir şekilde ikna edemezdi. Ama Rabbimin kitabı benim için büyük bir sığınak oldu. Kehf Suresi’nin 27. ayetinde dediği gibi: "Allah’ın kelimelerini değiştirecek hiçbir güç yoktur ve O’nun dışında asla bir sığınak bulamazsın." Ben de bu kitaba sığındım. O turistlerle karşılaşmam ve Süleyman Ateş’in bana "Oğlum, sen niye başkasının yaptığı yemeği yiyorsun, mutfağa girip kendin yemek yapsana?" demesiyle 1988-1990 yılları arasında hayatımda büyük bir dönüşüm başladı. O dönem Kur’an’ın gerçekten var olduğunu fark ettim. Ve iyi ki sorularımın cevabının bu kitapta olduğunu anladım. Hafız olduğum için ayetleri birbiriyle eşleştirmeyi öğrendiğimde Allah’ın kitabı beni kendine çekti, adeta sardı. Enfal Suresi’nin 29. ayetinde "Eğer takva sahibi olursanız Allah size bir furkan (doğruyu yanlıştan ayırma yetisi) verir," der. Benim için de Kur’an, doğruyla yanlışı ayırt etmenin en büyük hazinesine dönüştü. Din adına neyin doğru, neyin yanlış olduğunu Kur’an bana öğretiyordu. Bir şey söylendiğinde onun gerçekten doğru olup olmadığını hemen anlayabiliyordum. Eğer yanlışsa da neden yanlış olduğunu fark ediyordum çünkü ayetler beni yönlendiriyordu. Bu süreçte fark ettim ki eskiden öğrendiğim şeylerin önemli bir bölümü yanlıştı. Ama yanlıştan kurtulmak kolay değil. Mesela sigaranın sağlığa zararlı olduğunu bilirsiniz ama bırakmakta zorlanırsınız. Veya insan bir alışkanlığa sahip olduğunda ondan vazgeçmek çok zordur. Hele ki bu bir dinî alışkanlıksa ve size "Allah’ın dediği budur" diye öğretilmişse onu sorgulamak ve yanlış olduğunu kabul etmek büyük bir mücadele gerektirir. Bu, beyninizde yaşanan bir doğum gibidir. Kadınlar için doğum yapmak ne kadar zor ve sancılıysa beyinde doğum yaşamak da o kadar ağırdır. Yeni bir farkındalık kazanmak için beyninizde eski ve yeni fikirlerin çarpışması gerekir. Eğer bu süreci yaşamazsanız zaten bir acıdan bahsedemezsiniz. O yüzden birçok insan, sadece sloganik bir şekilde konuşur ama hakikate dair derinlikli bir dönüşüm yaşamaz. Ben 1988’den bu yana, yaklaşık 37 yıldır, her gün merkezine Kur’an’ı koyduğum çalışmalar yapıyorum. Çok sancılar çektim, hâlâ da çekiyorum. Ama elhamdülillah, Allah beni geriye baktırmadı. Ümitsizlikle yere başımı eğdirmedi. 80’li yıllarda arayış içerisinde değildim çünkü alternatif bir şey olduğunu bilmiyordum. Fakat Süleyman Ateş’in buraya geldiğinde nasıl saldırılara uğradığını biliyorum. Ona nasıl haksızlık yapıldığını, nasıl tehditler aldığını, nasıl mektuplar yazıldığını gördüm. O mektupların önemli bir kısmına, hocam adına ben cevap yazıyordum.

Peki neden ona saldırıyorlardı?

Çünkü Kur’an’a davet ediyordu. Kur’an Müslüman’ı olduğu için, "Kur’an’a uymayan rivayetler sahih değildir," dediği için, geleneksel algının dışına çıkan sorgulayıcı bir Müslüman olduğu için… Bu bazı çevreleri rahatsız ediyordu. Bu rahatsızlık bazen hakarete, bazen tehdide, bazen de iftiraya dönüşüyordu. O zamanlar Samsun İlahiyat’ta hocamızdan etkilenerek ders dinleyen sadece birkaç kişiydik.

İtiraz etmiyor muydunuz?

Elbette ediyorduk. İşte en başta dediğim gibi dersten çıktıktan sonra tecdîd-i îmân yapıyordum. "Bu imanımız gitti, hadi bakalım, bir daha iman tazeleyelim." Öyle gel-gitleri çok yaşadım. Ama sonra fark ettim ki imanım gitmiyor. Aksine gerçek imana geliyorum. Yanlış gidiyor, gitsin. Yanlışsa zaten gitsin. Şimdi öyle değil ama. Mesela bugün sahilde yürüyordum. Bir genç çift yanıma yaklaştı. Başımda fes vardı, montum kapalıydı, sadece yüzüm görünüyordu ama yine de tanıdılar. Geldiler ve "Hocam, biz sizin sayenizde Allah’ı sevdik," dediler. "Sizin sayenizde Kur’an okuduk. Kur’an’ın bizim de kitabımız olduğunu fark ettik." Eğer sokaktaki bir vatandaş bunu söylüyorsa ve bunda bizim küçük de olsa bir katkımız varsa elhamdülillah, Kur’an adına güçlü bir dip dalganın oluştuğunu düşünüyorum. İnşallah Rabbim, Kur’an’ın izzeti adına bizlere kıymetli günler gösterir. Biz görmesek bile bizden sonrakiler bunu görsünler.

Kur’an’da “devrim” kavramı hangi bağlamlarda ele alınmaktadır? Özellikle Şuara Suresi 26:227’de geçen “mungalebe yengelibûn” ifadesi, zulme uğrayanların hakkını savunması ve zalimlerin nasıl bir dönüşümle devrileceği konusunda nasıl bir mesaj vermektedir? Bu ayet, toplumsal veya bireysel dönüşümler açısından nasıl yorumlanabilir?

Evet, burada bahsedilen Şuara Suresi’nin 227. ayeti, zaten sureyi tamamlayan son ayettir. Ayette geçen “münkalebin yenkalibûn” ifadesi hem isim hem de fiil olarak geçmektedir. Bu kelime Kur’an’da çok fazla yerde kullanılmaz, özellikle burada zalimlerin devrilmesinden bahsedilmektedir. “Eyye münkalebin yenkalibûn”, yani “Nasıl bir devrimle devrileceklerini (zulme gömülenler) günü gelince bilecekler” ifadesi; Kur’an’ın zulmü ortadan kaldırma misyonuna vurgu yapmaktadır. Kur’an’ın temel amacı, adına zulüm denilen şeyi ortadan kaldırmaktır. Zulmün en büyük şekli inanç alanında görülür, çünkü Kur’an şirki zulüm olarak tanımlamaktadır. Lokman Suresi’nin 13. ayetinde şirk, “büyük bir zulüm” olarak ifade edilir. En’am Suresi’nin 82. ayetinde ise “imanına zulüm karıştırmayanlar” övülmekte ve buradaki zulmün yine şirk olduğu belirtilmektedir. Kur’an’ın amacı, bu şirki inançtan temizlemektir. Ancak sadece inançta değil insan ilişkilerinde de zulmün ortadan kaldırılması gerekmektedir.

Kur’an, adaletin zıddının zulüm olduğunu belirtir. Adalet, bir şeyi yerli yerince yapmaktır, zulüm ise bir şeyi yerinden etmektir. Dolayısıyla olması gereken bir şey olmuyorsa ya da olmaması gereken bir şey yapılıyorsa bu hem düşüncede hem de uygulamada zulüm anlamına gelir. Kur’an, her alanda adaletin, yani yerli yerince yapılması gerekenlerin gerçekleşmesini vaadetmektedir. Bu, Müslümanlardan beklenen temel davranış biçimidir. Ancak burada çok önemli bir nokta var ve ben bunu ısrarla ve inatla vurguluyorum: Mekke dönemi olmadan, yani Mekke döneminin hedeflediği o muhteşem inanç değişimi ve dönüşümü sağlanmadan uygulamada herhangi bir değişikliğin sonuç vereceği kanaatinde değilim. İnsanlar, zihinlerinde bir inkılap yaşamadıkça hayatlarında ve uygulamalarında ciddi anlamda bir değişim gerçekleşmez. Herkes, kendi yaptığı işten sorumlu olduğunu bildiğinde bir şeyleri başkalarından bekleme gafletine de düşmez. Orta Doğu insanları olarak en büyük hatalarımızdan biri, her zaman başkalarının bir şey yapmasını beklememizdir. “Başkası yapsın, neden yapmıyor?” gibi söylemler hep yaygındır. Bugün Filistin meselesinde bile tepkisini en yüksek perdeden ortaya koyanların büyük çoğunluğu, “Allah İsrail’in belasını versin, Allah’ın laneti onların üzerine olsun” demekten öteye geçmiyor. Oysa Maide Suresi’nin 24. ayetinde, İsrailoğulları’nın Hz. Musa’ya söylediği şu söz aktarılır: “Git, sen ve Rabbin ikiniz savaşın; biz burada oturacağız.” Bu başkalarından beklemenin, mücadeleyi başkasına ihale etmenin en büyük örneklerinden biridir. Allah’ın bize ödev ve sorumluluk olarak verdiği şeyleri bir başkasına fatura etmek, bu coğrafyanın en büyük sıkıntılarından biridir. O sıkıntıya yenilmemek için inançtan başlamalı ve ardından her bir faaliyetimizi kendi hayatımızda bir değişime ve dönüşüme sahne etmeliyiz. Kur’an’ın asıl amacı, insanların bu dünyada imtihana tabi tutulması ve kendi hayatlarında değişimi gerçekleştirmesidir. Ayetlerin bize gösterdiği gerçek budur. Kendi hayatımızda değişim ve dönüşümü başardığımızda inşallah bu, daha büyük bir inkılabın fitilini ateşleyecektir.

Hocam, Kur’an’ın devrimsel ilkeleri arasında sizin en çok üzerinde durduğunuz ve özellikle İslam coğrafyalarında, Türkiye’de anlaşılmasının en zor olduğunu düşündüğünüz kavram veya ilke nedir? Toplumun bu konuda en fazla direnç gösterdiğini, tepkisel davrandığını ve adeta karşı devrimle mücadele ettiğinizi hissettiğiniz ayetler veya düsturlar hangileridir?

Evet, hâlâ anlatırken bazen dinleyicilerin yüzlerine bakarım. “Şimdi bunlar ne kadarını anlar?” diye gözlemlerim ve “Neyi, ne kadar anlatmalıyım?” diye hesap ederim. Çünkü yaşıyoruz ki herkesin kendi dünyasında yanlışını din edindiği bir ortamdayız. İnsanlar yanlış bir anlayış içinde yaşıyor ama bunun din olduğunu zannediyor. Kur’an’dan bir şey söylediğinizde bile bazen insanlar bunu ciddiye almıyor ve o yanlışa devam ediyor. Bu durum, en yakınımdaki insanlar için bile geçerli olabiliyor ve beni fevkalade rahatsız ediyor. Kur’an ayetlerinin insanların gönlüne arzu ettiğimiz düzeyde ulaşmadığı tecrübelerini çok yaşıyorum. Mesela Hac Suresi’nin 72. ayetinde Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: "Onlara apaçık ayetlerimiz okunduğunda inkârcıların yüzlerinde hoşnutsuzluğu görürsün. Ayetlerimizi onlara okuyanlara neredeyse saldıracak gibi olurlar." Ben bunu yaşıyorum. Ayet okuyorum, adam bunu hakaret kabul ediyor. Ayet okuyorum, adam bundan rahatsız oluyor. Ve hemen diyor ki: "O ayetleri bırak!" Peki, ne yapacağız? Ayetleri bıraktık diyelim, yerine ne alacağız? "Rivayetleri alacağız." Peki, alalım. Ama ya rivayet ayete aykırıysa? Hiç çekinmeden "O zaman rivayeti alacağız." diyorlar. İşte burada ben bir Müslüman olarak dururum. Bunu kabul edemem. Böyle bir tercihte bulunan birinin Kur’an’a imanını daima sorgularım. Çünkü bu bir iman biçimi olamaz.

Beni en çok rahatsız eden şeylerden biri de Kur’an vurgusunun, bir peygambersizlik çağrısı gibi anlaşılması veya bu şekilde servis edilmesidir. Oysa ben Kur’an’ın olduğu her yerde Hz. Muhammed’in de olduğuna iman etmiş bir insanım. Ümmet olarak bizim önce Hz. Muhammed’e iman ettiğimizi ilan ediyorum. Peygamber olmadan Kur’an olmaz, Kur’an’ı anlamadan peygamber de anlaşılmaz. Peygamber’le sorunu olanın Kur’an diye bir davası olamaz. Bizim rivayetlere yaklaşımımız Kur’an’a aykırı olanlarla ilgilidir. Kur’an’a aykırı olan rivayetlerin, Peygamber’imize ait olamayacağını söylüyorum. Çünkü Kur’an, Hz. Peygamber’in yanlış bir şey söylemesi durumunda onu uyardığını açıkça bildiriyor. Eğer bir konuda Kur’an’a aykırı bir söz Peygamber’e nispet ediliyorsa ve o sözden vazgeçtiğine dair hiçbir tecrübe aktarılmamışsa o rivayet zaten ona ait olamaz.

Yine Kur’an ile hadislerin, Kur’an ile rivayetlerin eşitlenmesi beni çok rahatsız ediyor. Vahyin, “vahyi metluv” (okunan vahiy, yani Kur’an) ve “vahyi gayri metluv” (okunmayan vahiy, yani sünnet veya rivayetler) diye ikiye ayrılması son derece sorunlu bir yaklaşımdır. Vahyin, Allah’ın indirdiği Kitabullah ile sınırlı olduğu gerçeğinin göz ardı edilmesi de beni çok rahatsız ediyor. İnsanlar, kendi kabullerine, mezheplerine, ekollerine göre rivayet kitapları üzerinden bir din inşa etmeye devam ediyorlar. Allah’ın kitabı ise ya hiç açılmıyor ya da açılsa bile artık mesajlar ondan öğrenilmiyor. Bu yüzden, rivayet merkezli akımın Kur’an’a karşı bir devrim olduğunu düşünüyorum. Kur’an’a doğrudan bir şey diyemeyenler, Kur’an’a yönelik sözlerini rivayetler üzerinden söylüyorlar. Allah’ın ayetleriyle rivayetler çeliştiğinde fütursuzca rivayeti tercih ederek aslında Kur’ansız bir din hayalini beslediklerini ya anlamıyorlar ya da inadına bunu yapıyorlar. Eğer bir din sektöre dönüşmüşse ve birileri bu din üzerinden geçimini sağlıyorsa ekonomik rahatlıklarının bozulmaması adına Kur’an’a yapılan her türlü tahrife ortak oluyorlar. Ama ben elimden geldiğince rivayetlerin Kur’an’a arz edilmesi gerektiğini söylüyorum. Bu, ciddi bir metottur. Ancak bu arzı yapabilmek için Kur’an’ı iyi bilmek gerekir. Bu yüzden “Biz rivayetleri Kur’an’a arz edemeyiz,” diyenler aslında haklıdırlar. Çünkü onlar zaten Kur’an’ı bilmiyorlar. Onlar Kur’an’ı bilmedikleri için zaten arz edemezler. Ama onlar yapamıyor diye kimse yapamaz demek de bir dayatmadır. Ben elli yılımı Kur’an’a vermiş bir adamım. Özellikle son otuz yedi otuz sekiz yılı, gece gündüz Kur’an çalışarak geçirdim. Rabbimin bana herhangi bir bilgi yasağı koyduğunu düşünmüyorum. Eğer çalışarak bilgiler elde edilebiliyorsa burada bana bir yasak yoktur. Çalışan herkese Allah’ın yolunu açacağını Ankebut Suresi’nin 69. ayeti müjdeliyor: "Bizim yolumuzda çaba gösterenlere, yollarımızı mutlaka açarız." Ben de o yollardan küçücük bir yolcusu olabilsem kendimi bahtiyar sayacağım.

Kur’an’ın ilkelerini anlatırken en rahat iletişim kurduğunuz yaş grubu ve eğitim seviyesi nedir? Hangi yaş ve eğitim düzeyindeki insanlar Kur’an’ın mesajına daha açık ve sorgulayıcı yaklaşırken hangi gruplarda daha fazla dirençle karşılaşıyorsunuz? Bu farklılıkları nasıl gözlemliyorsunuz?


Üniversite öğrencileri ve mezunları, yani 18 ile 30 yaş arasındaki gençlerin çok sorgulayıcı olduğuna inanıyorum. Bu yaş grubundaki bireylerin ciddi sorular sorduğunu ve dinî anlamda derinlemesine düşündüklerini gözlemliyorum. Öyle ki dini sorguladıkları için aileleri tarafından dışlanan, hatta dinsizlikle suçlanan birçok gençle karşılaşıyorum. Ancak bu çocukların aslında uydurulmuş dini reddettiklerini, indirilmiş dinin yolcusu olduklarını ailelerine anlatmaya çalışıyorum. Çocuklarını benim yanıma getiren ebeveynler çoğu zaman bu durumdan memnun olmuyor, ancak gençler memnun oluyorlar. Bu gözlemlerime dayanarak 40 yaş üstü bireylerin önemli bir kısmının, Kur’an mesajıyla Kur’an’ın istediği gibi masum bir iletişim kurmadıklarına inanıyorum. Oysa Allah-u Teâlâ, Kur’an’la iletişimde iki temel kelime kullanır: İstimsâk, “Vahiy ile sana gönderilene sımsıkı sarıl”; İ’tisâm, "Allah’ın ipine hep birlikte sımsıkı yapışın” anlamındadır. İ’tisâm, masumca ve ön yargısız bir şekilde Kur’an’a teslim olmak; bir çocuğun annesine teslim olması gibi iradeyi Kur’an’a bırakmak ve onun bizi yoğurmasına izin vermek anlamına gelir. Eğer insan böyle bir teslimiyet gösterirse Kur’an onu asla yarı yolda bırakmaz. Bugün 20’li ve 30’lu yaşlardaki genç neslin, Kur’an’a yönelik güçlü bir dip dalga oluşturduğunu büyük bir sevinçle gözlemliyorum. Allah’a hamdolsun. Bununla birlikte ummadığım yaş gruplarından ve farklı çevrelerden gelen olumlu dönüşümler de beni mutlu ediyor. Onlar da bir yolculuk yapıyorlar, kendi içlerinde bir dönüşüm süreci yaşıyorlar. Ancak genel bir popülasyon analizi yaptığımda üniversite mezunlarının ve eğitim seviyesi yüksek bireylerin, Kur’an’ın mesajını daha iyi anladığını ve en kolay iletişim kurduğum kesim olduğunu söyleyebilirim. Bilgi ve tahsil seviyesi arttıkça anlayışın da geliştiğini, bilgi ve tahsil seviyesi düştükçe Kur’an mesajını anlatmanın çok daha zor olduğunu kendi tecrübelerimden net bir şekilde deneyimliyorum.

Bir akademisyen ve aynı zamanda bir memur olarak Kur’an’ı anlama yönteminizle ilgili düşüncelerinizi ifade ederken herhangi bir akademik baskı veya ifade özgürlüğü kısıtlamasıyla karşılaşıyor musunuz? Özellikle Türkiye’de akademik ifade özgürlüğü konusunda linç kültürüyle karşılaştığınız anlar oldu mu?

Akademik çevrelerden bu anlamda bir linçe maruz kaldığımı söyleyemem. Ancak daha çok akademi dışındaki çevrelerin, özellikle cemaat ve tarikat mensuplarının yerli yersiz suçlamalarına, tehditlerine ve hakaretlerine maruz kalıyorum. Bundan da üzülmüyorum, çünkü karşımızdaki muhataplar belli. Bu yüzden onları çok ciddiye alıp moral bozmaya gerek görmüyorum. Daha akıllı, daha bilinçli insanlar tarafından eleştirilseydim belki daha çok üzülürdüm. Ama bu çevrelerden gelen eleştiriler genellikle sloganik ve içi boş sözlerden ibaret. Bunları ciddiye almıyorum çünkü bunları dinlersem gerçekten bir hakikat öğrenebilir miyim diye düşündüğümde cevabım hayır oluyor.

Akademik anlamda zorlanma iki türlüdür. Birincisi, akademik yönetim kademelerinde yer almak isteyenler için olur. Bölüm başkanlığı, dekanlık, rektörlük, enstitü müdürlüğü gibi görevler birçok akademisyenin rüyasıdır. Ancak benim böyle bir beklentim olmadı, Allah’a hamdolsun. Özellikle idari görevler için bir özlemim hiç olmadı. Bir dönem dekan olmayı çok istiyordum. Çünkü ders programına Kur’an Meali ve bilimsel düşünceyi geliştirebilecek bazı seçmeli dersler eklemek istiyordum. Mesela sosyoloji, psikoloji gibi dersler zaten var ama antropoloji, astronomi, jeoloji, embriyoloji, jeomorfoloji, zooloji, botanik gibi disiplinlerden dersler koyarak Kur’an’ın mesajının daha geniş bir bakış açısıyla ele alınmasını sağlamak gibi bir düşüncem vardı. Bu fikir bazılarını tedirgin etti ve benim dekan olmamı engellediler. Bu olay yıllar önce oldu. Ama iyi ki de engellediler. Ben de oturdum, 30 ciltlik tefsir yazdım. Bunun dışında akademik anlamda bana yönelik ciddi ve sistematik bir baskıya maruz kalmadım. Ancak dedikodu ve mahalle ağzıyla yapılan söylemler var. "Onu dinlemeyin, ona itibar etmeyin," diyorlar ama ben 38 yıldır ders veriyorum, hiç yoklama yapmadım, öğrencilerim sınıfımı dolduruyor. Dolayısıyla bu tür söylemler beni etkilemiyor.

Özel bir konferansınız engellenmişti diye hatırlıyorum…

Evet, akademik baskılar yerine verdiğim konferanslarda engellemelerle karşılaşıyorum. Geçen hafta Bursa’daydım, oradaki yoğun katılımı görmeliydiniz. Önümüzdeki hafta Kayseri’ye gideceğim, orada da büyük bir ilgi olacağını düşünüyorum. Beni engellemek isteyenler var ama bu çabaları ters tepti. Evet, engellemeye çalıştılar ama ben vazgeçmedim. Dedim ki "Bir küçük odada bile olsa bu konferansı yapacağım." Çünkü eğer bir kere konferansımızı iptal ettirirlerse bundan sonra burada bir daha konuşma yapamayız. İnegöl’de yaşanan olay buna güzel bir örnek. Engellemek istediler ama başka yiğit insanlar da konferansın gerçekleşmesi için mücadele etti. Belki engellenmeseydi 200 kişilik bir salonda konuşacaktık. Ama engelleme girişimi oldu ve bu sayede 1000 kişilik bir salonda konuştuk. Onların bir hesabı varsa Allah’ın da bir hesabı vardır. Onların dünya kadar derdi var çünkü dermanları dünya. Ama benim öyle bir derdim yok. Ben Allah rızası için bu yolculuğu yapıyorum. Allah bana "Sen ne yaptın?" diye soracak. Ben de elimden geleni yapmış olmayı salih amel olarak O’na sunacağım.

Hocam, 30 yıllık bir emeğin ürünü olan tefsir seriniz yayımlandı. Günümüzde hâlâ tefsir okuma alışkanlığı var mı, yoksa "Bu çağda tefsire ihtiyaç var mı?" gibi eleştirilerle karşılaşıyor musunuz? Süreç boyunca en çok hangi zorlukları yaşadınız ve bu çalışmayı tamamlamak sizin için nasıl bir anlam taşıyor? Ayrıca tefsirinizden istifade edenlerden nasıl geri dönüşler alıyorsunuz?

Ben profesör olduğum gün, 2008 yılında, bu unvanı bir "yatış" unvanına dönüştürmemeye karar verdim. Genellikle profesörlük, akademide bazıları için bir hedefe ulaşıp durma noktası olur. Derse asistan gönderilir, kitap yazılmaz, makale yazılmaz. Tabii ki herkes böyle değildir, ama yaygın bir eğilimdir. Ancak ben profesör olduğum gün, o gün tefsir yazmaya başlamaya karar verdim. Çünkü henüz çok genç yaşta profesör olmuştum, 42-43 yaşındaydım. Bu yaşta nasıl tembelleşebilirdim? O yüzden tefsir yazmaya kısa surelerden başladım. Önce Duha-Nas arasındaki sureleri tefsir ettim. Bunu bastırdık ve olumlu geri dönüşler aldım. Sonra bu çalışmayı 30. cüz’ün tefsirine dönüştürdüm. O da güzel geri dönüşler aldı. Ardından son iki cüz’ün tefsirini tamamladım. Kur’an’ı Kur’an’la tefsir etme metodunu benimsedim. Bu metot beni Kur’an’a daha da yakınlaştırdı. Ne kadar tefsir yazarsam o kadar fazla şey öğreniyordum. 1988-1990 yıllarında yaşadığım zihinsel dönüşüm bile tefsir yazarken hissettiğim mesuliyet kadar derin olmadı. Bu süreçte pek çok kişi "Bu metotla Kur’an’ın tamamı tefsir edilse iyi olur," dedi. Bunun üzerine, Kur’an’ın tamamını tefsir etmeye karar verdim ve nüzul sırasını takip ederek 16 yıl boyunca çalıştım. Ancak nüzul sırası konusunda tartışmalı bazı sureler vardı. Bu yüzden tefsiri nüzul sırasına göre bastırmaktansa mevcut mushaf sırasına göre düzenlemeye karar verdim.

16 yıl boyunca gece gündüz çalıştım. Ailem bilir, ben yıllık programlar yaparım. Bir yıl içinde ne yapacağımı belirlerim, bunu 12 aya bölerim. Her ay ne kadar ilerleyeceğim, her haftada ne yapacağım, her günü nasıl değerlendireceğim diye detaylı bir plan yaparım. Hatta günü bile ikiye bölerim: Gündüz ne yapacağım, gece ne yapacağım diye. Beklenmedik işler çıkabilir diye de planlarımı önden götürürüm ki yıllık hedeflerim aksamaz.

Günde kaç saat uyuyorsunuz hocam?

Maksimum 3,5 - 4 saat.

Çalışma rutininiz sabah mı?

Hayır, gece çalışırım. Saat 23:00’te başlarım, sabah 07:00’ye kadar çalışırım. Sabah 07:00’de yatarım, 10:00-10:30 gibi kalkarım. Çünkü gündüz okul var, dersler var. Onları bırakmak mümkün değil. Konferanslar, ilave dersler, televizyon programları var. Aile var, eve gelen giden oluyor, gündüz vakit ayırmak imkânsız. Baktım ki tefsir yazmak için bir yerden fedakârlık yapmam lazım. Fedakârlık yapacağım şeyi belirledim: uyku. Uykuyu minimize ettim, 3 saate indirdim. Buna rağmen Allah’a hamdolsun, büyük bir sağlık sorunu yaşamadım. Sonunda 16 yıllık emeğin ardından, 2024 yılı itibarıyla tefsir tamamlandı.

Tefsire ilgi var mı? Geri dönüşler nasıl?

Daha basımı üzerinden bir yıl bile geçmeden iki baskı yaptık. Tabii 30 cilt olunca insanlara göz korkutucu geliyor. "Hocam, bunu kim okuyacak?" diye serzenişte bulunanlar var. Ben de diyorum ki: "Hakkınızı helal edin. Ben 16 yıl çalıştım, 30 cilt yazdım. İsterseniz okumayın, sizin bileceğiniz iş." Ama şunu da söyleyeyim: Şu an tefsirimi satır satır okuyan, 28. cildi bitirmek üzere olan arkadaşlarım var. 27 cildi bitirenler var. Okuyan kardeşlerimin geri dönüşlerini alıyorum, bu da benim için kıymetli. Üçüncü baskı için biraz beklemeye karar verdim. Çünkü bazı ifadeleri yeniden gözden geçiriyorum. Yeni öğrendiğim bilgiler, düzeltilmesi gereken kelime hataları veya cümle akışındaki eksiklikleri toparlıyorum. Bazı kardeşlerime tefsiri okuttum ama biraz hızlı geçti. Şimdi gönülden okuyan kardeşlerimin tamamlamasını bekliyorum. Kimisi 28. ciltte, kimisi 17. ciltte. Onların geri bildirimleriyle düzeltmeler yapıyorum.

Bu süreçte meal çalışmanız da oldu değil mi?

Evet, tefsirden önce bir de üç farklı boyutta meal hazırlamıştım. Cep boy meal, mushaftaki sayfa düzenine göre 604 sayfalık meal ve genişletilmiş olan 1600 sayfalık meal tefsirim var. Bu çalışmalar da çok rağbet gördü, kaç baskı yaptığını ben bile bilmiyorum. Haliç Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanı Naci Topsakal sağ olsun, hem tefsirimi hem de mealleri bastırarak milyonlarca insana ulaştırdı.

Bir de “Kur'an Meal-Tefsir” çalışmasının dijital versiyonu olan “Kur'an Okuyan” isimli mobil uygulamanız var değil mi?

Evet, telefon üzerinden kullanılan tefsirimin ve mealimin “Kur'an Okuyan” isimli bir uygulaması var. Önceden ayet grupları şeklinde yüklüydü, şimdi her ayetin tefsirini o ayetin altına gelecek şekilde yeniden yüklüyoruz. Bugün bile birkaç tane teşekkür mesajı aldım. İnsanlar okuyor. Eleştirenler de var tabii ki. Ama ciddiye alıp okuyanların haddi hesabı yok.

Bana “Hocam, Kur’an yeter diyorsunuz ama 30 ciltlik tefsir yazdınız. Kur’an bir ciltten 30 cildi nasıl çıkardı?” diyenler de var. Ben de onlara diyorum ki: "Kur’an’ın yettiğini anlatmak için 30 cilt yazdım. 29 cilt olsaydı anlamayacaktınız, 30 cilt yazdım, muhtemelen hâlâ anlamıyorsunuz. Belli ki bu 60 cilde de çıkabilir!" Çünkü ben ayetleri ayetlerle açıklıyorum. Bir ayet, başka bir ayeti açıklıyor. O açıklama başka bir ayete kapı aralıyor. Biz Kur’an’ı Kur’an’la harmanlayarak tefsir yazdığımız için hacim genişliyor. Ben kendi başıma bir şey yapmadım. Hud Suresi’nin 1-2. ayeti orada dururken, Furkan Suresi’nin 33. ayeti orada dururken, Kur’an’ın kendini açıkladığını görmezden gelmek mümkün değil. Kur’an açıklayıcıdır, apaçık olduğu için değil açıklayıcı olduğu için! Herkes mübîn kelimesini "apaçık" anlamında kullanıyor. Doğrudur, ama mübîn’in asıl anlamı "açıklayıcı" demektir. Kur’an, kendi kendini açıklayarak apaçık bir kitap hâline gelir. Ben de ayetleri birbirine bağlayarak, ayetler arasında verkaç yaparak tefsir yazdım. Bunu salih amelim olarak Rabbime sunmak istiyorum.

Ne olur, ne biter bilmiyorum. Ama bir gönüle daha dokunabilirsek ne mutlu!


Sayı 99 (2025)

Follow