FETHİ GÜNGÖR
Toplumsal aptallık doğal değildir, toplumun kendi elleriyle oluşturulmuştur: “Allah onlara zulmetmedi, ancak onlar kendilerine zulmediyordu.” (Nahl 16:33) Yasaları bilinç alanına sokmak, psikolojik araçları başkalarıyla değiştirme yeteneğini kazanmak uyanmamızı sağlayacak olan çaredir. Çünkü fikirlerin belli düzeylerde yeşermesi, başvurulan araçlar ve ulaşılan derinlik oranında imkân dahiline girer.
Bilinç ve bilinç dışının değiştirilmesi bugün mümkün hâle gelmiştir. Birey bilincini değiştiremeyebilir. Bu konuda mutlak bir güce sahip değildir. Fakat toplumun kendi bilincinde olanı değiştirmeye gücü yeter. Nefste olan ister yüzeyde isterse derinde mekân tutmuş olsun fark etmez. Çünkü bu bir bilimin konusudur ve kitabımızın araştırma konusu olan âyetin (Ra’d 13:11) ta kedisidir.
Tehlikeler karşısında kitlelerin vicdanına telkinde bulunmak, işlerin nasıl yürüdüğünün farkında olan bir dünyada uzmanlar tarafından yürütülen bir bilimdir. Vicdana telkinde bulunma bilimi ruhun derinliklerinde bulunanı değiştirme ilmidir. Asıl problem şudur ki insan hem bu dünya hayatındaki kaderini hem de ahiret hayatındaki geleceğini etkileyen o “kayıtsız kalma” vasfını muhafaza etmektedir!
Toplumun düşüncelerinin etkilenmesi ve istenilen yöne çevrilmesi; bürokrasisiyle, bilginleri ve kurumlarıyla örgütlenmiş bir bilimin konusudur.
İnsan aklının doğal ve beşerî hayata ilişkin yasaları göremediği atalet dönemleri, en tehlikeli dönemlerdir. İşte biz bu tehlikeli döneme girmiş bulunmaktayız. Uzun zamandır akıllarımızı kilitlemişiz! Böylece boyunlarımızda bizi gelecekten alıkoyan halkalarla ve sürüdüğümüz taşlarla ayakta durmaya çalışıyoruz! Nefste olanı değiştirme bilimi, gerekli zaman ve yeterli imkânlarla uygulamaya konulduğunda, bizi içinde bulunduğumuz şaşkınlıktan çıkacaktır.” (Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, s. 154-156)
Allah Rasulü “hidayeti” suya, “toplumları” da toprağa benzetmiş ve “su ve toprak” arasındaki ilişki ile “hidayet ve toplum” arasındaki ilişkiyi, her ikisinin de “hem ilahî hem de tabii kanunlara boyun eğmesi” şeklinde açıklamıştır.
Diğer taraftan Allah Teâlâ, şer’î kanunları Kur’an-ı Kerim’den öğrenmemizi emrederken evrensel tabii yasaları da dışımızdaki kâinat ile iç âlemimizdeki vicdanî hislerden öğrenebileceğimizi belirtiyor. Onun için bir yandan bize şer’î emir ve yasakları emrederken diğer taraftan da bizden önce yaşayanların gidişâtını tâkip edip onlardan bazı dersler çıkarmamızı istiyor. Dolayısıyla her iki husus da emrolunan şeylerdir.
Ancak toplumda değişim işlemini gerçekleştirecek kimsenin unutmaması gereken hususlardan biri, mevcut sorunu çözecek noktanın belirlenmesidir: Sorun, “helal” ve “haram”ı bilmemekten mi kaynaklanıyor, yoksa “vacip” ve “haram”ı bilen ve bunların gereğini yerine getirmeyen kimsede mi düğümleniyor, veyahut “helal” ve haram”a hiç aldırmayıp bunları uygulama derdi olmayan kişide mi takılıyor? Bu noktaların iyi tespit edilmesi lazım.
Önemli olan diğer bir husus da bu sorunlar hakkında uygulanacak çözümlerin herbirinin, diğerinden farklı bir özelliğe sahip olduğunun bilinmesi ve bu hususun karıştırılmamasıdır.
İşte bu kitap, zikrettiğimiz ikinci sorunu ve çözümünü konu alır. Yani, ellerinde Kur’an gibi bir “Kitap” olmasına rağmen, yukarıda hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, ondaki ilmi algılayacak bir ortam hazırlamadıkları için ondan istifade edemeyenleri konu edinmektedir. Bu konuda İbn-i Teymiyye şöyle der:
“...Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de bize naklettiği kıssa ve olaylar, sırf ders çıkarmamız ve ibret almamız için dile getirilmiştir. Zira ders çıkarmaya ve onlardan ibret almaya ihtiyacımız vardır. Bu da ancak, zikredilen hadise ile yaşadığımız benzer hadise arasında bağlantı kurmakla mümkün olur.” (Güç, İrade, Eylem, s. 25-26)
Gaye ve Vesile
Bu görüşümüzü, Buhârî’nin Ebu Musa el-Eş’ari vasıtasıyla Hz. Peygamber’den rivayet ettiği hadis-i şeriften çıkarmış bulunuyoruz: Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Yüce Allah’ın benim vasıtamla gönderdiği hidayet ve ilim, bol yağmura benzer. Bu yağmur, kâh öyle bir toprağa düşer ki onun bir kısmı suyu kabul eder ve çayır ile bol ot yetiştirir; bir kısmı da kurak olur, suyu üstünde tutar insanlar ondan faydalanır; hem kendileri içer, hem hayvanlarını sular, hem de ziraatlarını yaparlar. Bu yağmur, düz ve kaypak olan bir diğer çeşit toprağa isabet eder de o toprak ne suyu üstünde tutar, ne de çayır bitirir. İşte, Allah’ın dinini anlayıp getirdiğim hidayet ve ilimden istifade eden, onu öğrenen ve başkasına öğreten kimse ile onu duyduğu vakit kibrinden başını bile kaldırmayan ve Allah’ın benimle gönderdiği hidayeti kabul etmeyen kimsenin durumu bunun gibidir.” (Buhârî, Kitabu’l-İlm’de mevcuttur) (İbn-i Teymiyye, el-Fetâvâ, c. 14, s. 322.)
Bizim en büyük ve en tehlikeli düşmanımız, fikrî ve kültürel alandaki uyuşukluğumuzdur. Ümmetimizde yetişen fertlerin bu derece pasif olmalarının asıl sebebi de budur. Onun için Müslüman’ı bu atalet ve pasiflikten kurtaracak metodu geliştirmemiz gerekiyor. Aynı şekilde Müslüman’ın gerçekleştireceği eylemi, önemsiz ve basit gören saplantılardan kurtulmamız gerekiyor. Bizim görevimiz, karşı tarafa, aleyhimizde kullanacakları ve bizi “Müslüman kimliğinden” soyutlayıp başka bir kimlikle lanse etmeye çalışacakları malzemeyi ve fırsatı vermemektir. Ta ki bizi, “Müslüman kimliğinden” başka bir kimlikle takdim edemesin! Önünde sadece “Müslüman kimliğini” bulsun!
Karşı taraf, bizi başka bir kirlilikle lanse etmeye çalışacak bir ipucu veya bir açık bulamayınca “İslam kimliği” ile yüz yüze gelmiş olacak. Böylece hem biz kendimize çeki düzen vermiş hem de karşı tarafın tutumunda bir değişikliğe yol açmış olacağız. Bu açıklamalardan sonra şunu diyebiliriz sanırım: Biz, karşı tarafa, kendi vicdanlarını bir muhasebeye tabi tutacakları fırsatı vermemekten kaynaklanan bir vebal altındayız.
Ümmetin içinde derin kök salan bu saplantıları söküp atmaya veya en azından tesirsiz hale getirmeye yönelik hiçbir gayret sergilemiyoruz.
Bu saplantılardan biri de şöyle ifade edilmektedir: “Müslüman öldürmeden ölürse hiçbir iş yapmamış ve boş yere ölmüş demektir. Karşı taraftan bir veya birkaç kişi öldürdüğü zaman ancak Müslüman’ın ölümü bir işe yarar, toplumda bir yankı uyandırır.” Oysa bu yanlış bir saplantıdır; toplumun vicdanında akis bulacak ve onu küfre karşı gayrete geçirecek yegâne ölüm, sadece “Rabbim Allah’tır dediği için ölüme mahkûm edilen Müslüman’ın ölümüdür. Kur’an-ı Kerim’de bunun çok güzel bir örneği var: Firavun’un Hz. Musa’yı, sırf “Rabbim Allah’tır” dediği için öldürmek istemesi üzerine bir kişi -hem de Firavun ailesinden- tepkisini şöyle dile getirir: “Siz, sırf ‘Rabbim Allah’tır’ diyen kimseyi mi öldürmeye kalkıyorsunuz?!” (Ankebût, 2).
Geçmiş toplumlar üzerinde uygulanan, başarılı tecrübelerden yararlanan ve mücadelesini fikir ve ikna düzeyinde yürüten tebliğ metodu sayesinde “aldanan” kesimin karşı saftan kopması mümkün olacaktır: Şiddete başvurmadan, tüm insanlığın hayrı için karşılıksız olarak ifa edilen bu yüce vazife sayesinde insanların gönüllerinde taht kurmak ve onları kendi safımıza çekmek mümkündür. Zira İslami mücadele metodunun açık ve net olmayışı, daha açık bir ifadeyle akla ve vicdana hitap etmeyişi; fıtratı temiz ve mücadeleye hazır çok kimseleri Müslüman, ya safa çekememekte veya İslâm nimetinin farkına varamayacakları karşı safın kucağına itmektedir. Böylece farklı bir atmosfere itilen bu insanlar fıtratları istikametinde yönlendirilmiş olmayacak ve neticede çokları “bâtıl” safa iltihak edeceklerdir, özellikle “bâtıl” saf aldatıcı bir üslup kullanırsa. Onun için dinimizde hakk’a bâtıl karıştırmak en büyük günahlardan biridir, çünkü hakka bâtıl karışmadığı taktirde, bâtıl bütün gerçeğiyle ortaya çıkacak ve hak karşısındaki zayıflığı ve hakirliği çok daha rahat anlaşılacaktır.
CEVDET SAİD
ÂDEMOĞLUNUN İLK MEZHEBİ
İslami Hareketin Şiddet Sorunu
Türkçesi: Halil İbrahim Kaçar
Hz. Âdem’in oğlu Hâbil mütekebbir birisi değildi ama o, gerçekten çok büyük bir kişilikti. Çünkü o, öncelikle kibir ve kibriyayı reddetmişti. Onun mezhebini, tutumunu benimseyen, onun izinde yürüyen birisinin aklına kibir yolunda yürümek diye bir düşünce getirmesi imkânsızdır. Onun yaşadığı alana kibirden bir zerre giremez. Çünkü o takındığı bu tavrı, sergilediği bu tutumu ile kendini kibirden korumuştur. Kim bu anlayış derecesine ulaşırsa kibir, onun kişiliğine, benliğine ulaşacak bir yol bulamaz.
Benliğini bu derecede temizleyemeyen birisinin Allah’ın askeri (cündullah) olması mümkün değildir; değil cündullah, O’nun sıradan bir kulu bile olamaz. Kim hevâsına boyun eğerse ya da Allah’ın haram kıldığı bir canı öldürme konusunda, Allah’ın kullarından birisine itaat ederse omuzlarına insanların ruhlarının emanet edildiği ve bu emaneti korumaları sorumluluğu yükletilmeye layık görülmeleri nedeniyle Allah’ın emanetinin tevdi edileceği vicdanlar konumunda olan, Allah’ın askerlerinin arasına giremez.
Temyiz kudretine sahip kimselerin ortadan çekilmesi, kaybolması, tahripkâr ve yok etmeye eğilimli kimselerin çoğalması, bizi umutsuzluğa düşürmektedir. Fakat neticede tarih, gafletimizin ağır bedelli faturalarını bizden isteyerek bize bunu öğretti ve bizi terbiye etti. Zira bu bağlamda düşünüldüğünde Körfez Savaşı, yaşadığımız zamandan çok uzakta değildir!
Siyasetçinin ve ahlâkçının eleştirici ve suçlayıcı tavırlar takındıkları doğrudur. Fakat toplum ve tarih dünyası, ona başka bir bakış açısı/perspektif kazandırır. Belki kendisini fesat ve yıkım içinde görür ve bu bataklıktan kurtulma gereğini, bu konuda tarihin kendisine katkı sağlayacağını vicdanının derinliklerinde duyar.
Ebû Cehil, Allah Rasûlü’nün peygamber olduğunu ve getirdiği mesajın hak olduğunu bile bile O’na düşmanlık etmekteydi: “Vicdanları, onların hak olduğu hakkında kanaat getirdiği halde, sadece zulüm ve böbürlenme, kendini yüksek görme yüzünden bile bile onları inkâr ettiler. Bak o bozguncuların sonu nasıl oldu!” (Neml 27:14)
Meseleyi çok iyi tahlil etmek gerekir. Kalplerin kuyusunu süzmek ve oralarda bulunan fesatçılığı, vehmi, zulmü ve kendini yüce görme gibi kötü huyları kökünden çıkarıp atmak lazımdır. Zira zulüm; kişinin sahip olduğu imtiyazları koruması, diğer beşerle eşit olmayı kabul etmemesi, onları küçük ve alçak görmesi, onlarda bir hayır olmasının artık imkânsız olduğunu düşünmesi, kendinden başka diğer insanların hepsinin bozuk, kirli ve pis varlıklar olduğunu iddia etmesi, kendini sürekli beşerin üstünde bir konuma çıkarmaya çabalamasıdır.
ÂDEM’İN OĞLU HÂBİL GİBİ OL
Barışçıl Bir Kimliğin İnşası
İbrahim (as) ecdatçılığı bir ölçüye koydu. Buna göre insanın, ecdadının yolunda gitmek uğruna doğruya ve gerçeğe ihanet etmesi caiz değildir. Doğru ve vicdan arasında ataların veya toplumun tercih edilmesi noktasında bir çatışma alanı vardır. Doğru ve vicdan, atalar ile topluma karşı değildir. Ancak bunlar, bâtıl ve yanlışa karşıdırlar. Adaletten sapmamamız için bu ayırımı yapmaya mecburuz.
Geri kalma çağında atalar, insanın kullanılan ve kontrol altına alınan diğer eşyalar gibi olmasını isterler. Hâlbuki ilim ve tevhid ona şunu söyler: “Sen eşya gibi değilsin, başka bir varlıksın!”
Dünyanın kötü zan, itham, ümitsizlik, aldatma ve maddî güç vasıtasıyla mal, asker ve silahları zayi etmeye ihtiyacı yoktur. Nitekim Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır: “Ne mallarınız ne de evlatlarınız katımızda size bir yakınlık sağlamaz.” (Sebe: 37) İnsanların kendisine ulaşmak için yarıştığı şeyler, onları parçalıyor ve hayatlarını kederli hale getiriyor. Fakat kalplere rahatlık ve sükûnet hissi verecek, rahatsızlık ve gerilimi yok edecek olan merhamet, isar, sevgi ve adalettir. Öyleyse kalbini dene, vicdanına dön ve kalbinin alçaklık ve yüksekliklerini araştır. O kalbi açan (genişleten) ve sevindiren; alçakgönüllülük, sevgi, merhamet ve başkalarını kendine tercih etme değil midir? Gerçekle ilişki kur, kendi başına, kendi duyuların ve bilgi aletlerinle onu ortaya çıkar. Devamlı başkalarının, kalabalık ve kötü sözlerinin esiri olarak yaşama...
İşte taklitten çıkmanın ve yolunda canını Allah’a sunan şehitlerin efendisi olmanın anlamı da budur. Gerçek hayat taklit, babalara tapma v.b. şeyleri terk etmekle ve insanın, gerçeği başkalarının değil kendi ölçüsüyle değerlendirip onunla ilişkiye girmesiyle gerçekleşmiş olur.
OKU! KEREM SAHİBİ RABBİNİN ADIYLA
Bilgi ve Güç İlişkisi
Nebiler şiddeti gayr-ı meşru kabul etmişler ve meşruiyeti meşruiyetle gerçekleştirme hususunda ısrar etmişlerdi. Oysa modern kültür, meşruiyeti gerçekleştirmek için şiddet kullanımının cevazını nassa (norma) bağlamıştır. Bu eksik ve ayıplı anlayış hâlâ sürdürülmekte, tüm dünyayı kirletmekte ve insanların hepsini tutum ve davranışlarında çelişkiye düşürmektedir. Veto hakkının haklı çıkarılması; bütün gerekçelerinin ortadan kalkmasına rağmen hâlâ varlığını sürdürmesi, işte bu hatalı anlayışın sonucudur.
Kuşkusuz İsa’nın (a) daveti yöneticileri değiştirmemiş, fakat toplumu değiştirmişti. Bundan ötürü kimisi Hz. İsa’nın “Sezar’a ait olanı Sezar’a bıraktığını”, böylelikle tevhid ilkesini siyasetten, dini devletten ayırdığını zanneder. Hâlbuki bu zan son derece yanlış ve mülevvestir. Bu anlayış, sorunların çözümünü daha da zorlaştırmaktadır. Oysa siyaseti ıslah eden, insanların vicdanından ve bilincinden kaynaklanan tevhid anlayışıdır. Tevhid aynı zamanda insanlığı, insanları baskı altına alma ve yok etme politikalarında müstekbirleşen ve firavunlaşan zorbalara itaat zilletinden kurtarmaktır.
Peygamberlerin getirdiği bu ilke ne kadar yalın, mallar ve canlar konusunda ne kadar ekonomiktir? Kuşkusuz peygamberlerin getirdikleri ve şu zamana kadar anlamaktan aciz kaldığımız sosyal politika tekniğini yeniden keşfetmek gerekir. Peygamberlerin getirdiği bu sosyal siyaset tekniğini kavrayamadığımız için din kurumunu devlet kurumundan ayırmaktayız. (Din ve Hukuk, s. 57).
Adalet ve demokrasinin denetim yeri, politikacıların vicdanları değildir; bilakis ezilen halkların vicdanlarıdır. (Bir Çıkış Yolu, s. 9)
Zamanımızda sosyal olaylara egemen olan yasaların genel niteliği göz boyamacılık(büyü), vehim(yanılgı) ve bilgisizliktir. Ben burada şuna da değinmek istiyorum: Böylesine yanlış yasaların egemen olduğu bir dönemde kendi kendini idareden aciz halkların elinden nasıl tutacağız, onların rüşte erdiklerini nasıl gözlemleyeceğiz; reşit olduklarını veya rüşde erdiklerini anlayabilmek için onları nasıl deneyeceğiz? Peşinen şunu söylemek gerekir ki bu halkların himaye edilmeleri, bilgisizlik(cehil) karanlığından bilginin(ilmin) aydınlığına çıkarılmaları belirli bir bilinç düzeyine ermeden, tutarlı bir vicdana sahip olmadan mümkün değildir. Zira vehim içinde yaşayan bu tür toplumların, bu yaşama biçimlerinden yarar sağlayan kimselerin, söz konusu toplumları bu tür vehim ortamında çıkarmaları mümkün değildir.
Yeryüzünde büyüklük taslayan kaç zorba hegemonya altında bulunan halklar, kendi kendilerini sevk ve idare anlayışına ve bilincine erdikleri ortaya çıktığı zaman, onlardan gasbettikleri mallarını, mülklerini, zenginliklerini ve insan kaynaklarını kendilerine teslim edebilme erdemliliğini gösterebilir? Vicdanın, bilincin ne olduğunu bilmeyen bir diktatör, tahakkümü altına aldığı halkların vicdanlarını, bilinçlerini, savaş gibi zora dayalı yöntemlere başvurmadan serbest bırakabilir mi?
Bu bağlamda bilgi şu ilkeyi öne çıkarıyor: “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Yalnızca öz akıl sâhipleri derinlemesine, enine boyuna düşünür, öğüt alırlar.” (Bir Çıkış Yolu, s. 15-16)
Doğru bir düşüncenin, görüşün, bilginin ikrah yöntemiyle dayatılması kesinlikle meşru değildir. Ancak ehl-i zikir süzgecinden/filtresinden geçip onaylandıktan sonra bir düşüncenin doğruluğu, tutarlılığı ve insanlara sunulabilirliği kesinlik kazanır. Çünkü bireyin vicdanı, koruma altına alınmıştır. Hiç kimsenin onun bu masuniyet hakkını çiğnemesi câiz değildir, bunun gibi toplumun temsilcisi konumundaki kamu vicdanı da aynı şekilde koruma altına alınmıştır; bireyin vicdan masuniyetinin korunması gibi kamu vicdanın da korunması, haklarının çiğnenmemesi gerekir.
“İnananlar ve imanlarını zulümle bulamayanlar (imanlarını zorla başkalarına dayatmayanlar) işte emniyette olmak onlar içindir ve hidayete erenler de yalnızca onlardır.” (6/82) Bu âyete bakarak kişisel olarak imanıma zulüm bulaştırmaktan nasıl kurtulacağım, emniyeti ve güvenliği nasıl kazanacağım? Ben, “düşünceyi, bireysel vicdanlar ve ehl-i zikir süzgecine/filtresine başvurmadan, güç kullanarak başkasına dayatma” anlamına gelen istibdadı terk ettiğim ve bireye inanmadığı dini zorla kabul ettirme girişiminde bulunmadan bireyin vicdan özgürlüğüne sâhip olduğunu kabul ettiğim zaman kendimi içtihat yoluyla güvenlikte hissederim. Aynı şekilde “dinde zorlama yoktur” ilkesini benimsediğim ve bunu kendi kişiliğimde uyguladığım ve düşüncelerimi ümmetin vicdanı olarak kabul edilen ehl-i zikir meclisine sunmayı kabul ettiğim zaman kendimi emniyette hissedeceğim. Eğer onlar kendilerine sunduğum düşüncemin doğruluğu hususunda icma ederlerse (görüş birliğine varırlarsa) mesele yok. Ama eğer ekseriyetinin kabul oyunu alarak icmaya en yakın konuma gelirse bu sonuç da benim için son derece güzeldir. Fakat düşüncem icma ile veya oy çokluğu ile reddedildiği zaman geriye benim söz konusu düşüncemi insanlara zorla dayatmadan, özgür bir anlayışla insanları ona çağırma hakkım kalır. Bireylerin özgür vicdanları ve Kur’an’da pekiştirilen iki hükümden birisi (öldürme ve tehcir/göçe zorlama) doğrultusunda ikrah yoluyla insanların düşüncelerini gasdilmekten koruyan rüşd ehli ümmetin ehlu’l-hall ve’l-akd olan kimseleri benim düşüncelerimi kabul ettikleri zaman, insanların yanlış düşüncelerinden ötürü öldürülmekten ve göçe zorlanmaktan onları kurtarmak için bu düşünce üzerinde oynamak mümkün olmayacaktır artık. Araştırılmaya, üzerinde durulmaya ve yeniden gözden geçirilmeye değer olduğu kabul edilecek, tekrar tekrar kontrol edilecektir. Artık bu aşamadan sonra aşınma, atalet gibi olumsuzluklar bu düşünceye isabet etmeyecektir. Bu düşünceyi söz konusu iki hükmün, yani düşüncelerinden ötürü insanların idam edilmeleri ya da tehcire zorlanmaları hükmünün içine sokacak özellik bulunmayacaktır. Zira insan ‘dinde zorlama yoktur’ ilkesine yaklaştığı ölçüde, güven kazanır; insan ‘dinde zorlama yoktur’ ilkesinden uzaklaştığı oranda güvensizliğe yaklaşır. Bunun içindir ki kendi siyasal görüşlerini, ehl-i zikir süzgecini dikkate almadan ikrah ve istibdat yöntemleriyle insanlara dayatan zorbalar, hiçbir zaman kendilerini güvende hissedemezler. Sürekli bir korku ve endişe içinde yaşarlar. Çünkü onlar her zaman güvenliklerinin garantisi olmadığı, güvenliklerinin sürekli tehdit altında olduğu korkusu içindedirler.
Oysa ben hiçbir zaman bütün düşüncelerimin reddedilmesinden korkmam. Fikirlerimi ehl-i zikir meclisinin muhakemesine sunmaktan çekinmem. Çünkü eğer benim düşüncelerimin tümü başkaları tarafından kabul edilirse bunun bana fazladan katacağı bir değer yoktur, bilakis o düşünceleri kabul eden ehl-i zikir meclisini oluşturan kimselere artı değer katacaklardır. Düşünceler eğer doğru ise onlar yararlanacaklar, yanlış ise vebali onların üzerine olacaktır. Aynı şekilde ben düşüncelerimi üzerlerinde derinlemesine düşünsünler diye bireylerin özgür vicdanlarına sunmaktan da yılmam. Eğer ben düşüncelerimdeki bütün kapalılıkları izale edip onları bütün çıplaklığı ile ortaya çıkarabilirsem ve bu düşünceler onlar tarafından kabul edilirse diğerleri gibi bu konuda artı değer onlar için olacaktır. (Bir Çıkış Yolu, s. 28)
Malik bin Nebi, İsrail’in Orta Doğu’daki durumunu; İspanya’da matadorların, arenada boğayı kızdırmak ve ona hedefini şaşırtmak için kullandıkları kızıl şala benzetmişti. Matadorların bu şalı nasıl kullandıkları, modern iletişim araçları sâyesinde herkes tarafından seyredilebilir duruma gelmiştir artık. Acaba politikacıların ya da sıradan insanların, bu espriyi anlamaları mümkün müdür? Ya da bu tip insanlara onu anlatmak gerekiyor mu?
Kendini gizlemiş kaçak aydın, içinde yaşadığı milletin aklı ve vicdanı mesabesindedir. O ve selefleri, içinde yaşadıkları toplumların paradigmalarını oluştururlar. Milletin önderleri ve geneli de bu yapı içerisinde yaşarlar. Hal böyle iken kaçak ve kendini gizleyen aydın, kimsenin kendisini suçlamamasından ve eleştirmemesinden dolayı memnundur. Zira içinde yaşadığı toplum içerisinde onun otoritesi yoktur. Çünkü genel halk kitlesi, aklın ve bilginin iktidarını/gücünü henüz keşfedebilmiş değildir.
Söz konusu aydının kendisi de iktidara karşı koyacak hiçbir imkâna sahip olmama, yanılgıya düşme, kuruntuya, yılgınlığa kapılma konusunda, sıradan halk ile aynı kaderi paylaşır. Ancak onun bu konudaki durumu, genel halk kitlesinden daha önceliklidir. Çünkü halk, aydınların ve iktidarın yazdıkları ve dile getirdikleri söylemin büyüsüne kapılarak, onların iğfalinin kurbanı olmuştur. Bu yüzden, her ikisinden (aydınlar ve iktidar) de fena halde ürker. Fakat halk bir taraftan aydınların ve iktidar sınıfının baskısından yakınırken öte taraftan aklı devre dışı bırakıp cehlin büyüsünün kalıcılığını korumaya da tutkuludur; ondan da bir türlü vazgeçemez.
Kuşkusuz bilgi ve akıl, henüz rüşdlerine ermemiş; eksik, aciz yaratıklardır. İktidarı elinde bulunduran zorba, yönetimi altında bulunanları kolayca manipüle etmek için aydınları sürekli kendisine yalancı şahitler olarak kullanır. Ardından halka, kendisini kandıran aydınlardan yüz çevirmelerini emreder. Çünkü onların görevi, rolleri ancak bundan ibarettir.
Acaba bizim elimizdeki akıl ve ilim ne zaman rüşdlerine ereceklerdir? Ki böylelikle halk gerçek manada yerini bilsin, putun gücüne güvenme zilletinden vazgeçip fikrin gücüne dayansın ve güvensinler. Bir aydın fikrin gücünü, şiddetin gücünden ayırt edemediği sürece ister istemez şiddetin kurbanı olacaktır. Çünkü o fikrini, henüz şiddetin gücüne iman etmekten bağımsız hale getirememiştir.
Bu yüzyılın en önemli putunun şiddet ve araçları olduğu muhakkaktır. Bunun böyle olduğunu düşünmediğimiz ve ondan gereğince içtinap etmediğimiz, ona boyun eğmekten vazgeçmediğimiz sürece işler, içinden çıkılması imkânsız denecek kadar karmakarışık olmaya devam edecektir. (Dirilişin Şartları, s. 13-14).
Avrupa uygarlığının insanı, kendi tarihini unutamaz. O, 300 yıl boyunca insanlara nasıl terbiye edilecek vahşiler gibi muamele ettiğini çok iyi bilir. Şimdi günahlarının farkına varmış, psikolojik yönden ıstırap çekmektedir. Vicdanı ona işlediği günahlardan ötürü musallat olurken bir yandan da kısas edilmekten korkmaktadır. Çünkü güç, onun elinden başka ellere geçmeye başlamıştır ve kendisi yarın hangi konumda olacağını bilmemektedir. Batı, artık suç işleme özgürlüğü günden güne kısıtlanan ve artık bir gün adaletin karşısına çıkarılabileceğini düşünen bir suçlu gibidir.
Bu tip bir insanı “normal” addetmek yanlış olur. Çünkü kendisi zaten normal olmayan bir medeniyetin ürünüdür. Bu insan hayatı ancak zalimlik, zayıflık ve mazlumluk olarak tasavvur edebilir. Çünkü onun uygarlık felsefesinde bu vardır. Onun var olma mücadelesinden anladığı da budur. Böyle yaşamıştır ve böyle yaşamaya da devam edecektir.
Günümüz dünyası yeni bir “bilinçli insan” modeli yetiştirecek farklı bir medeniyete muhtaçtır. Bu insan modeli, insanlar arasında yürürken varlığını taşıdığı silaha dayandırmayacak, başkaları da silah taşıdıkları için var olmayacaklar, herkes varlığını “güvenilir” olmaktan alacaktır. Bu insan tipinin silaha, güce ve insan haklarına bakışı; güneşi batmaya yüz tutmuş Batı medeniyetinin anlayışından çok farklı olacaktır. Bu yeni medeniyetin üreteceği insan da belki, silahı çok önemseyecektir. Ancak verdiği bu önem zulmetmek için değil zulmü önlemek ve güvenliği yaygınlaştırmak için olacaktır.
Sanırım, sırf elinde silahlı bir polis gördüğü için rengi kaçan ve dönüp size onun kendisine ne kötülükler yapabileceğini anlatmaya başlayan bir adam görseniz, çok gülersiniz. Hattâ, bu rengi kaçmış adam elektronik bir beyne ve gerçekten yüksek bir gelire sahip olabilir. Belki de bu adam bir astronottur ve kendi medeniyet anlayışı peşini bırakmamıştır. Bütün özelliklerine rağmen kendisini ya güçlü ve zalim yahut da zayıf ve mazlum olmak zorunda hissediyordur. Kendi anlayışı iliklerine kadar işlemiş ve benliğini ele geçirmiştir. Bu nedenle, asırlardır yerleşen ve kökleşen düşünceyi göz ardı etmesi ve başka bir tasavvurda bulunması mümkün değildir. Rengi atmış adam kendi uzay aracının yanındayken ona sömürge altındaki Güney Arap bölgesinden gelmiş bir köylünün yaklaştığını ve ona “Ruh bombası taşıyan polislerden korkma!” dediğini farz edelim. Gerçi ruh bombası patlarsa maddi bombalardan çok daha tesirli olur, ama olsun. Bu adam isterse yedi kat göğü yarmak üzere “burak”a biniyor olsun, durum değişmeyecektir. Çünkü bu polisin yaşadığı toplum, senin elektronik aklın ermese de insanın üçüncü bir açıdan da anlaşılabileceğini ortaya koymuştur. Bu üçüncü açı bizim medeniyetimizdeki bilinçtir. Yani, insanın güçlü ve silahlı olduğu için kendisini güvende hissetmesi yerine zalim olmadığı için kendisini güvende hissedeceği bilincidir. İşte tam o sırada adamın kaçık rengi bir güneylinin kızgınlığına dönüşecek ve şöyle diyecektir: “Bu kaba-saba giyinmiş çelimsiz adam, komünistlerden daha tehlikeliymiş. Çünkü komünistler bizim değer yargılarımızın dışına hiç çıkmadılar. Fakat bu baldırı çıplak çobanların medeniyetimizi tarihin müzesine kaldırma, bizi liderlikten etme ve hatta felsefemize tümden son verme imkânları var. Çünkü bu fakir adamın taşıdığı türden tehlikeli düşünceler, insanı işçi dayanışmasından veya kapitalizmi koruma düşüncesinden çok daha fazla etkiliyor.”
…Öyleyse haydi onlar için arabalar ve buzdolapları üretelim. Onlara hemen oyunlar ve akıllarına gelebilecek her türden eğlenceler sunalım. Ta ki, düşünmek ve üretmek akıllarına gelmesin. Yoksa (İngiliz siyasetçi, William Ewart) Gladstone ustamızın 20. Yüzyıl başlamadan hemen önce uyardığı duruma düşeriz. O şöyle demişti: “Müslümanların taşıdığı şu Kur’an var olduğu sürece Avrupa Doğu üzerinde egemenlik kuramayacak, kendine bağladığı yerlerde asla güvende olamayacaktır.”
Bizim açımızdan bakacak olursak güçlendiğimiz gün geldiğinde geleneğimize göre onlara “Gidiniz, artık serbestsiniz!” diyeceğimizi, kendilerine şimdiden hatırlatmanın bir faydası olmaz. Önemli olan bu serbest bırakma kararını vereceğimiz güne kadar, canla başla çalışmaktır.
O gün geldiğinde, beyaz tenli astronotun bağlarını gerçekten çözmüş oluruz. İşte o zaman normalleşir ve ona acı çektiren endişelerden kurtulur. Yüzyıllar önce insanları evcilleştirmeye çalışırken korkusunu yenemediği için bir türlü hissedemediği o büyük rahatlamayı işte o zaman hissetmeye başlar ve tam bir mutluluk elde eder. Davamızın sonu “Hamdolsun âlemlerin Rabbi Allah’a,” diyebilmektir.
Dipnotlar:
İSLAM’DAN BU KADAR KORKU NİYE?
Korku Nasıl Başladı?
Türkçesi: Fethi Güngör
(93. Sayı)