Siyasetbilimci Dr. Fehmi ALTIN ile totaliter-otoriter siyasi İslam’ın toplumun gelişimine olumsuz etkisi üzerine konuştuk…
Söyleşen: Dr. Fethi GÜNGÖR
Devlet ve siyaset konulu 28. sayımızda söyleşi köşesine, Alman disipliniyle akademik süreci tamamlamış ve Türkiye’ye dönerek üniversitelere iş başvurusu yaparken tanıştığımız, aramızda geçen birkaç kısa sohbette devlet ve siyasete ilişkin özgün fikirlerine muttali olduğum Siyaset Bilimci, Sosyolog ve Türkolog Dr. Fehmi Altın’ı konuk ettik.
Fehmi Altın, 1961 yılında Çorum’da doğdu. İlk ve ortaokulu Çorum’da, liseyi Ankara’da okudu. Lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimini Almanya’nın Frankfurt kentinde, J.W. Goethe Üniversitesi’nde tamamladı.
İslam dünyasının demokrasiyi geç kavramasının nedenini totaliter-otoriter siyasi İslam ve halk İslam’ı anlayışında sultanın Allah’ın gölgesi kabul edilmesi, liyakat ve adalet yerine hanedanlığın esas alınması, fikir hürriyetinin kısıtlanması, bilimsel araştırma ve eğitimin ihmal edilmesi ve toplum kalkınmasına kadının katkılarının engellenmesi olarak tespit eden söyleşimizi ilgiyle okuyacağınızı ümit ederek sunuyoruz.
Fehmi bey, öncelikle söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. İslam dünyasının bilim ve teknolojide, siyaset ve ekonomide, sosyal ve kültürel alanlarda, insan hakları alanında gelişme trendine geçememesinin nedeni nedir sizce?
Tarihe baktığımızda, İslam yeni yorumlara açık görünse de, İslam dünyasında ataerkil sosyal hayat anlayışıyla yetişmiş dindarlar tarafından yapılmış yorumlara uymayan açıklamaların, otoriter siyasi İslam aktörleri ve radikaller tarafından sürekli İslam dışı sayıldığını görürüz. Oysa Kur’an uygarlığa, ancak eğitim ve bilimle ulaşılabileceğini öngörür. Bunu da insanın bizzat kendisi, çalışarak, eğitimini geliştirerek ve bilimle uğraşarak, siyasi, sosyal, kültürel tüm sistemleri sürekli geliştirerek gerçekleştirecekti. Ne var ki, İslam dünyası hazırcılığı seçti ve hep hazırı aradı, olmayan hazırı bulamayınca çıkış yolunu da bulamadı.
Bu değerlendirmeyi yükseliş döneminden sonrası için daha münasip görebiliriz bence. Peki, ne olmalıydı, şimdi ne yapmak gerekiyor sizce?
Evet, asırlarca zirvedeydiler, ama, daha sonra eğitim ve bilimle toplumun önünü açacak bilginlerden yoksun kalışlarından, İslam dünyası gelişmeleri devam ettiremedi. Bugün artık, olayları, metinleri, kontekstleriyle birlikte disiplinler arası kapsamlı analizlere tabi tutarak toplumun önünü açmak mümkün olabilecektir. Teologların tek başına ve bilinen klasik yorumları sürekli tekrar ederek nesiller boyu aynı bilgileri vermesiyle varılacak bir yer yoktur. Fikir özgürlüğü sağlanmalı, farklı fikirler ve yorumlarla topluma farklı ve detaylı bilgiler sunulmalıdır. Yoksa, bilimsellikten uzak, duygusal ve klasik yorumları tekrar eden grupların hükümranlığı sürer gider. Bugün yaşanan da budur zaten.
Fehmi bey, Kur’an tüm insanlığın önüne fikir özgürlüğü konusunda olabildiğince geniş bir alan açtı, ama siz Müslümanların bunu hakkıyla anlayıp değerlendiremediğini mi düşünüyorsunuz?
Evet. İslam dünyasını oluşturan farklı toplumlar uzun süre Kur’an üzerine yorum yapmaya bile cesaret edemediler. Bırakın yorumu, Yüce Kur’an’ın yüzyıllar boyu tercüme edilmesi bile günah sayıldı. Ne dediğini anlamadan sadece yüzünden veya ezbere okumakla yetindiler. Felsefi yorum yapılırsa, yanlış olur ve yanlış yorum yapan, ‘dinden çıkmış sayılır’ düşüncesiyle felsefi yorum ve görüşler şiddetle sakıncalı sayıldı. Zengin bilgi ve düşünce birikimi olan Gazali gibi bir düşünür ve alim bile Kur’an’ın tercüme edilmesini ve felsefi yorumlarının yapılmasını büyük günah saydı, bu yorumların yanlış olması halinde de, felsefi yorumu yapan şahsın dinden çıkacağı türünden açıklamalarda bulundu.
Maalesef, Gazali bu yanılgıda yalnız değil...
Maalesef. Gazali başta olmak üzere felsefi ve sosyal konularla uğraşan, eli kalem tutan din alimleri, Batı’da gelişen felsefi konu ve yorumların kendilerine zarar verdiği gerekçesiyle, dönemlerinde yapılan felsefi çalışmalara sırt çevirdiler. Bu tür açıklamalar ve fetvalar, o dönemdeki gelişmeleri çok derinden etkilemiştir. İslam dünyasında okumuş-yazmış insanlar, güncel hayata dair sorunlar için, felsefi çözüm yorumları yapmaktan korkar hale geldiler, özgüvenlerini kaybettiler, yanlış yorum yapmaları halinde büyük günahlara girecekleri düşüncesinden kurtulamadılar. Bu sürecin sonunda İslam dünyasında felsefi ve düşünce alanında adeta bir kaos ortamı oluştu. Dönemin İslam alimleri, Batı’daki gelişmelerden uzak kalmakla, kendi gelişmelerini aksattıklarını, dahası toplumlarının geri kalmalarına neden olduklarını düşünemediler.
Geri kalmanın sebebini düşünce özgürlüğünün kısıtlanmasıyla izah ediyorsunuz...
Evet, diğer birçok sebep yanında en önemli sebep bu. Tarih boyunca dini yorumlarla, toplumda özgür düşünmeye ve bireyin özgüvenini geliştirmesine, anlamsız şekilde kısıtlamalar getirildi. Bugün de İslam dünyası özgürlüklerin en çok kısıtlandığı yerler olarak karşımıza çıkmakta. Müslüman ülkelerin hiçbirini tümüyle özgür olarak tanımlayamıyoruz. Hal-i hazır İslam ülkelerinde otoriter siyasiler tarafından özgürlüklerin kısıtlanmaya devam edildiğini, kendi ülkelerinin ve toplumlarının geleceklerini hiçe sayarak kendi statükolarını korumak için her yola başvurdukların esefle görüyoruz. Yanı başımızda acı bir örnek olarak Suriye’yi gözünüzün önüne getirin yeter.
Düşünce özgürlüğünün kısıtlanmasına rağmen tarihte parlak şahsiyetler ve fikirler ortaya çıkmamış mıdır?
Doğrudur. Ama, genel olarak İslam dünyası düşünürleri, bilimsel olmayan duygusal düşüncelere yönelerek analitik düşünme anlayışından uzaklaşmışlardır. İbn Rüşd ve İbn Tufeyl gibi cesaretli, içe kapanmaya karşı çıkan düşünürlerin yeni yorumları ve fikirleri ise din dışı sayıldı. Sonuç olarak, bu katı radikal anlayış, İslam dünyasını sürekli olumsuz yönde etkiledi.
Buna somut bir örnek verebilir misiniz?
Mesela, radikalleşmenin etkisiyle ataerkil toplum anlayışının daha da kökleşmesi ve adeta kutsallaştırılması sebebiyle, kadının toplumsal gelişmeye yaratıcı katkısı uzun süre topluma yansımadı. Eğitimli kadınların toplumsal gelişmelerde sosyal dinamizme, yeni nesillerin sosyal açıdan gelişmesine ve toplumun uygarlaşmasına önemli katkılarının olacağı, yüzyıllar boyu fark edilmedi. Oysa Batı’nın kısa sürede atılım yapmasında, eğitimli kadının payı büyüktür. Buna direnen radikaller, kadını sosyal ortamdan uzak tutmayı adeta dini bir görev olarak gördüler. Bütün bunlar, toplumun yüzyıllar önce ulaşabileceği uygarlığa; aydınlanma, refah ve sosyalleşmeye; insan haklarının, özellikle de kadın haklarının gelişmesine ne kadar olumsuz etki yaptığını ve Müslümanların geri kalmasına neden olduğunu izah etmektedir. Bu tespitler günümüzde yeni yeni anlaşılabilmektedir.
Fehmi hocam, 14 asırlık İslam tarihi boyunca İslam’ın evrensel ilkelerinin yeterince anlaşılamadığını, dinin özüne uygun yaşanamadığını mı düşünüyorsunuz?
Durkheim’a göre din, kendiliğinden değil de toplum katkılarıyla oluşan tablonun yansıması veya toplum üyelerinin oluşturduğu katkıları insanların bir sistem içerisinde kendi kendilerine tanıtmaları şeklinde oluşuyor. Bu aynı zamanda dini kavramların, açığa çıkan toplumsal etkilerin yine toplum tarafından oluşturulanlarla birlikte sunulmaları şeklinde gelişiyor. Kısaca ‘toplum dini kendisi oluşturuyor.’ Hz. Peygamber’den sonra İslam dünyası din anlayışını gelenek anlayışından yeniden türeterek kendisi oluşturdu.
Sosyal değişim bazen hızlı ama çoğu zaman yavaş gelişir. Ancak, İslam’la başlayan değişim kısa sürede oldukça geniş alanlarda yankı buldu. Ne var ki, Hz. Peygamber’den sonra, hata yapma korkusuyla değişimlerin devamı konusunda inisiyatifi ele alma cesaretini gösterebilen fazla şahsiyet göremiyoruz. Toplumda henüz yeterli sayı ve nitelikte bilginler yetişmemişti; ayrıca cesaret eden de yoktu; yeni düzenlemeleri yapmak için özgüven çok azdı...
Ama ilk asırlardan itibaren birçok müçtehit ve onların görüşlerini takip eden taraftarlar ortaya çıktı.
Zaten, İslam tarihi boyunca değişimlerin en etkili olanları, mezheplere dönüşen bu içtihat çabalarının ortaya çıkmasıdır kanaatime göre. Bu da her bölgenin, her toplumun coğrafi ve kültürel şartlarına uygun olarak yaygınlık kazandı. Aradan bin yıl geçti, günümüzde şartlar olabildiğince değişti, ama o günün şartlarında konan ve zamanla kutsallaştırılarak günümüze kadar gelen içtihat ve fetvalar hâlâ o günkü haliyle günümüzde uygulanmaya çalışılıyor. Oysa bunların büyük çoğunluğunun dinin özüyle ilgisi yok. Bunlar insanların ortaya koyduğu, farklı bölge, toplum ve kültürlerin doğurduğu oluşumlardan ibaret. Durkheim’ın “toplum dini kendisi oluşturuyor” derken işaret ettiği husus da budur bence.
Ulema ve fukahanın, hak ve hürriyetleri savunan, gelişmeyi teşvik eden İslam’ı ve devrim niteliğinde değişimlere öncülük eden Hz. Peygamber’in dönemini hakkıyla analiz edemediğini, böylece toplumun Kur’an’ın hedeflerine uygun şekilde inşasına öncülük edemediğini mi düşünüyorsunuz?
Evet. Peygamber dönemi Mekke’sini hatırlayın. Gücün hüküm sürdüğü, güçsüzlerin, kadınların, dul ve yetimlerin toplumda çok zor şartlar altında varlığını sürdürebildiği, hak ve hukukun tanınmadığı, insanlık dışı bir hayatın hüküm sürdüğü Mekke halkına yardım etmeye çalışıyordu Efendimiz. Peygamber’in onlardan tek istediği, Kur’an’a uymalarıydı. Nitekim Kur’an, kullara değil, Allah’a inanmaya çağırıyor, insan ve toplum ilişkilerini düzeltmeye, yardımlaşmayı, sosyal barışı ve adaleti, herkes için eşit olarak gözetmeye yönelik düzenlemeler getiriyordu. 4. surenin 59. ayeti de düzenleme yapılmamış konularda nasıl davranılacağını öğretiyordu: “... anlaşamadığınız bir durumda … en doğru olan iyi bir karar alınız/sonuca varınız.” (Rudi Paret’in Almanca Kur’an çevirisi, 1980). Kur’an’da sonsuza kadar geçerli olan birçok konu ve hüküm var elbette; ama aklımızı kullanarak doğruyu birlikte bulmamızı da öneriyor. Kısaca söylersek; Kur’an insanlık değerlerine önem veren bir toplum haline gelmeyi öğütlemiş, Peygamber de (s), kendisinden sonra insanların bizzat kendi çabalarıyla gelişme yolunu katetmeleri gerektiğini göstermiştir. Bu da ancak eğitim, bilim ve araştırmayla, doğru ve dürüst çalışmayla mümkün olacaktır. Fakat İslam toplumu Allah’ın ve Peygamberinin işaret ettiği değişimi gerçekleştiremedi, bunun için gayret de etmedi; sürekli hazır bilgiyi istedi ve her şeyi Kur’an’da aradı. Yeni oluşan Müslüman toplumunun önünü açacak bilginler henüz yetişmeden, otoriter siyasi İslam’la ‘hanedanlık’ uyumlu gösterilerek, daha baştan İslam’ın temeli olan “liyakat” ve “adalet” prensipleri terkedilmiş oldu.
Özetle, asırlar boyunca dinin politikaya alet edildiğini mi düşünüyorsunuz?
Maalesef, Müslüman toplum, düşünceyi geliştirecek olan fikir özgürlüğünü hiçe sayan totaliter-otoriter siyasi İslam anlayışının etkisinde yüzyıllar boyu yaşadı ve bu yönetim şeklini de İslam’a uygun zannetti. Otoriterler kendi hegemonyalarını sürdürmeleri ve halkı istedikleri gibi idare etmeleri için, devamlı dini kullanmışlardır. Toplumu yetiştiren kadının, toplumda birey olma hakkını elinden aldılar. Üstelik bunu dini hayat şeklinin bir kuralı olarak gördüler. Otoriter siyasi İslam ile radikal İslam, birlikte dini kavramları kendileri oluşturuyordu. İslam toplumu da bunlara inanıyor ve sesini çıkarmadan onaylıyordu. Otoriter yönetimin oluştuğu yerde özgür düşünen bilginlerin yetişmesi imkansızdı. Eli kalem tutup yazı yazanlar vardı elbet, fakat ya otoriteye dokunmadan veya otoriteyi destekleyen ve her dediklerini onaylayan metinler yazıyorlardı. Bu kısır döngü İslam dünyasının gelişme ve ilerlemesini yüzyıllar boyu engellemiştir.
Fehmi bey, tekrar ilk düğmeye dönüp nerden itibaren yanlış iliklediğimize bakacak olursak; ilk dört halife döneminde temel ilke ve hedefler gözetilmişti, değil mi?
Hz. Peygamber’den sonra yönetime gelen Halifeler sadece devlet yönetimi görevini üstlenmişlerdir. İslam’da, dini herkes öğrenir ve yaşar, kimse kimseyi zorlayamaz, isteyen öğrendiği bilgiyi öğretebilir; ama dini sembolleştirerek ruhban sınıfı oluşturmak yasaktır. Politik çıkarlar için dine eklemeler yapılamaz. Doğrudur, ilk başta devlet yönetimini üstlenenler, Peygamber’in işaret ettiği “liyakat” prensibine göre seçimle geldiler. İlk dört Halife dönemi, kurulan ümmet birliği ile İslam’ın birey ve toplum odaklı bakışı; renk ve ırk ayrımı yapmayan, eşitliğe dayalı, haksızlık ve adaletsizliğe karşı, kimsesiz, zayıf, dul ve yetimi koruyan, sosyal yardımlaşmaya önem veren, kadını koruyan ve haklarını veren, buna karşılık insan öldürmeyi, yalan söylemeyi, başkalarını küçümsemeyi ve dışlamayı, hırsızlığı, ahlaki olmayan hareketleri, “cahiliyedeki” insani olmayan düşünce ve davranışları yasaklayan, sosyal barışı kurmayı hedefleyen yeni sosyal toplum anlayışı ile başarılı yükselişi ve gelişmeyi yakalamıştır. Peygamber döneminde olduğu gibi hemen sonrasında da asıl amaç İslam’ı yaymak ve esaslarını herkese öğretmekti.
İlk dönemde İslam’ın hızlı yayılışı bu yüzden müyesser oldu diyebilir miyiz?
Elbette. İslam’ın hızla yayılmasının sebebi askeri başarılar değildir. Bilakis, İslam’da zorlama olmadan bireye tanınan, kendi dinini seçme hakkı ve toplumun can güvenliğini koruma anlayışıdır. Peygamberden sonra, 12 yıl gibi kısa bir sürede imparatorluk seviyesine gelip Kuzey Afrika, Suriye, Irak ve İran’a ulaşmışlardır. Bu başarının diğer bir sebebi de, Bizans ve Perslerin diktatörlük yönetimlerine karşı olduklarından dolayı bölge halklarının, halifelerin İslam anlayışı ile bireye ve topluma sağladıkları güven ve rahatlıkları tercih etmeleridir. Ancak, kısa sürede geniş alana yayılan İslam dünyası, aydınlanmayı da beraberinde getirecek kapsayıcı gelişme aşamasına geçemedi. Yeni dine inanan insanlar, Peygamber’in başlatmış olduğu reformlar ve Kur’an’daki esaslar doğrultusunda bir sosyokültürel hayat inşa edemediler. İslam öncesi kabile kültürünün devamına dönüşerek, bunu da İslami hayat tarzı zannederek yollarına devam ettiler. Kur’an’ın hedefleri doğrultusunda toplumu değiştirmesi gerekenler, kendi politik pozisyonlarını sürdürmeyi yeğlediler.
Günümüzle bağlantısını kuracak olursak...
Günümüzde Müslüman ülkelerin, dini anlayışlarla şekillenen yönetim sistemleri bütünüyle sorunludur. İslam dünyasında şunun artık iyice bilinmesi gerekiyor: Hz. Peygamber birçok görevi birbirine karıştırmadan yürütüyordu. Allah’a iman etmeleri için insanlara yeni bir dini, İslam’ı anlatıyordu. O dönemde, çoğunluğu henüz göçebe hayatı yaşayan Araplar bir devlet olmamışlardı. Peygamber aleyhisselam bir taraftan da yeni bir devlet kurup bizzat kendisi yönetti. Toplumun ona güveni tamdı ve yeni oluşan ümmet toplumunda sorunlar ortaya çıkınca, çözümü için kendisine başvuruyorlardı. İslam dünyasında, Peygamber’den sonrası için benzeri şekilde bu görevleri bir halifenin yapması durumunda aynı başarının devam edeceği düşünüldü. Fakat böyle olmadı, sadece “Peygamberlik” vasfına sahip olan bir insanın yaptığı bu görevi, bir başkası yapamazdı. Hızla ilk iki halife sonrası istikrarsızlıklar baş gösterdi. Dördüncü halifeden hemen sonra da diktatörlük-hanedanlık sistemi oluştu. Sebebi ise, radikallerin sürekli savundukları, “İslam’da sonsuza kadar geçerli tek bir devlet sisteminin olduğu” yanılgısı ve sadece Peygamber’e has bir görevi din-devlet-yargı erklerini tek elden yürütmek gerektiği inancıydı. Oysa, her şeyin tek elden yapılmasının totaliter-otoriter yönetimleri doğuracağı tahmin bile edilemedi. Böylece geleceği olmayan düşüncelerle İslam dünyası yüzyıllarını geçirdi.
Bu yaklaşım doğal olarak diktatörler üretmiş oldu...
Elbette. Tarihi gelişmelere bakıldığında açık şekilde görülür ki, günümüzdeki aciz duruma gelineceği, bu anlayışın sonunun diktatörlüğe gittiği görüldüğü halde, her zaman etkili olan radikaller, ısrarla bu düşünceleri savunarak İslam dünyasının değerli yıllarını boş yere harcadılar. İnsanların “deneme-yanılma-düzeltme” metoduyla çalışarak geliştirdiği “kuvvetler ayrılığı” dengesi, iyi şekilde işlemesi halinde, demokrasinin halkın yararına işleyecek bir yönetim biçimi olduğu açıktır. Ne var ki, günümüzde bile İslam dünyası bu kuvvetler ayrılığını anlamaktan hâlâ uzak! İslam dünyası, batıda gelişti diye demokrasiye sıcak bakmadı, ‘İslam’la bağdaşmıyor’ diye kesip attı. Oysa layıkıyla bir inceleme yapılsa böyle olmadığı anlaşılacaktı. Din ile yönetim şekli birbirine karıştırılınca mesele içinden çıkılmaz hale geldi. İslam dünyasının büyük çoğunluğu hâlâ bunu kavramış değil. Aydınlanma sürecini yaşamamış olan toplumdan sadır olan, sadece ezbere öğrenilmiş dini bilgilerle radikal bir anlayışın dini kendilerine uyarlayarak, toplumun dine olan saygısından yararlanarak dini istedikleri şekilde kullanmaları olmuştur. İslam dünyasının bu analizleri yapabilecek sosyal/toplum bilimcilere hayati derecede ihtiyacı vardır.
Bu anlattıklarınızı bir arada düşününce, totaliter-otoriter siyasi İslam'ın ortaya çıkışını dört halife döneminin hemen bitişiyle mi başlatıyorsunuz?
Esasında, miladi 644-656 yılları arasında iktidarı elinde tutan üçüncü Halife Hz. Osman’ın kendi akrabalarını (Emevileri) önemli pozisyonlara getirmesiyle, İslam anlayışındaki “liyakat” prensibinin terk edilmeye başlandığını, bununla paralel olarak da dönüşü olmayan kargaşalara doğru hızla yol almaya başlandığını görüyoruz. Halife Hz. Osman zamanında Kur’an metinlerinin bir düzene konması ve nüshalarının çoğaltılması, Kur’an’ı ezbere bilen hafızları, toplum içindeki itibarlarını ve refahlarını kaybetme kaygısıyla ayaklanmaya itmiş oldu. Bu karışıklığa kabileler arası üstünlük kurma düşünceleri de eklenince, kargaşalar hızla yayıldı. Hafız isyanlarının ilk olarak Hz. Ali’nin yaşadığı Kûfe’den çıkmasından dolayı, daha sonra diğer yerlerden Medine’ye kadar devam eden ayaklanmalar... üçüncü Halife Hz. Osman’ın öldürülmesinden dördüncü Halife Hz. Ali’nin sorumlu tutulması sonucunu doğurdu. Bu kargaşalar daha da derinleşti ve iş çatışmalara kadar gitti. Bu çatışmalardan en ağır olanı, dördüncü Halife Hz. Ali ile Şam Valisi Muaviye (üçüncü Halife Hz. Osman’ın yeğeni) arasında 657 yılında geçen Sıffin Savaşı’dır. Kur’an sayfalarının Muaviye’nin askerleri tarafından savaş taktiği olarak mızrakların ucuna takılması ve sonrasında gelişen ’Hakem Olayı’, bunların hepsi, Arap kabileleri arasında devam eden kin-düşmanlık sonucu ortaya çıkan bir kabile savaşıdır ki, bu hâlâ İslam Tarihi'nde bilimsel olarak aydınlatılmış değildir. ‘Kim, nerede, nasıl yanlış yapmış’, açıklığa kavuşmuş değil. Olayı kuralına göre doğru tespit ederek sonuçlandırmak yerine, duygusallık ve gurur karışımı izahlarla yetinilmiştir. Bu yetersiz değerlendirmelerden çıkan sonuçla İslam toplumunun geleceği de şekillenmiş oldu. Kurulan hanedanlıktan dolayı “Halife-Hanedanlık-İslam sistemi” doğru gibi algılandı. “Adalet ve liyakat“ anlayışıyla gelişen yönetim şekli hanedanlığın kontrolüne girince eski otoriter cahili gelenek devam etti. Bununla birlikte, eski geleneksel hayat, İslami hayat tarzının oluşumunu da şekillendirmiş oldu.
Hz. Ali haklı ve güçlü olduğu halde, Müslüman kanı akıtılmasın diye sulhü tercih etmekle doğru yapmamış mıdır sizce?
Muaviye, bir komutan olarak, halifeye ve aynı zamanda kendisinin de devlet başkanı olan Hz. Ali’ye baş kaldırmıştır. Cezalandırılacağı yerde ödüllendirildiği için, Kur’an’da 4. surenin 58. ayetinde emredilen ve yürütmenin temelini oluşturan “liyakat” ve “adalet” kavramları çoktan terk edilmiş oldu. Bunun sonucu olarak, Muaviye bulduğu ilk fırsatta, kendisini “halife” ilan etti, daha sonra halifeliği hanedanlığa dönüştürdü. ‘Hakem olayı’nda alınan bu yanlış kararın sonucunda, İslam diniyle başlayan “liyakat” ve “adaletin” terk edilmesi sürecinin hep birlikte hazırlayıcısı oldular.
Aslında, Muaviye’nin askerleri Kur’an yapraklarını mızraklarının ucuna taktıklarında, Hz. Ali bunun bir hile olduğunu haykırarak, askerlerinin çarpışmaktan ve isyancıları cezalandırmaktan geri durmamaları gerektiğini emretmişti. Ama, asker bu emre itaat etmedi, Hz. Ali yalnız kaldı.
Her nasıl olduysa da, statüsü oldukça zedelenmiş olarak Kûfe’ye dönen Halife Hz. Ali, kendisini destekleyen -henüz göçebe hayatı yaşayan geleneksel muhafazakar- Hariciler, kutsal kitap Kur’an’a yapılanın kabul edilemez olduğunu beyanla, buna yeterince tepki göstermediği gerekçesiyle Hz. Ali’ye karşı sert eleştiriler yöneltmeye başladılar. Bu tepkiler zamanla büyüyerek devam etti; sonunda 661 yılında dördüncü Halife Hz. Ali, Hariciler tarafından öldürüldü. Bunu fırsat bilen Muaviye hemen harekete geçerek kendini halife ilan etti. Böylece 661’den 750’e kadar sürecek olan Emeviler Hanedanlığı kuruldu. Bununla da kalmadı, yeni halife Peygamber’in siyasi temsilcisi anlamını yetersiz bularak kendisini yer yüzünde “Allah’ın temsilcisi” olarak değiştirdi. Hz. Peygamber, kimsenin Allah’ın temsilcisi olamayacağını bildirdiği halde, Emevi Hanedanları yer yüzünde “Allah’ın temsilcisi” olarak bu unvanı kullanmaya, böylece kendilerini Peygamber’den üstün görmeye cüret ettiler.
Ama, bu yanlış gidişe şanlı başkaldırılar da olmuştu.
Doğrudur, ama genel olarak hanedanlıklar döneminde toplumda içe kapanma süreci yaşandı. Böyle sesini çıkarmayan uslu bir toplum hanedanlığın da işine geliyordu. Böylelikle İslam’la başlayan gelişme ve uygarlaşma süreci durduğu gibi cahiliye geleneği tekrar ortaya çıkmaya başladı. Bilginlerden yoksun toplum, güçlüklerle karşılaşır ve eski geleneklerden daha fazla etkilenerek geriye düşüşler başlar. Yürütmenin sahibi hanedanlıklar bilginlerin yetişmesi için çalışması gerekirken, dini koruma bahanesiyle kendi otoritelerini güçlendirdiler. Oysa Kur’an, dinin korunması güvencesinin Allah’a ait olduğunu açıkça belirtmiştir.
Fehmi hocam, toparlarsak, tarih boyunca oluşan İslami siyaset tecrübesini nasıl özetlersiniz?
Özetle; totaliter-otoriter siyasi İslam’ın kendisini Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi olarak sunması temel bir sapma olmuştur. Böyle bir otoriter yönetimle tekel hakimiyetin olduğu yerde, ne liyakat ve adalet ilkesinden, ne fikir özgürlüğünden, ne insan/kadın haklarından, ne de demokratikleşmenin temeli olan ’kuvvetler ayrılığının’ ortaya çıkmasından bahsedilebilir. Gelişmenin temelini oluşturan bu tür düşünceler, yüzyıllardır İslam dışı olarak görüldü maalesef. Toplum ise, sahip olduğu İslam inancı nedeniyle, cennete gidecek tek inanç grubunun kendisi olduğunu düşünerek, kendilerini diğerlerinden üstün tek toplum olarak gördüler. İslam toplumu bu üstün görme psikolojisiyle çalışma ve kendilerini geliştirme, başka toplumlara eşit insan olarak bakma gereğini bile duymadılar. İslam inancını yayma düşüncesiyle, -öncelikle kendi ülkesinde adaletin olmadığı yerlere adaleti götürmesi gerekirken-, başka ülkeleri işgal ederek kendi hanedanlık hegemonyalarını güçlendirmeye devam ettiler. Bu anlayışla İslam’a hizmet ediliyor imajı da oluşturularak, bu tür hanedanlıklar dini ve din bilginlerini de kendi hükümranlığını sürdürmek için kullanmışlardır.
Demokrasiyi İslam’la telif ediyorsunuz, bu konuyu yeterince incelediniz mi, kısaca konuya bakışınızı özetler misiniz?
Bu konuda uzun bir akademik makale hazırladım. Yüksek lisans ve doktora tezimde de yer yer inceledim. İslam ile demokrasi birbirinin alternatifi değildir. Zira, İslam bir dindir, demokrasi ise halkın yönetime katılma ve yürütme (hükümet) üzerinde sürekli kontrolü devam ettirme şeklidir. Asıl sorun, böyle farklı olan konuları birbirine karıştırmanın bizatihi kendisidir. İslam dünyasında, bilhassa değişimi etkileyen radikallerin yaptığı hata; demokrasiyi, batıda geliştiği için önyargıyla red etmeleri ve İslam’a rakip görmeleridir. Sorunun en derin çıkmazını oluşturan husus ise, “İslam’da sonsuza kadar geçerli tek bir devlet sistemi” olduğunu iddia etmeleri. Daha düne kadar, Kur’an’ı tercüme ettirmeyen, sadece ezberlettiren, yanlış bir açıklamada cehennemlik olma korkusunu topluma yayan, özgüvenden yoksun sığ düşünceleriyle, farkında olmadan toplumsal gelişmelerin önünü tıkayanlar, Müslüman toplumlarda hâlâ çok etkililer. Bu düşünceleri doğrulayacak “mükemmel bir sistem” tarihte hiçbir zaman görülmedi. Peygamber dönemine baktığımızda, İslam’ın geliştirmek istediği yönetimin demokrasi ile birebir örtüştüğünü ve hatta o dönemin şartlarında başlatılan ve gerçekleştirilen reformlara bakılınca, bölgenin önceki geleneksel hayatına kıyasla, bu yenilikler sayesinde Arap Yarımadası’nın kendi reformlarını, yani bugünkü demokrasiye benzer ‘halkına önem veren yönetimi’ başlattığını söyleyebiliriz. Fakat Peygamber sonrasında zamanın şartları nedeniyle reformları sürdürecek ve temel prensipleri tespit ederek toplumu aydınlatacak “bilginler” henüz yetişmediğinden, toplumun kendisi, sahip olduğu geleneksel erkek egemen kültürünü sadece İslami sosyal hayat tarzı olarak değil, aynı zamanda, İslam anlayışına uyarlayarak değişimler sonucu kutsal statüyle değişmez hale getirerek günümüze kadar taşıyabilmiştir.
O şartlarda Müslüman toplum ne yapabilirdi sizce? Nasıl bir çıkış yolu düşünülebilirdi?
Hanedan-halife sıfatıyla hem dini, hem de devleti temsil ettiği için, kimsenin muhalif olma durumu ve şansı yoktu esasında. Zira hem maddi hem de manevi ağır bir baskı söz konusuydu. Bundan dolayı şark toplumlarında muhalefet/eleştiri kültürü oluşamadı. Dini temsil eden şahıs, Allah’ın yer yüzündeki gölgesi olarak algılandı. Toplumun dine olan büyük saygısından dolayı bu şahıslar hata yapsa bile hiç ses çıkarılmadı. Cesaretle muhalefet ederek farklı fikirler beyan edenler de kabul görmediği gibi din dışı (dinsiz) olarak sayıldılar; çünkü hanedanlıklar toplumu o kadar sindirmişlerdi ki, toplum onu tek mutlak güç olarak görüyordu. Hanedanların ve radikallerin bakışları örtüşünce hiç tereddüt etmeden gelişmelere karşı beraberce direnmeye devam etmişlerdir.
İslam tarihinde yaygın olmakla birlikte tek yönetim biçimi hanedanlık değil bence. Mısır’da Memluk diye isimlendirilen Çerkes sultanları hanedanlık sistemiyle değil, liyakat ve adalet ilkesine göre seçimle gelmiştir mesela.
Haklısınız. İslam dünyasında seçimle yönetime gelen ilk dört halifeden sonra, ilk defa yönetimde hanedan sisteminden farklı bir anlayış ortaya çıktı. 1250’de Mısır’da kurulan Memluklu Türk Sultanlığı hanedanlıkla başladı. Ancak, Çerkes sultanların başa geldiği ikinci yarıda, yani 1380’de Sultan Berkuk ile başlayıp Osmanlı İmparatorluğu’nun saldırısıyla 1517’de yıkılana kadar yönetimde hanedanlık sistemi kaldırılmış ve en ehil olan şahıs, yani sultandan sonra gelen en donanımlı komutan sultan olarak seçilir olmuştu. Seçimle gelmesine rağmen sultan ölene kadar görevde kalmıyordu, yönetimi zayıflayınca, yine seçimle en ehil olan yeni sultan olarak seçiliyor ve yönetim yenileniyordu. Ne var ki, köle anlamına gelen memluk kelimesiyle yaftalanan bu kıymetli model hâlâ hakkıyla araştırılmayı beklemektedir. Bu konu müstakil olarak ele alınmalıdır.
Son bir soru olarak, Türkiye’deki gelişmeleri konumuz bağlamında bir cümleyle özetlemenizi rica etsem nasıl ifade edersiniz?
Türkiye, demokratikleşmenin anahtarı olan cumhuriyeti doksan yılda kavrayabildi. Çok eksik olmasına rağmen son yıllarda demokrasisini geliştirmeye çalışıyor. Ancak, daha uzun bir süreçten sonra kendi toplumunun ihtiyaçlarını karşılayan, kendi değerler sistemi üzerine oturan, kendine özgü demokrasisini keşfedebilecek diye düşünüyorum.
Fehmi hocam, söyleşimizi sonlandırmadan önce, bazı yanlış anlamaların önüne geçmek için “totaliter-otoriter siyasi İslam, radikaller, demokrasi” gibi kavramları nasıl anladığınıza ilişkin kısa bir açıklama yapmanızda yarar var. Zira, bugün Türkiye’de siyasi İslam, radikallik denince anlaşılanlar sizin anladığınızdan çok farklı.
Haklısınız. Biz siyaset ve devlet konusunu sosyo-politik açıdan ele aldık, kısa bir konuşma içinde tüm sorunları detaylı analiz etmek mümkün değil. Geniş bir bilimsel makalede demokrasi kavramını detaylı şekilde ele almaktayım, yayınlanırsa ilgilenen okuyucular oradan okuyabilir. Politikacılar kurumların günlük siyasi uygulamalarında bazı temel gereksinimleri yerine getirmekle yükümlüdür. Devlet bireyin temel haklarını, insan haklarını devlete karşı, sosyal gruplara karşı ve bireye karşı koruma garantisini yerine getirmelidir. Bu sadece bireye verilen önemin kısa bir ifadesi. Henüz bir asırdır gelişen bu birey merkezli demokrasi anlayışı, İslam toplumunda, daha başta bireye verilen değerle, bu günkü gelişmeye benzer görünmekte. Hz. Peygamber dünyevi düzenlemelerinde birey merkezli, güçsüzü, zayıfı, dul ve yetimi korumayla haksızlığa ve adaletsizliğe karşı çıkarak yeniden düzenleme yapılmasını sağlamıştır. İcraatlarının temelinde “liyakat ve adalet” ölçüsünü esas almıştır. Bu da bireye verilen önemin açık göstergesidir. Oysa Peygamber sonrası dönemde, özellikle ilk dört halifeden sonra, liyakat ve adaleti terk eden “dini yönetim” görüntülü yönetici sınıfın geliştirdiği siyasal İslam, yani, hanedanlık, sultanlık ve bu günkü dini totaliter rejimlerin hepsi, Peygamberimizin başlattığı gelişmeyi devam ettiremediler. Radikallerden kastım gelenekçi ve rivayetçilerdir. Onlar, kendileri gibi düşünmeyenin fikirlerini şiddetle reddederler, dini koruduklarını zannederek, din adına baskı oluşturarak başka düşüncelerin ortaya çıkmasına engel olurlar. Her değişim ve gelişmeye karşı çıkan gelenekçi radikaller ile din adına yönetimi yürüten otoriter siyasi İslam, toplumsal gelişmenin önünde sürekli engel oluşturmuştur. Her şeyi kendi kontrollerinde ve istedikleri şekilde yönlendirdiler. Bu yüzden, İslam dünyasında fikir özgürlüğü gibi toplumda gelişme trendini oluşturacak akımlar gelişemedi.
Günümüzde dini değerlere ve inanç hürriyetine önem veren partileri “siyasal İslam” diye isimlendirmek uygun olmaz. Dini değerlere saygılı davranan, inanç hürriyetini sağlamak isteyen partiler demokrasinin gereğini yapıyorlar. Bunların hepsine genel anlamda bakarsak, demokrasinin İslam dünyasında da gelişmesine bir engel yoktur. Bu söyleşiden çıkarmamız gereken anlam, farklı bakış ve görüşleri anlamak ve kendi düşüncelerini yeniden geliştirmek olmalıdır.
Fehmi hocam, zaman ayırdığınız için teşekkür ederim.
Rica ederim. Bu fikirlerimi kamuoyuyla paylaşma imkânı tanıdığınız için ben de çok teşekkür ediyorum.