Amelin Ortaya Çıkması İçin İrade Temayülünün Bir Amacı, Bilgi Ve Düşüncenin De Buna İştiraki Olmalıdır

Murat Sülün ile “İman-Amel İlişkisi” üzerine…

 

Söyleşen: Fethi GÜNGÖR

 

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı öğretim üyesi Doç.Dr. Murat Sülün, Kur’an-ı Kerim Açısından İman-Amel İlişkisi başlıklı doktora tezini 2000 yılında neşretti. İkinci baskısı 2005 yılında Ensar Neşriyat tarafından yapılan eser 527 sayfadan oluşuyor. İslami İlimler Araştırma Vakfı (İSAV) ile MÜ. İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı tarafından gerçekleştirilen “Başlangıçtan Günümüze Türklerin Kur’an Tefsirine Hizmetleri” sempozyumundaki konuşmasının ardından odasında görüştüğümüz Murat Sülün, kitabı çerçevesinde tevcih ettiğimiz suallere detaylı cevaplar verdi. İlgiyle okuyacağınızı ümit ettiğimiz mülakatı istifade etmeniz temennisiyle takdim ediyoruz.

 

Sayın hocam, iman-amel ilişkisi gibi hâla canlılığını sürdüren bir soruna Kur’an-ı Kerim ekseninde cevap aramanın önemi aşikâr… Bu iki temel kavramın daha ziyade Kelâm’la ilişkilendirilen münasebetini, siz tezinizde Kur’an açısından ele almaktasınız. Eserin bir yerinde bunu şu sözlerinizle temellendiriyorsunuz: Söz konusu münasebet, salt tekfir açısından, yani birinin ötekine dâhil olup olmadığı çerçevesinde değil, imanın ve dinin gayesi ışığında ele alınmalı; iman-amel etkileşimi açısından tahlil edilmeli; iman ile amelin birbirlerine ne tür bir etkide bulunduğu irdelenmelidir. Bu girişten sonra sormak istiyorum: İman-amel ilişkisi bir problem olarak ne zaman ortaya çıktı? Allah Rasulü hayattayken böyle bir mesele var mıydı?

 

İman-amel ilişkisi sorunu siyasal ve ideolojik bir problem olarak ortaya atılıp, Müslümanlar üzerinde -kelimenin tam anlamıyla- bir terör estirilmeden önce, hem iman ile amel birbirlerine son derece bağlı iki kavram olarak kabul edilmekte hem de büyük günah işleyenlerin imandan çıktığını hiç kimse iddia etmemekte idi. Ancak III. halifenin haklı-haksız birtakım icraatları (amel) yüzünden tekfir edilerek öldürülmesinin yol açtığı iç-savaşlarla birlikte, amellerin imanla ilişkilendirilmesi Müslümanların temel problemlerinden biri haline geldi. Konuyu ilk defa gündeme getiren Hâricîlerin olaya; ibadete düşkünlük, nassın ruhuna değil lâfzına bağlılık, otoriteye gözü kara karşı gelebilme psikolojisiyle yaklaşması üzerine, bırakın büyük günah işleyenleri “Hz. Osman ve Hz. Ali’den nefret etme” gibi birtakım hisleri (yani duygusal amelleri) taşımayanlar bile, velâ-berâ prensibi gereği- “Allah düşmanı birer müşrik” sayılarak hunharca katledildi. Mesele o kadar çığırından çıkmıştı ki, ele geçirdikleri bölgelerde bunların elinden ancak kendilerinin gayr-i müslim olduğunu ispatlayanlar kurtulabiliyordu!

 

Bu aşırılık Müslümanları canlarından bezdirince, birtakım düşünürler imanın mahiyeti üzerinde durup, iman ile amelin ayrı ayrı şeyler olduğunu ve amel eksikliğinin imana zarar vermeyeceğini savunmaya başladılar. Bunlar imanın tam olarak neye tekabül ettiği hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerse de üzerinde anlaştıkları nokta, mezkûr teröre yer vermeyecek bir iman-amel ilişkisi formülü idi. Amelin imanın mahiyetine dâhil olmayıp ondan sonra gelen bir şey olduğunu ısrarla vurgulayan bu grup, Seleften de Hâricîlerden de ayrılmışlardır. Esasen ameli tamamen göz ardı ettiği söylenemeyecek olan bu grubun, özellikle dinî kutsallara karşı sevgi besleyip tevazu gösterme gibi kalbî amelleri iman tanımına dâhil eden alt-grupları vardır. Ne var ki, “imanlı birine hiçbir isyan amelinin zarar veremeyeceği”ni savunmaları, sadece yöneticilerde değil toplumun tüm kesimlerinde ahlakî gevşekliğe yol açmıştır.

 

İki akımın meseleye yaklaşımda ayrıştıkları husus ne idi?

 

Temelini bedevîlerle kurrânın oluşturduğu aksiyoner kitle, meseleye “Canlı bir organizma olarak mümin nasıl bir kişiliktir?” sorusu açısından yaklaşırken, entelektüel kitle cansız bir kavram olan imanın ne olduğu noktasından yaklaşmıştır. Böylece, ilk grup imanın mahiyeti ile fazla ilgilenmediği için çeşitli sebeplerle imanını hayata geçiremeyen kişileri İslâm toplumunun kenarına itivermiş, ikinci grup ise imanın idrâkî (bilişsel/kognitif) yönüne ağırlık vererek, mümini zihnî, hissî ve hâricî açıdan bir bütün olarak değerlendirmeyip, tasdîk ya da mârifet sahibi bir insanın -nasıl yaşarsa yaşasın- mümin olmağa devam edeceğini iddia etmiştir.

 

Her iki akımın da dayanakları âyetler ve hadisler idi tabii ki…

 

Tabii, bütün gruplar kendilerine âyet ve hadislerden delil bulmakta gecikmemiştir… İmanın tasdîkten ibaret olmadığı savunulurken başvurulan deliller karşıt grubun bu husustaki delillerinden daha iknâ edici iken, imanla ameli ayrı birer kategori olarak görenlerin delilleri, menfî amellerin (fısk) kişiyi imandan çıkaracağını savunanların delillerine nazaran daha güçlü gözükmekteydi.

 

Peki, deliller aynı olduğu halde hükümler nasıl taban tabana zıt sonuçlar doğurabiliyordu?

 

İtikādî konulardaki düşüncelerin kutsal bir mercîye, yani vahye, tasdîk ettirilmek istenmesi övgüye lâyık bir tutum olsa da, ilgili tartışmalarda âyetlerin Kur’anî bütünlükleri içinde değerlendirilebildiğini söylemek zordur. Bunun temel sebebi, ilahî vahye kaçınılması esasen mümkün olmayan belli birtakım önyargılarla yaklaşılmış olmasının ötesinde, vahye, anlama gayesiyle değil, hasma cevap yetiştirme saikiyle yaklaşılmış olmasıdır. Mezheplerin bu parçacı yaklaşımı, her âyetin, ilgili olduğu konuda gerçeği tamamen tükettiği düşüncesinden ileri gelmektedir. Halbuki Kur’an “gerçeğin sadece o anda önem arz eden veçhesi”ni dile getirmekte ve muhataplarının o anki durumunu esas almaktadır. Bu farklı perspektifler tıpkı kristalin farklı yüzleri gibi gerçeği farklı açılardan yansıtır; bunların tamamının bir arada görülüp değerlendirilmesi gerekir. Bildiğiniz gibi, Tefsir ilminin en önemli ilkesi, “âyetleri tek tek değil Kur’an bütünlüğü çerçevesinde anlamak”tır.

 

Bu durumda “herhangi bir konu tahlil edilirken, âyetlerin, o hususla ilgili nihâî hükmü mü ortaya koyduğu, yoksa bahsettiği şahısların durumunu mu tasvir ettiği” sorusu üzerinde önemle durulmalıdır.

 

Öyle anlaşılıyor ki, şer’î terminolojide imandaki ‘emanlaşma’ anlamı, yani “iman eden kişinin mümin topluma, toplumun da iman eden kişiye can, ırz/namus, akıl, mal ve din güvenliği hususunda verdiği eman ve garanti” anlamı ağır basmaktadır. Kur’an’ın vahyedildiği yılllarda –dönemin siyasi, sosyo-kültürel ve hukuki yapısı incelendiğinde görüleceği üzere- yeni iman eden bir kişi, öncelikle; imansızlardan gelebilecek tehlikelere karşı kendini güvence altına almaktadır: Özellikle, büyük bir asayişsizliğin hüküm sürdüğü yağma ve esaretin olağan telakki edildiği o günün şartları düşünülecek olursa, iman eden kişi bu yeni siyasî-dinî yapıya dâhil olmakla, söz konusu tehlikelere karşı bir sığınak bulmuş olmaktadır. Böylece, garantinin kaynağı olarak kabîle mensubiyetinden çok aynı din çatısı altında bulunma olgusu önem kazanmıştır. İkinci olarak; kişi müminlerle kardeş olmakla namusunu, can ve malını onlardan gelebilecek tehlikelere karşı emniyet altına almaktadır. Bu yeni yapının lideri ve onun tâbileri tarafından kendisine zımnî bir eman verilmektedir. Emanlaşmanın ikinci boyutunda ise, iman eden kişi malları, canları vs. hususunda mümin topluma eman vermektedir.

 

“el-Muslimu men selime’l-muslimûne min lisânihî ve yedihî [Müslüman, dilinden ve elinden Müslümanların güvende olduğu kişidir] hadisi bu bağlamda söylenmiş olmalı.

 

Evet, mümini, “insanların, şerrinden emin oldukları kimse” olarak tanımlayan hadisler bu anlamı gözler önüne sermektedir. Öyleyse, söz konusu emanla çelişen katil (insan öldürme), yağmalama, zinâ, hırsızlık ve şarap içme gibi eylemleri işleyenleri mümin saymayan hadisleri yorumlarken imanın bu anlamına dikkat edilmelidir. Kavramın bu anlamı düşünüldüğü takdirde, gerçekten de zinâ ve hırsızlık eden ya da şarap içen biri bu emanlaşmayı ihlâl etmiş olmaktadır: Zinâ, bir müminin ırz ve namusuna halel getirmekle kalmayıp neslin dejenere olmasına; hırsızlık, toplumda mal emniyetinin kaybolmasına yol açarken, kötülüklerin anası olan alkollü içkiler de can-mal ve ırz güvenliğini tehdit etmektedir. İşte zihnî ve hissî açıdan mümin olmakla birlikte had gerektiren bu vb. bir günah irtikâp ederek topluma verdiği emânı ihlâl eden biri, toplumdan aldığı emânı kaybetmektedir.

 

Bu durumda imanın tasdikten farklı bir anlam yapısı taşıdığı ortaya çıkmakta…

 

Evet, imanı salt tasdîkten ibaret görenler bile -imanın zihnî altyapısı itibariyle zannı da içeren bir tasdîk olduğunu söylemekle birlikte- son tahlilde şer’î tasdîkin gerçekleşebilmesi için birtakım kalbî amelleri şart koşmak durumunda kalmışlardır.

 

Allah Rasulü zamanında amel zaafı olanlar yok muydu?

 

Esasen bu devirde emre itaatsizlikler yaşanmıyor değildi; doğrudan Hz. Peygamber’in otoritesine karşı çıkanlar olduğu gibi adi suçlar da işlenebilmekteydi. Ne var ki ikinci husus için, belirlenmiş had ve tâzirlerin tatbîkinden mâadâ bir ceza terettüp etmezken, birinci suç ikiyüzlülük (nifâk) ve emre itaatsizlik (fısk) olarak tavsîf ediliyordu. Özellikle Tevbe Sûresi’nde, nebevî otoriteye başkaldırma ve bu otoritenin sahibini çekiştirme, getirdiği vahiylerle alay etme gibi tam bir küfür olan eylemlere yeltenenlerin âsi birer münâfık olduğuna hükmedilmekle kalmamış bunların kâfirlikleri de tescil edilmiştir. Yani Hz. Peygamber devrine ait en önemli vesîka olan Kur’an’da bir tekfîr mekanizmasının bulunmadığı iddia edilemez. Zira çeşitli sebeplerle dinden çıkanlar açıkça tekfîr edildiği gibi, inkârlarını fiilî düşmanlığa vardıran bazı münâfıklar da tekfîr edilmektedir. Ancak bunun teknik mânada bir tekfîr olup olmadığı tartışılır. Birinci tür isyanlarda bulunanlar için takdir edilen kavram da fısktır. Allah ve Rasûlüne karşı gelmekten çekinmeyen gürûh için de bu sıfat uygun görülmektedir, ancak bu tür eylem sahipleri münâfıklar gibi Hz. Peygamber’e karşı açıkça cephe alma, inananlarla alay etme, çekiştirme, iftira atma vb. eylemlerle gerek İslâm’ı gerekse nebevî otoriteyi zayıflatmaya çalışmıyorlar, sadece amel-i sâlihe ters davranışlarda bulunuyorlardı. Siyasî, amelî ve imanî noktada sorunları bulunan münâfıkların aksine, bunların problemi sadece amelle ilgili idi.

 

“İman etmek” ile “mümin olmak” aynı anlama mı geliyor? Kul lem tu’minû… [Siz iman etmiş değilsiniz…] âyetini nasıl anlamalıyız?

 

Kur’an’da, “İman ettim!” diyen herkes mümin sayılmaz. Ancak bu, kişinin yalan söylediğini de göstermemektedir… Böyle bir kişi iman ettiğini söylerken pek ala samimi olabilir. Ne var ki önemli olan, bu ikrarın öncesinde ve sonrasında; müminlerin yanında iken de kâfirlerin yanında iken de iman edebilmek yani “mümin” olabilmektir. Kur’ân’ın kullandığı sıygalar son derece önemlidir. Bu bakımdan, imanın bir isim olarak izafe edilişi ile fiil olarak izafe edilişi arasında önemli bir fark vardır. Birincisi, sübût ve istimrâr ifade eden bir isim; ikincisi ise, teceddüt ifade eden ve eylemin sâbit ve dâimî olmadığını gösteren bir fiildir. Buna göre, isim ile anlatılan iman, fiille anlatılandan daha sâbit ve dâimîdir. İşte Kur’an açısından önemli olan, iman etmek (fiil) değil, daima iman üzere bulunmaktır (isim). Bu olgu Kur’an’da “imanın kalbe yerleşmesi”, “nakşedilmesi”, “kalbe sevdirilip süslenmesi” ve “kalbin iman etmiş olmaktan tamamen mutmain olması” gibi ifadelerle özetlenir.

 

Kur’an’da sıkça geçen “âmenû ve ‘amilû’s-sâlihâti: iman edip salih amel işleyenler” ibaresini nasıl anlamamız gerekir?

 

Kur’an ahlakî düşüklükler içinde bulunanları -iman etmiş olsalar bile- mümin olarak tavsîf etmez demiştik… Ancak bu; dinî sınırları çiğneyip duran biri için “fâsık / fâcir / mücrim” vasfı yerine -ancak imanı sübut ve istimrar kazananların hak ettiği- mümin sıfatının verilmesi, ahlakî düşüklüğü onaylamak, hatta teşvik etmek anlamına geleceği içindir. Hırsızlık etmek kişiyi –tasdîk anlamındaki- imandan çıkarmamakla birlikte, imanlı bir hırsıza mümin denmeyip hırsız denmesi; imanlı bir zamparaya zinâkâr denmesi dilin yapısı gereğidir. Dil bu gibi durumlarda kişinin en çok göze çarpan davranışını öne çıkarır. Nitekim takvânın aslı olan “imansızlıktan korunma” unsuru bütün iman sahiplerinde bulunmasına rağmen her iman sahibi müttakî olarak tavsif edilmez.

 

Hocam, iman-amel ilişkisini gayet güzel izah ettiniz, Allah razı olsun. İmanı bir de zıddından hareketle tanımlayabilir misiniz? “İmansızlık” nedir, Kur’an’da nasıl tanımlanıyor?

 

İmansızlığın karakteristiği kapsamında zikrettiğimiz istikbâr, istiğnâ, ibâ’, küfrân, nisyân, ye’s, i’râz, istihfâf, isyan, fıskufücûr, ‘utüvv, bağy, tuğyân gibi kalp amelleri, aynı zamanda imansızlık / imandışılık kavramının mahiyetini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, imanın gereği olan amel ya da amelleri gerçekleştirmeyen birinin imansızlıkla yaftalanıvermesi doğru olmamaktadır. Çünkü dinin öngördüğü imanın gerçekleşmesi ne kadar ciddi bir işse, imansızlığın / imandışılığın gerçekleşmesi de o kadar ciddi ve zordur: Kişinin imansız sayılabilmesi için, ilahî / dinî gerçekleri benimsemekten imtinâ etme, iman ilkelerinin gerçekleşeceğine ihtimal vermeme, Allah, peygamber vb. kutsal ilke ve şahsiyetler karşısında büyüklük kompleksine kapılma (istikbâr, istiğnâ vb.), bu ilke ve şahsiyetleri hafife alarak bunlarla alay etme, iman ilkelerini gözardı etme/umursamama, Allah’a nankörlük… eylemlerinden birini gerçekleştirmesi gerekmektedir.

 

Kaldı ki insanlar bir azaba çarptırılacaklarını -iman etmeyi bırakın- kesin olarak bilseler bile günah işleyebilmektedirler. İnsan ancak “kendisine hemen o anda zarar vereceğini kesin olarak bildiği” şeyi yapamaz: Dokunur dokunmaz çarpılacağını bilen biri hiç akım yüklü bir kabloya el değdirebilir mi? İşte, iman edilen hususların ileride gerçekleşecek olması, tevbe kapısının da açık olması iman sahiplerinin günah işlemesinde etkili olmaktadır. Zihnî ve hissî yapısıyla iman kişinin iradesi dışında etkin olamayacağı için amelin gerçekleşebilmesi inançtan ziyade güç ve iradeye bağlıdır. Kişi Allah rızasını umarak, Cehennemden korkarak... hareket ettiği takdirde emredilmiş olanlara karşı sevgi, yasaklanmış olanlara karşı da nefret besleyecektir. İradenin oluşumunda etkili olan ruhî durumlardan olan işbu sevgi ve nefret de dinin bir emir ya da yasağına karşı herhangi bir ikilemde kalan kişinin iradesini dinin istediği yöne çevirecektir. Amelin ortaya çıkması için, irade temayülünün bir amacı, bilgi ve düşüncenin de buna iştiraki olmalıdır. Ancak bir fiili yapma gereği bilindiği ve onu yapmaya yönelik kesin bir irade de bulunduğu halde amel yine de gerçekleşmeyebilir. Bunun sebebi, kişinin o anda şu veya bu sebepten dolayı mezkûr ameli icra etme gücüne sahip olmamasıdır. İşte imanın gereğini yerine getirmede gevşeklik gösterilmesi kaçınılmaz olduğu için, bunun “devamlılık arz eden” ve “ara sıra ortaya çıkan” şeklinde sınırlandırılması gerekmektedir. Bazan namaz kılmamak ve namaz kılmamayı alışkanlık hâline getirmek gibi.. Bazan namaz kılmamak küfür olmayabilir. Lâkin bunu alışkanlık hâline getiren ya da ömründe hiç kılmayan ve hatta kılmamağa azmetmiş bulunanların bu farîzaya imanları bulunduğuna hükmedilemez.

 

Dinin emir, tavsiye ve yasaklarını hiçe sayarak gayr-ı dinî bir yaşam sürdürenlerin imanın zihnî ve hissî boyutlarına gerçekten sahip olabilmesi ve dinin itikādî esaslarını benimsemesi hiç de kolay değildir. Dolayısıyla fısk kişiyi belki kategorik olarak imandan ihraç etmez, ama böyle birinin yavaş yavaş kendiliğinden imandan çıkması önemsenmeyecek bir ihtimal değildir. Kur’an da ilâhî âyetleri ancak fâsıkların inkâr edebileceğini ve fâsıkane yaşantının kişiyi tekzîbe götüreceğini bildirirken bu realiteye işaret etmektedir.

 

Hocam, meseleyi itmam için genişçe bir parantez açarak Kur’an’da geçen günah ve suç kavramlarından bir bahis açabilir miyiz?

 

Elbette. İlahi emir ve yasakların çiğnenmesi durumunda, bu eylemin Allah katında nasıl karşılandığını ifade etmek üzere, Kur’an’da günah ve suç anlamına gelen çeşitli kelimeler kullanılır. Bu kelimeler, işlenen hatanın çirkinlik ve büyüklüğüne göre farklılık arz eder ki kanaatimizce, hata’, hatîe, hûb ve ism kelimeleri genel günah kavramını ifade ederken, lemem ve zelle küçük günah anlamına; kebîre, fâhişe, fahşâ, habîs, rics ve zenb de büyük günah anlamına gelmektedir. Kur’an’ın bu kavramlarla ifade ettiği fiiller, Kur’an sonrası literatürde terimleşerek haram ya da mekrûha dönüşmüştür.

Kur’an’da, “büyük günah” veya “ağır suç” anlamında başka kullanımlar varsa da büyük günah kavramı Nisâ: 31’deki kebîre lafzıyla terimleşmiştir.

 

Büyük günah-küçük günah ayırımında ulema arasında bir mutabakat sağlanabilmiş midir?

 

Tarihimiz boyunca geliştirilen tanımlara bakılırsa, bir günahın hangi ölçüye göre büyük; hangi ölçüye göre küçük sayılacağı hususunda bir görüş-birliği bulunmamaktadır:

* Kur’an’da büyük (azîm/kebîr) olarak nitelenen günahlar kebîredir.

* Kul hakkı doğuran günahlar kebîre; Allah’la kul arasında kalan günahlar ise sağîredir.

* Allah’ın, işleyeni için ateşi vacip kıldığı ya da had koyduğu tüm günahlar kebîredir.

* Tevbe ve istiğfâr edilen hiçbir günah kebîre değildir; ısrarla işlenen hiçbir günah da sağîre değildir.

 

Ebu Tālib el-Mekkî, Kūtü’l-Kulûb adlı eserinde, ilgili görüşleri uzlaştırmaya çalışarak 17 adet büyük günah tespit etmiştir. Bunların 4’ü kalp ameli (şirk, günahta ısrar, Allah’ın rahmetinden ümit kesmek, Allah’ın azabından kendini emin hissetmek); 4’ü dil ameli (yalancı şahitlik, sihr, yalan yere yemin, suçsuz birine zina isnad etmek); 2’si cinsel organın ameli (zina, livâta); 2’si el ameli (hırsızlık, katil); 1’i ayak ameli (savaşta kaçmak); 3’ü mide amelidir (yetim malı yemek, faiz yemek, sarhoş edici bir içki içmek). Ana-babaya itaatsizlik ise tüm bedeni ilgilendiren bir amel olarak büyük günahlar kapsamındadır.

 

Hocam, yukarıda kısmen değindiniz, ama, daha iyi anlaşılması için açmakta yarar var. Kelâmcıların çok tartıştığı bir konuyu; “mürtekib-i kebîrenin, yani büyük günah işleyen kişinin durumunu bir Tefsirci olarak siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Az önce de belirttiğim gibi, amelî zaaf içinde bulunan iman sahipleri Kur’an’da mümin olarak nitelenmez; aksine yer yer fâsıklıkla suçlanır. Çünkü mümin gibi bir ‘isim’, sadece “imanı sübut bulmuş” kimseler için kullanılabilir. Aksi bir kullanım, masiyeti onaylamak anlamına gelecektir. Ancak bu, fısk kapsamındaki tutum ve davranışları sergileyenlerin kâfir olacağı anlamına gelmez. Bununla birlikte, dinin emir, tavsiye ve yasaklarını hiçe sayarak gayr-ı ahlakî bir hayat sürenlerin, imanın zihnî ve hissî boyutlarına gerçekten sahip olabilmesi ve dînin itikādî esaslarını benimseyebilmesi hiç de kolay değildir. Dolayısıyla, büyük günahlar kişiyi kategorik olarak imandan çıkarmaz; ama böyle birinin yavaş yavaş kendiliğinden imandan çıkması, çok ciddi bir ihtimaldir. Bakara: 99 ve Rûm: 10’da Kur’an-ı Kerim; ilahi âyetleri ancak fâsıkların inkâr edebileceğini ve fâsıkāne yaşantının, kişiyi eninde-sonunda tekzîbe götüreceğini bildirirken bu realiteye işaret etmiştir.

 

“İman ediyorum, demesine rağmen dinin emir ve yasaklarına uymayan birine mümin denebilir mi?” sorusuna iki açıdan yaklaşılmalıdır: İmanın zatî yapısını (karakteristiğini) teşkil eden kalbî amellere sahip bulunanlar büyük günaha düşseler de hâla mümindirler. Ebu Hanife’nin büyük günah işleyenleri mümin sayışını temellendirirken kullandığı şu delil, bu bakış açısını yansıtmaktadır:

“Böyle biri, tevhidi terk etmediği sürece, bütün günahları işlemiş de olsa, yine Allah düşmanı olmaz. Zira düşman düşmanına buğz ve nefret besler; ona birtakım ayıp ve noksanlıklar izafe eder. Oysa mümin büyük günah irtikâb etmesine rağmen, Allah ona her şeyden daha sevimlidir. Çünkü mümin ateşte yanmak ile Allah’a iftira etmek arasında serbest bırakılsa, her hâlükârda ateşte yanmak mümine daha sevimli gelecektir.” (el-Âlim ve’l-Mute’allim)

 

“Ülkemizin %99’u Müslüman” nakaratını nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

İmanın karakteristiğini oluşturan kalbî amelleri taşımayan biri, sadece sosyolojik, kültürel ve -dikkat edin- politik mânada mümin sayılabilir; bahsi geçen kalbî amelleri taşımayan, sözgelimi Kur’an’ın velî edinilip sevilmesini öngördüğü mukaddesâtı, şahıs ve ilkeleri beğenmeyen, -hatta onlardan nefret eden- bir kişi tabiî ki mümin olamayacaktır! Dinin teşrî ettiği ilke ve görevlere karşı teslimiyet göstermeyip böbürlenen, bunları hafife alan, anlamsız gören, çağdışı bulan biri tabiî ki mümin değildir. Bununla birlikte kişi, gerçek bir mümin olduğu, imanî ilkelerle ve dinî hayatla hiçbir sorunu olmadığı halde, öfke, taassup/hamiyet, gaflet, cehalet, tenbellik, uyku, şehvet vb. birtakım sebeplerle bazı dinî ritüelleri yerine getiremeyebilir; bazı masiyetlere düşebilir, yani ‘iman akdi’ni bozmamasına rağmen, ‘iman fiil’ini zedeleyebilir… Ancak bu, ‘iman hayatı’nı da zedeleyebilecek bir noktaya gitmemelidir. Çünkü dinî bir farîzanın terk edilmesi ya da dinî bir yasağın çiğnenmesi, bir noktaya kadar hoş görülebilirse de yukarıda anılan uyku vb. sebeplerin ortadan kalkması durumunda, kişi hâla iman fiiline –yani dinî hayata- dönmüyorsa, kendisine gösterilen hoşgörü de ortadan kalkar. Böyle birinin imanı, -çalışmayan bir arabanın ‘bozuk motor’u gibi- işe yaramıyor demektir; varsa da yok hükmündedir…

 

Hâsılı; imanlı bir kişi herhangi bir sebeple imanına aykırı davranabilir; ancak şu âyette belirtildiği gibi sebep ortadan kalktığında dönüş yaparak, imanının gereğini yerine getirmelidir:

“Allah’ın kabul edeceği tevbe; ancak, bilmeyerek kötülük yapıp da fazla vakit geçmeden tevbe edenlerinkidir; Allah bunların tevbesini kabul eder. Buna karşılık, kötülükleri, bile-isteye işleyenlerin tevbesi de -ki böyle birine ölüm gelip çatınca; “Şimdi gerçekten tevbe ettim!” der- inkârcı birer nankör olarak ölenlerin tevbesi de makbul değildir. Can yakıcı bir azap hazırladık Biz bunlara!” (Nisâ 4/17)

 

Yani taati terketmiş olabilir, ancak bunu alışkanlık hâline getirmemelidir. Nitekim Elmalılı iki olgu arasını şöyle tefrik eder:

“Terk-i amel iki türlüdür: Birisi terk-i cüz’î diğeri terk-i küllîdir. Yani biri ‘terk’ biri de ‘terki i’tiyad etmek’tir. ‘Bazan namaz kılmamak’ ve ‘namaz kılmamayı alışkanlık hâline getirmek’ gibi.. Binaenaleyh terk-i cüz’î küfür olmayabilir. Lâkin terki i’tiyad eden, kılmayı hiç hatırına getirmeyen, ömründe hiç kılmayan ve hatta kılmamağa azmetmiş bulunanların ehl-i kıble olduklarına ve bu farîzaya imanları bulunduğuna nasıl hükmedilebilir?!” (Hak Dini Kur’an Dili, I, 208).

 

Hocam, son soru olarak; iman ile islam, itikad ile inkıyad birlikteliğinin altın dengesini nasıl kurabiliriz?

 

İman ne tek başına itikad ne de tek başına inkıyaddır. İman hem buyruk ve yasaklara uymak hem de bir inanç olarak bağlanma ve boyun eğme anlamlarını kapsar. Yani, şer’î teblîğât sadece haber veriliyorsa, iman, bu haberi doğru kabul etmekten ibaret olur, ancak bir şeyin emredilmesi ya da yasaklanması söz konusu ise iman, insanın bu emir ve yasaklara iç dünyasında tam olarak boyun eğmesidir. Bununla birlikte, Allah katından geldiği kesin olarak bilinen her hususu onaylayıp benimseyen biri birtakım dinî ilkeleri yerine getirmediği takdirde, bu, “o kişinin kâfir olduğuna değil yerine getirmediği şeye imanının zayıfladığına” delâlet eder.

 

Kur’an-ı Kerim’de fert ve toplumun mutluluğu hedeflendiği için, bunu sağlayacak şeyin iman-amel birlikteliği olduğu hemen her fırsatta vurgulanır.

İmanı, kişiyi yönlendiren temel mekanizma olarak algılayan Kur’ân’a göre iman, hayatın tüm evrelerinde kendini gösteren, bütün tutum ve davranışlarda varlığını hissettiren bir realitedir; o, ilgili olduğu şeye göre şekil alan esîrvarî soyut bir maddedir: Verilen nimetle ilgili olduğunda kendini şükr olarak gösteren iman;

 

*Mikro ve makro kozmosdaki ilahî deliller söz konusu olduğunda tefekkür ve nazar olarak;

*Dinin emir ve yasakları söz konusu olduğunda itâat, inkıyâd, ittibâ ve teslîmiyet olarak;

*Bu ilkelerin çiğnenmesi durumunda tevbe ve inâbe olarak;

*Hayatın zor devrelerinde sabır ve tevekkül olarak;

*Sosyal ilişkilerde tevazu ve ağırbaşlılık olarak;

*Hukukî ilişkilerde güvenilirlik, adâlet ve hakkāniyet olarak;

*Din düşmanlarıyla ilişkilerde berâ, buğz ve mücadele olarak;

*Dinî kutsallara ve müminlere karşı muhabbet, meveddet ve rızâ olarak ortaya çıkar.

 

İman, kökü kalbin derinliklerinde olan ve yapılan işlerle teyid olunan bir şeydir. Belli bir “doğal sonuc”un eksikliği o sonucun bağlı olduğu “sebeb”in de eksik olduğunu kanıtlar. Böylelikle, “fiilen işlemenin imana dahil mi olduğu, yoksa sadece zarurî olarak onu takip eden bir şey mi olduğu” tartışması lâf kalabalığına dönüşür.

 

İnsanların can, mal, namus, inanç ve akıl güvenliklerini ihlâl eden birini -ne kadar kelime-i şehadet getirirse getirsin- hâla mümin saymak ne Kur’an’a ne de imanın etimolojik yapısına uyar. Buna karşılık, hemen bütün ilahî ve beşerî sistemlerin temel amacı olan bu beş güvenlik sınırını ihlâl etmeyen birini çeşitli amelî zaafları sebebiyle imansızlıkla yaftalamak kişileri dinden soğutmaktan başka bir işe yaramaz. Çağdaş dünyada, fertlerin makāsıd kabîlinden olmayan birtakım amelleri yerine getirip getirmediklerinden ziyade, Allah’a, Peygamber’e ve Kur’an’a can u gönülden bağlı olup olmadıkları ve söz konusu güvenlik sınırlarına riayetkâr olup olmadıkları önem arz etmektedir.

 

Bununla birlikte, tıpkı iman gibi zihnî altyapısı ve hissî üstyapısı ile imansızlığın da bir karakteristiği vardır. İman sahibi olmak bu boyutların net olarak gerçekleşmesine bağlı olduğu kadar, imansızlık da bu boyutların gerçekleşmesine bağlıdır. Dolayısıyla, “dinî emir ve yasaklara riayetsizlik” olarak nitelendirebileceğimiz amel zaafını imansızlıkla damgalamakta acele edilmemelidir. Kur’an-ı Kerim açısından, insanları imansız kategorisine sokup sokmamak değil, hangi tutum ve davranış karakteristiğinin Allah katında hangi sonucu doğurduğu önemlidir: Kur’an’ın, ebediyyen Cehennemlik olduğunu söylediği birine, böyle bir azaba uğradıktan sonra, mümin de dense kâfir de dense bir şey fark etmeyecektir!

 

Hocam, iki günlük bir sempozyumun hemen akabinde, profesörlük dosyasını hazırladığınız yoğun bir dönemde bize de zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

 

Ben teşekkür eder; çalışmalarınızda başarılar dilerim… Bu röportaj insanımızda iman-amel birlikteliğine yönelik bir uyanışa vesile olursa kendimi bahtiyar hissedeceğim… Rabbim tesirini halkeylesin…

Follow