AHMET POLAT
Güneşin şehri aydınlatsa da ısıtmadığı, sis bulutlarının beton yığınlarını kapattığı zamanlarda siyahın dışında bir renk aramak için tefekkür penceresi açılmış bir göz, yeni şeyler öğrenmeye açık meraklı bir zihin ve bakmayı görmeye, hakikati hikmete dönüştüren bilinç gereklidir. Yaşamak; varlığa anlam ve amaç kattığımız, niçin diye sorduğumuz, içimizdeki Hira’yı aradığımız ölçüde bilinçle kuşanır. İnsan ne zaman ki bu arayıştan uzaklaşırsa varlık amacından da uzaklaşarak anlamsızlığa, derinliksizliğe ve kendi olamamanın bir sonucu olan huzursuzluğa sürüklenir.
Nasıl ki farklı renkleri görmek, temaşâ edebilmek için sis bulutlarının dağılması, ışığın özneye yansıması, karanlığın ortadan kalkması gerekiyorsa insanın kendi iç dünyasındaki hakikatleri görebilmesi için yine kendisi tarafından oluşturulan sis perdesinin aralanması gerekir. İnsan kendi kendini kandırabilen bir varlıktır değil mi? Bilinmesini istemediği gerçeklerin üzerini örtmeyi, yaşamaya mecâli kalmadığı duyguları bastırmayı, söylemeye kelimelerin yetmediği sözleri susturmayı çoğu zaman iyi bilir. Kendini ikna edemediği konularda hakikatle yüzleşmekten rahatsızlık duyuyorsa ona yeni bir anlam yükler, onu aklileştirir ve rahatsız olmayacağı bir maske takar. Değişim ve dönüşüm sancılıdır çünkü. Başkalarının bilmesinden korktuğu gerçekleri bilmek trajiktir onun için. İşte toplumlar da böyledir. Muktedirler tarafından bilginin gücü keşfedildikten sonra öğrenmeyen, sorgulamayan ve hep sahte gündemlerle oyalanan bir toplum inşa edilir. Hakikatin yitik değer olduğu, ilkelerin yerini sahte söylemlere bıraktığı, insanın kapital-neoliberal düzen karşısında nesneleştiği, hangi konuda ne kadar bilgiye sahip olunması, ne düşünülmesi gerektiğine ekonomik tahakküm gösteren bir avuç azınlığın karar verdiği bir simülasyon çağındayız…
Her şeyden önce bu yüzyılın insanı, içinde yaşadığı toplumun temel öznesi değildir ve nesneleştikçe aklını kullanabilme yeteneği, yeni bir fikir üretme potansiyeli de giderek azalmaktadır. Bu simülasyon çağında ana kumanda merkezi, insan psikolojisini iyi bildiği için teknolojiyi kullanarak bireyi tanımlamaktadır. Kimliği, ailesi, arkadaş çevresi, gittiği mekânlar, sevdiği şarkılar, renkler, yemekler, giyim tarzı, düşünce yapısı, beğendiği içerikler, satın aldığı ürünler, ihtiyaçları, sağlık durumu, hastalık riski, günlük adım sayısı ve birçok veri yapay zekalar tarafından kaydedilip reklam amaçlı kullanılmaktadır. Belki de insanı insandan daha yakın tanıyan bu sistem bir süre sonra yaşam tarzımızı belirlemede, tercihlerimizde, alışkanlıklarımızda, önceliklerimizde etkin bir rol alacaktır. Hareketsiz yaşam tarzı olan, sağlıksız beslenen, stresi yönetemeyen birinin hastalıklarla karşılaşabileceği öngörülerek sağlık sigortası teklifleri veriliyor. Tıpkı beş dakika önce ayakkabı almak isteyen birinin eline telefonu almasıyla birlikte ayakkabı reklamlarıyla karşılaşması gibi…
Peki bu kadar kolay elde edilen bilgiler insan için gelecekte bir tehdit oluşturabilir mi? Yapay zekanın bilinçle olan ilişkisi, otomatik yanıtlar, bebeğin çevresini keşfederek öğrenip davranış geliştirmesine benzeyen tohum yapay zeka gibi inovatif kavramlar insanın aleyhine sonuçlar ortaya çıkarır mı? Dünyanın en ünlü yapay zeka uzmanlarının yüzde 70’e yakını makinelerin öz farkındalık kazanacağını, 2060’dan önce yapay zekanın bilinçli hâle gelebileceğini düşünüyor.[1] Nöronlar ve sinir ağı haritası bilgisayar ortamında ortaya çıkarılır ve simüle edilebilirse bunun adı bilinç olabilir. Antropomofrik (insana benzer) bir bilinç mi yoksa insan ötesi bilinç mi bilmiyoruz fakat bu durum birçok dengeyi değiştirecektir. Evrenin merkezindeki insanın bilinçli yapay zeka ile karşılaşması, hayatındaki değişimler, olası tehlikeler merak ediliyor.
Musavvir olan bir güç tarafından tasarlanan, beyinden kalbe, hücreden organizmaya kusursuz bir düzen ve emeğin en anlamlı karşılığıdır insan. Bilgiye ulaşma hızı artarken yanlış bilginin de arttığı, niteliksiz, kaynağı doğrulanmamış haberlerle algıların yönetildiği dezenformasyon çağında kendisi hakkında yeterince bilgiyi simülatör araçlara veren modern birey için en büyük bağımlılıklardan biridir teknoloji. Akıllı telefonlarımız artık vücudumuzun bir parçası hâline geldi. Günde ortalama beş buçuk saat kullanıyoruz, her beş dakikada bir yaklaşık 150 defa elimize alıyoruz, telefonla konuşma süresinde Avrupa’da birinciyiz.[2] Sürekli maruz kaldığımız bir gündem var. Akışa dahil olmak, hiçbir şeyi kaçırmamak istiyoruz. Önemli bir haberin konuşulduğu zamanlarda bundan haberi olmayan bir insan kendisini kötü hissediyor. Göstermek, görünmek istiyor. Başkalarının ne yaptığını, nereye gittiğini, ne yediğini merak ediyor. Bunu yaparken de hayatına dair ayrıntıları simülasyon araçlarına kendi rızasıyla vermiş oluyor. Böylelikle hedef kitlesi belirli, insanı nesneleştiren, yenisini al-tüket-yeniden al döngüsüyle bir “aynalar pazarı” oluşuyor. Sabah gözünü açtığında eli telefona uzanıyor, uyandığını zannediyor fakat bu yeni uyku aslında. Değer üretmeyen, okumayan, düşünmeyen birey için zaman israfı. Saatlerce ekranlara bakan hipnotize olmuş insanları taşıyor metrolar, otobüsler. Konuşacak konu bulamayınca sığındığımız bir liman oluyor bazen. En küçük bir teknik problemde arıza çıkarıyor, hayatımızda önemli bir boşluk oluştuğunu düşünüyoruz. Evet bütün bunlar “normal” artık. Bütünden parçaya baktığımızda yanlış giden bir şeyler var ama insan kendisinden sakladığı, yüzleşmek istemediği şeyleri normalleştirmekte ustadır. Sosyal medya uygulamaları önce bizi tanıyor ardından akışı tam da görmek istediğimiz bir algoritmayla bize sunuyor. Zihnimizdeki yankı odaları sanal dünyada da bizim için hazırlanmış. Akıllı telefonlarla banka işlemleri, kitap okuma, ticaret, hobi faaliyetleri gibi birçok faydalı işler de yapıyoruz. Yakın gelecekte kişisel gelişimimiz için değerli bilgilere ulaşmakta biraz zorlanacağız. Çünkü reklamlar içerikten daha fazla olacak. Bilgiye ulaşmak bedel ödemeyi de beraberinde getirecek. Ön kameralarla hangi ürüne dikkatle baktığımızın tespit edilip o ürünün daha çok gösterildiği bir zamanda teknolojik açıdan çok da güvenli bir gelecek beklemiyor bizi…
Neyi bilmemiz gerektiğine karar verenler neyi bilmememiz gerektiğine de karar veriyorlar değil mi? Hakikati arıyorsanız, her koşulda adaletten yana iseniz, şiddete karşı merhameti, nefrete karşı sevgiyi savunuyor ve gücün, güçlünün karşısında mazlumlarla beraberseniz zor bir yaşam sizi bekliyor olabilir. Zira tarih boyunca sorgulamayan, eleştiremeyen, soru sormayan kalabalıklar muteber görülmüş, farklı düşünenler, zulme karşı direnenler yalnızlaştırılmıştır. Ortega Y. Gasset’in ifadesiyle: “Herkes gibi olmayan, herkes gibi düşünmeyen herhangi bir insan, ortadan kaldırılma riskini göze alıyor demektir.” Genel anlamda teknolojiyi, medyayı kendi ideolojiniz tarafından ele geçirmişseniz, algıları yönetmek için ekibiniz, bütçeniz varsa o toplumu istediğiniz gibi konsolide edebilirsiniz. Kimsenin gerçeklerden haberi olmaz, hakikate, doğru bilgiye, ilkelere, kadim bilgeliklere, felsefeye, aydınlanmaya kapalı hâle gelirler. Üstelik o toplumun temel kodlarını çözmüşseniz, duygularına hitap edebiliyorsanız, din ile, mehter marşı ile milliyetçilik, ümmetçilik üzerinden retorik oluşturuyorsanız, hamaset ve popülizm yoldaşınız olur. Dünyanın her yerinde yönetim felsefesinin temelini duygular oluşturuyor. Fransa böylesi bir düşünce yapısına “obskürantizm” demiş. Bilmesinlercilik, anlamasınlarcılık… Kelime kökeni olarak karanlıkçılık… Işıktan rahatsız olanlar, aydınlanmaktan kaçanlar…
Onları Platon’un mağarasındakilere benzetiyorum. Güneşe arkasını dönmüş tutsaklar için yaşamak, karanlık bir mağarada duvara yansıyan gölgeleri anlamlandırma çabasıydı. İnsanları, hayvanları kendilerince gölgelerinden tanımlıyorlardı. Tutsaklardan biri özgürlüğüne kavuşarak dışarı çıktı, güneşin ihtişamı karşısında gözleri kamaşıyordu, hep gölgelerini gördüğü canlıların gerçek yüzleriyle tanışmak çok şaşırtıcıydı. Aydınlanmış kişi tekrar mağaraya dönüp diğer tutsaklara gördüklerinin bir gölgeden, yanılsamadan ibaret olduğunu, gerçekle tanıştığını anlatsa da onu anlamadılar, kendi özgürlüklerini de talep etmediler. Artık karanlığa alışkın olmadığından mağaradaki gölgeleri göremez olmuştu. Diğerleri bu yolculuğun onu kör ettiğini düşünüyorlardı. Platon mağara alegorisinde halka gerçekleri söyleyen, hayata eleştirel akılla bakan, sorgulayan, hayatında ve düşünce dünyasında yeni yolculuklara çıkan parhestes bir filozofun karanlığa alışmış, yeniliğe ve ışığa arkasını dönmüş cehaletleriyle, yanılgılarıyla, bağnazlıklarıyla yaşamaktan memnun kitleye karşı mücadelesini anlatıyor. Diğer bir görüşe göre bu kesim yönetici sınıfıdır halkın aydınlanmasına gerek yoktur. Kimine göre mağaraya dönen kişi Sokrates’tir. Bugün sanal dünyaya hapsolmuş, gökyüzüne bakmayan, kuşların sesini duyamayan insanlığın durumu da mağaradakilere benzemiyor mu?
O halde iç dünyası çölleşen, kendi mağarasından çıkmak istemeyen kalabalıklar güneşi nasıl görebilir, nasıl dönüşür karanlıklar aydınlığa? Hayatı keşfetmeye başladığımız ilk anlardan beri ailemiz, akrabalarımız, arkadaş çevremiz birçok şeyi ilk kez öğretir. İnançlarımız, yaşadığımız toplum, kültürümüz algılayabildiğimiz ilk andan itibaren şekillenmeye başlar. Onlar bu öğretileri kendi deneyimleriyle değil daha çok bir üst nesilden öğrendikleri kadarıyla aktarırlar. Renksiz bir topluma renk katmak, koroda farklı bir ses çıkarmak, herkesin aynı şeyleri düşündüğü bir ailede/ortamda farklı bir görüş dile getirmek henüz olgunlaşmamış toplumlarda çok da mümkün değildir. Nasıl ki insanın kendi iç dünyasında karanlık noktaları varsa, ebeveynler çocuklarını kendi düşünce yapılarında yetiştirmek için farklı görüşleri öğrenmelerine izin vermiyorsa toplumlar da aydınlanmaya karşı koruma refleksi geliştiriyorlar. Kant, karanlıkta kalan ve bundan hiç de rahatsızlık duymayan toplumları ergen olarak görüyor ve aydınlanmayı “insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin-olmayış durumundan kurtulması” şeklinde tanımlıyor. Bu ergin-olmayış insanın kendi aklını, bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanmayışıdır.[3] O hâlde Kant’a göre aydınlanmanın sloganı şudur: “Ey insan, aklını kullanma cesareti göster.” Bugün yaşadığımız sorunların kökenine baktığımızda, insanlığın neden derin bir anlam krizi içerisinde olduğunu idrak ettiğimizde karşılaşacağımız temel sebep, aklını kullanma cesaretini göstermeyişidir. Oysa ki inandığımız din akletmeye, derinlemesine düşünmeye çağırır. Kur’an’da yüzlerce kez akıl kavramına eylem olarak yer verilir. Fakat insan aklını kiraya vermeyi, başkaları tarafından kumanda edilmeyi tercih ederken kendi aklını kullanabilmenin ne büyük bir özgürlük olduğunu keşfedemeyebilir. İnandığı dinin kaynağında akıl ve vahiy vardır ama ona bunlar yetmez, başkasının aklına teslim olur, vahye paralel yeni kitaplarla geçip gider ömrü, kitabın özünden habersiz bir şekilde anlamadan lafzını okur, yaratıcı ile sevap ekseninde menfi bir ilişkisi vardır. İbadetlere kulluktan/ahlâktan daha çok önem verir, onları göstermek ister, başkalarının ibadetlerine karışarak din zabıtalığı yapar, akletmeye çağıranları linç eder. Vahyin anlaşılmasını istemezler, seslendirmekle, lafzını güzel okumakla, evin en yüksek yerine asmakla yetinirler. Zira anlaşılırsa şirk tezgâhı bozulur, fitne (!) çıkar, güya din elden gider. Kılavuzluğuna başvurduğu akılları yüceltmeye, o şahıslara kutsal anlamlar yüklemeye çalışır. Onlar yanlış yapsa da vardır bir hikmeti. Bazen bir şeyh olur, kimi zaman liderler, yöneticiler…
Tek aklın hükümranlığından ortak aklın sağduyusuna, aklı selim bakışına hicret etmek bir toplumun ergenlikten çıkışının temel adımlarındandır. Anadolu dindarlığının bu konuda karnesi çok da iyi değil. Akıl ve bilim düşmanlığı, öteki fikre tahammülsüzlük, mezhep ve cemaat savaşları, hakikati tekeline alıp kendi gibi düşünmeyeni tekfir etmek, insan olma yolculuğunda sunulan bir teklif olan dini ötekine dayatmak, başka hayatların yargıcı olmak ne acı ki olgunlaşmamış, henüz tekâmül sürecinde yol alamamış bir toplum olduğumuzun göstergelerindendir. Dindarlık artıyor gibi görünüyor değil mi? Camiler, kurslar, imam hatipler artık daha fazla ve hiçbir şey irticâi faaliyet olarak görülmüyor. Kürsülerden karşı mahallelere dilediğini söyleyebiliyorlar ve hâkim din algısının dışına çıkmadığınız, insanları uyandırmadığınız, akletmeye falan çağırmadığınız sürece kimse size bir şey söylemiyor. Dindarlık artarken ahlâksızlık, yolsuzluk, hırsızlık, ehliyet-liyakatsizlik, ırkçılık da artıyorsa “Hangi din?” sorusunu yeniden sormalıyız. Allah Rasulü aramıza gelse tebliğ ettiği dini tanıyabilir miydi diye düşünmeliyiz. Bizi daha iyi insana dönüştürmüyorsa, toplumda merhamet devrimine, adalet inkılabına yol açmıyorsa, insanı fabrika ayarlarına döndürmüyorsa dinin bir karşılığı var mıdır? Bugün İslam dışı inanışlara sahip toplumlara açık yüreklilikle, gururla teklif edebileceğimiz bir dini yaşam biçimi görebiliyor muyuz? Son yüzyılda ilkeleri ve değerleri ile insanlığa rehber olabilmiş, yüreklerde insan devleti inşa edebilen, her koşulda hakikati, adaleti savunabilen ne kadar rol model şahsiyet yetiştirebildik? Bunun yerine kim aklını kullanma cesareti göstermiş ve insanlığı da buna davet etmişse, nerede ışık yakmaya çalışan bilim insanı varsa yalnızlaştırdık, algı operasyonlarıyla susturduk, hayatı yaşanmaz hâle getirdik. Sokaklar şiddetin odağı hâline gelmiş, öfkeli kalabalıklara sağduyulu bir söz söyleyemiyorsunuz, yalanlar her alanda kendini gösteriyor, ırkçılık tohumları uzun yıllar önce ekilmiş, güven toplumu giderek kaybolurken insani ilişkiler azalmış. Empati yoksunu, narsist, sözünü değil sesini yükselten, okumayan, anlamayan, güdüleriyle yaşayan, değişmeye kapalı, cehaletiyle övünen prototiplerden bir toplum inşa etmeleri beklenebilir mi? Tüm ahlâki ilkelerini, kalbindeki şefkat mekanizmasını kaybeden, kötülük endüstrisinin bir parçası olarak sürekli zulmün, haksızlığın, cinayetlerin öznesi olan biri için yaşamak karanlık bir tünelden çıkamamaktır. Kötülüğü din adına yapanları, günahların üzerini din ile örtenleri ve zulmü süreklilik hâline getirenleri eleştiren Allah, aklını kullanmayanların pisliğe mahkûm olacağını söylüyor. (Yunus Suresi:100) Ekonomik belirsizliğin, yoksulluk ve yorgunluğun, geleceğe dair ümitsizliğin bir sonucu olarak antidepresan çağını yaşayan her toplum için kaçınılmaz son derin bir anlamsızlık uçurumudur. 18. yüzyılın aydınlanmacı düşünürlerinden Kant’ın bahsettiği düşüş burasıdır ve düşmemek için tutunduğumuz değerler, sahih eylemler olmalıdır. Gönül köprüleri inşa etmek, insan-insan ilişkilerine daha çok önem vermek, daha iyi insan olabilme yolculuğunda ilerlemek bizi aydınlığa, toplumu ise ergenlikten olgunluğa eriştirir.
Yalnızca inanış biçimi değildi bu toplumu dizayn eden, ideolojiler de yıllar yılı akıllarını kullanmalarına engel oldu. İradelere yapılan her darbenin arkasında nice hikâyeler vardı. Düşüncesinin bedelini ödeyen insanlar tarih boyunca aklını kullanma cesareti gösterenlerdi. İnsana umut vaat etmeyen, anlamlı, mutlu bir hayatı çok gören, yaşatmaktan çok ölmeye teşvik eden bir ideoloji niçin var olur? Neden ortak iyilikte, ortak akılda bir araya gelemez insanlar? Aydınlanma çağının ortak fikrine göre her türlü ön yargıya, boş inanca karşı çıkıp insanın mutlu olmasını sağlayacak toplumsal-siyasal düzene duyulan özlemde birleşebilmekti nihâi amaç.[4] Toplumsal refah ve huzurun tesisi için evrensel ahlâki normlar ekseninde önce kendisine, ardından topluma karşı sorumlu, eylemlerinde tutarlı, şahsiyet inşa edebilmiş bireyler öncülük etmelidir. Edebiyat, felsefe, teoloji gibi alanlarda topluma fikir veren, entelektüel bilince sahip düşünürlerin, kendi aklını kullanabilen aydınların rehberliğinde bilinmesi istenmeyen, üzeri örtülen, karanlıkta kalan gerçekler yerini hakikate bırakacaktır. Ardından toplumun her ferdi değişecek, kendi suçundan dolayı düştüğü ergin olamama durumundan uzaklaşacak, mağaradan çıkıp güneşe, aydınlığa bakanların sayısı artacaktır. Fakat burada insan, aklını putlaştırmaya da oldukça müsait bir anlayışa sahiptir. Özgürlük beklerken aydın despotizmiyle de karşılaşabiliriz. Nitekim akıl çağı olarak adlandırılan 17-19. yüzyıl filozof-kral ilişkilerine dayalı Makyavelist aklın örnekleriyle doludur. Yine yasalar önünde herkesin eşit olduğundan bahseden aydınlanmacı filozofların kadınları erkeğe göre entelektüel açıdan zayıf görmesi bir çelişkidir. Ne aklı yok sayan ya da kiraya verenlerden ne de aklı putlaştıranlardan olmak dengenin, akleden kalbin insan fıtratına en uygun noktada durduğunu gösteriyor.
Allah Rasulü’nü cehaletin, imkânsızlığın, çaresizliğin, anlamsızlığın coğrafyasından Hira’ya götüren ve tekrar mağaradan topluma taşıyan bilinç neydi? İnsanı uçurumun kıyısından alan Rabbimizin bize ikram ettiği, beşerden insana dönüştüren o ruh neydi? Akıl, irade ve vicdanla donatılan insandan beklenen onları kullanmasıydı. Fakat o aklı atıl hâle getirdi, ne vakit ikilemde kalsa yanlış tercihlerde bulundu, sorumluluk bilincinden uzaklaştı, acıya ve merhametsizliğe karşı vicdanının sesini susturdu. Dolaylı olarak hakikatin de üzerini örtmüş oldu, kul olmanın bir armağanı olan iradesini başka akıllara teslim etti, içindeki Kur’an’ı susturmuş oldu. Karanlıklardan aydınlığa doğru yürümenin, o bilinci kazanmanın ön koşulu olarak Kant’ın aydınlanma sloganıyla birlikte ifade etmeye çalıştığımız temel mefhum akıldı. Buna bir de vahyi eklemeliyiz. İnsana muhakeme etme, sebepler ve sonuçlar arasında bağ kurma yeteneği veren Allah, hayatına rehberlik etsin diye kitaplar, elçiler göndermiştir. Tarihi Sümer’e dayanan obskürantizm, yazının icadıyla kendini göstermiş, yazıyı mabetlere, ruhban sınıflarına hapsedip halkı bilgiden mahrum bırakma amacı taşımıştır. Aydınlanma düşünürlerinin geldiği nokta da benzerdir. Akıl yoluyla hayatına anlam katan insanın erginleşeceğine inanmış, ancak böyle bir olgunluğa ulaşılmış dönemin henüz yaşanmadığını belirtmişlerdir. Belki şimdilerde biz de bu olgunluğa erişme mefkûresi taşımıyoruz. Fakat toplum değişsin istiyorsak bireyler değişmelidir. Bu değişimin temel çıkış noktası akletmekten, vahyin rehberliğini öncelemekten, sürekli karanlıktan şikâyet etmek yerine bir ışık yakmaktan, her yeni gün yeni şeyler öğrenmekten geçiyor.
Toplumu sahte bilgilerle yönlendiren, hakikati saklayan, simülasyon çağının karanlığa sevdalı kalabalıklarına ışık yakmak için vahyin rehberliğinde nice ilkeler vardır. Kur’an onları Firavun tiplemesi üzerinden eleştirerek “kavmini aptallaştıranlar” olarak tanımlarken cahiliyenin karanlığına karşı devrimlerle toplumu ihya ve inşa etmeyi amaçlar. (Zuhruf Suresi:54) İlk emri “Oku” olan bir kitap elbette ki aydınlanma misyonuyla insanlığa hitap eder. “Siz nereden bileceksiniz, bilginin kaynağı biziz,” diyenlere karşı meydan okumadır bu. Sözlü kültürden yazılı kültüre geçmek için kalemle yazmayı öğreten bir kitap elbette ki karartmacılıkla mücadele etmek için inmiştir. “Onlar sözün tamamını dinler, en güzeline uyarlar” (Zümer Suresi:18) “Yoldan çıkmış bir fasık size haber getirdiğinde gerçeği araştırın, yoksa cehalet sebebiyle bir toplumun başına iş açar, ardından da yaptığınızdan pişmanlık duyarsınız.” (Hucurat Suresi:6) gibi ayetler, sözün gücünü, dezenformasyonla mücadeleyi, bilgi ahlâkını, öteki fikre saygıyı öğretir. Hakikatin, aklın, bilginin ve bilincin düştüğü kuyudan çıkarıldığı, içimizdeki ışığın hiç sönmediği ve etrafımızı aydınlattığı, çölleşen kalplerin bir merhamet ve iyilik coğrafyasına dönüştüğü nice yarınlara…
[1] D. Faggella. Could Artificial Intelligence Become Conscious 33 Researchers Contribute Their Opinion. (29 Kasım 2018)
[2] Datareportal Verileri, Digital 2023 Turkey
[3] Immanuel Kant, Aydınlanma Nedir? (Was ist Aufklaerung?), Albaraka Yayınları, 2023
[4] Mehmet Ali Ağaoğulları, Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da Siyasal Düşünceler, İletişim Yayınları, 2015
Analiz
(91. Sayı/2023)