Fatih BAR
“Hayat temelli zoruma gidiyor. Ayşe dün gece malum nedenlerden dolayı ağladığını söyledi. Evimiz, nereye dokunsan dökülüyor. Ayşe'nin bir elinde alçı tabağı ile söylene söylene çatlakları, dökükleri kapattığını biliyorum. O bu işleri yaparken ben hiç odadan çıkmadım, gözüne görünmemeye çalıştım. Başkası olsaydı Ayşe yerine, çoktan terk ederdi beni. O olmasa evimiz çoktan deprem yaşamış görüntüsüne dönerdi. (Kirada yaşadığımızı unutuyor, elin evine evimiz diyorum.) Onurumuzu koruyarak yaşayabilmemiz için ihtiyacımız olan asgarilere bile ne kadar uzak olduğumu düşündükçe, tüylerim diken diken oluyor. Bu işin sonu nereye varacak?”
Sinema İçin Bunca Acıya Değer mi?/Günce, Ahmet Uluçay
6 Kasım 2001, Tavşanlı
“Acaba yeterince para kazanabilip, borçlarımı ödeyebilip bazı temel ihtiyaçlarımızı alabilecek miyim? Örneğin bir kanepe, mobilya, bir daktilo ve bazı kitaplar. Ayrıca yapılması gereken evin tamiratı da var. Bu da daha çok para demek.”
Zaman Zaman İçinde/Günlükler, Andrey Tarkovski
14 Eylül 1970, Moskova
Evinin gerekli tamiratına rağmen Andrey Tarkovski, imkânının peşinden koştu. Evinde erzak kıtlığına rağmen Ahmet Uluçay, hırsından fışkıran ilhamın imkânını arzuladı. Anlatım dilinin muhafızlarca sınırlandırılmasına rağmen Abbas Kiyarüstemi, imkânın metaforuna tutundu. Ingmar Bergman, Yılmaz Güney, Ousmane Sembene, Elia Süleyman, Yasujirō Ozu ve nice sinemacılar birçok imkânsızlığa rağmen kendi vicdanlarına sığınarak, daha adil bir karenin mümkün olduğuna inandı ve filmlerini çektiler.
Bu bağlamda değerlendirilebilecek bir diğer yönetmen/sanatçı ise Finlandiyalı isim Aki Kaurismaki’dir. Avrupa’nın önemli yönetmenlerinden olan Kaurismaki, özellikle Le Havre (Umut Limanı, 2011) ve Toivon Tuolla Puolen (Umudun Öteki Yüzü, 2017) filmleriyle, “vicdana sığınıp sinema yapılabilirliğin” en belirgin şahsiyetlerinden biri oldu. “Mülteci Üçlemesi” kapsamında çekilen bu iki film, adından da anlaşılacağı üzere mülteci meselesine odaklanıyor.
Özellikle Avrupa’da politik diskurun sığlaştırıcı, kutuplaştırıcı ve metalaştırıcı etkisi ekseninde gelişen mülteciler meselesi, sanat yapıcıların ifade dilini belirgin bir şekilde etkiliyor. Ortaya çıkan eser/film ile rahatlıkla kamuoyuna yön verilebiliyor. Yakın bir zaman diliminde Ukrayna krizinde karşılaştığımız üzere medyanın temsiliyet tutumu, etki ve kamuoyu oluşturma açısından sinemanın oluşturmuş olduğu temsiliyet tutumundan pek farklı değil. Medya üreticilerinin, Ukraynalı mültecilerin varlığını benimseme ve benimsetme tercihlerine bakıldığında, “real refuges (gerçek mülteci)”, “like us (bizim gibi)”, “blonde hair, blue eyes (sarı saçlı, mavi gözlü)” gibi ifadeleri üstüne basa basa kullanması çığır açtığı kadar destek ve kabul gördü. Kategorize edilen ve bu kategorinin dışında kalan “diğer mültecilerin” denizlere mahkûm edilmesi, sınırsız Avrupa topraklarından sınır dışı edilmesi ya da Ruanda gibi ülkelere gönderilmesi “olması gereken” şeklinde yorumlandı. Bu çiğ yorumdan da anlaşılacağı üzere mülteci, göçmen, sığınmacı karşıtlığı teması üzerine kurulan her “şey” ve bu “şey”lerin üreticileri, saygın bir noktaya oturtulup, ulvileştirilebiliyor. Meseleyi insani koşullarla ele alıp, yadırgamadan, ötekileştirmeden anlatanlar ise devletin iğreti dili ve kamuoyunun yapıcı/yıkıcı tavrıyla karşılaşıp, marjinal ezilen oluyor.
Avrupa entelijansiyasının, otoriteden daha fazla kabul görmek adına sanatçı kimliğini heba edip “güçsüz” bir grup üzerinden kendini var kılması, acizlikten öteye gidemiyor. Aki Kaurismaki ise karşıtlık üzerine kurulu baskın ideolojinin papatyalarına ihtiyaç duymadan, kendi inandığı şekilde davranmakta ısrar ediyor.
Kaurismaki, adını Fransa’da bir liman kentinden alan Le Havre filminde, Afrikalı göçmen bir çocuk ile Fransız bir ayakkabı boyacısının dostluğunu anlatıyor. Londra’da bulunan annesine kavuşmak için çırpınan bir çocuğun, yıkıcı etkisi olan politikalara ve bu politikaların tetikçiliğini yapan tahakküme direnebilmesi için birtakım “yerli” insanlara ihtiyacı oluyor. İşte Kaurismaki, filmin yönetmeni olarak birtakım insanların kim olacağını belirlerken, umudun cevherinden yararlanıp yardımsever insanların var olabileceği ihtimaline tutunuyor. Yaşama karşı yitirmediği nezaketli bakışın sonucunda ne Afrikalı göçmeni ne de ayakkabı boyacısı adamı ajite etmeden, yalın bir dil ile anlatıyor. Bu irfani ve adil dil, liman şehrini bir çocuğun umut şehri haline dönüştürebiliyor. Kaurismaki bunu yaparken bizden acıma değil saygı bekliyor.
Kaurismaki’nin 2017 yılında çektiği “Mülteci Üçlemesi”nin ikinci filmi olan Umudun Öteki Yüzü’nde ise Suriye’deki savaştan dolayı kız kardeşiyle Halep’ten kaçtıktan sonra, yolu Helsinki’ye düşen mülteci Halid ve aynı şehirde restoran işleten Finli Wickström’ün hikâyesini anlatıyor. Le Havre filminde olduğu gibi bu filmde de mülteci karakterin “yerli” insana ihtiyacı oluyor. Bir zamanların bataklıklar ülkesi, günümüzün ise imrenilen ülkesi Finlandiya’da, ağır aksak işleyen Fin bürokrasisi ve bu bürokrasinin tipleştirdiği memuriyet tavrı, Halid’in yer edinme çabasına engel olur. Bu engeli aşabilmek adına Aki Kaurismaki, kendi dokunuşunu yine şahsına münhasır bir şekilde yapıyor. Restoran işletmecisi Wickström başta olmak üzere, sıradanlıktan başka sıfatı olmayan insanları Halid’in karşısına çıkarıyor. Aki Kaurismaki, “Yardımseveriz” deme cüretinde bulunmayıp, Wickström’ün memleketinde yaşadığı yalnızlığı, Halid’in yurt edinmeye çalıştığı yerdeki yalnızlıkla birleştirip ortak mekân oluşturma çabasına girişiyor. Özellikle bağlama ve elektrogitar üzerinden kurulan bağ, farklı iki kültürün vasıtalarının nasıl ortak tınıya dönüşebileceğine ayrı bir örnek. Aki, Suriye’deki savaştan kız kardeşiyle birlikte kaçan ancak yolda onu kaybeden karakterini sömürmeden, ezmeden, ezdirmeden anlatarak bizden yine acıma değil saygı bekliyor.
Aki, her iki filmde “Mültecilik nedir?” sorusunun cevabının değil “İnsanlık nedir, ne olabilir?” sorusunun cevabının arayışında olduğu için hiçbir şeyi göze sokmuyor. Göç olgusunun dinamiklerinin farkında olduğundan mülteci karakterleriyle rahat bir şekilde bağ kurabiliyor. Kurmuş olduğu bu bağ daha adil bir kareye, daha adil bir sinemaya perde aralıyor. Bir mültecinin başka bir ülkeye sığınma hakkını sadece “gerçek mülteciler” üzerinden okuyan medya ve sanat otokrasisi, kendi vicdanına sığınan sanatçıları görmezden gelerek politik tutsaklıklarını ilan ediyorlar. Kendilerini sessiz istilanın ortasına bırakan bu gayriinsanı tavır, kuru gebeliğin ortasında kötülüğü doğurmaktan öteye gidemiyor.
83. Sayı (2022)
Film Okumaları