“Devletin adil olması, toplumdaki eşitsizlikleri gidermek ve bir tarafa meyletmemektir. Yani kendi dinini, kendi mezhebini, kendi hemşehrini, tarafını takım tutar gibi tutup partizanlık yapmamak demektir.”
Söyleşi: İhsan ELİAÇIK
Söyleşen: Hatice ERDEM-Işıl CINGILLIOĞLU
İhsan Eliaçık'a Adalet Devleti eseri üzerinden farklı dinden, kimlikten, inançtan her bireyin daha adil ve özgürlükçü yaşayabilmesi adına yasa koyucuların, iktidar sahiplerinin ve ilahiyatçıların karnesini sorduk...
Kur’an’ın vurguladığı üzere daha kötü durumda olanların daha iyi durumda olanlar üzerinde hak sahibi olması (Haşr 7-9), servetin sadece zenginler arasında kalan bir şey olmaması hem statü hem de ekonomik seviye itibarıyla farklı toplum kesimlerinin de yararlanmasına imkân sağlayan şeffaf bir sistem inşası önermesi günümüz servet-paylaşım ilişkilerinde ütopik bir beklenti midir? Birikim, yetki, para ya da siyasal iktidarın tek bir kişiye ait olmasını zulüm olarak nitelendiriyor, antikapitalizm, sosyalizm, demokrasi gibi kavramları “adalet” başlığı altında değerlendiriyorsunuz. Müslümanların bu kavramlarla ilişkisi nasıl? Adaletten zulme, merhametten şiddete, dindarlıktan kindarlığa götüren sebepler nelerdir?
Filozoflar, düşünürler, peygamberler dünyadaki insanlığın kurtuluşu için söz söylemişler. Onların söyledikleri üzerine yoğunlaştığımız zaman şunu görüyoruz: Aslında hepsinin söylediklerinin özü, ruhu aynı. Her ne kadar farklı zamanlarda ve tarihsel koşullarda yaşamış olsalar da Hint filozofların, Çin bilgelerinin, İran şairlerinin, Orta Doğu peygamberlerinin, Yunan filozoflarının, aydınlanma çağı düşünürlerinin, sosyalist teorisyenlerin hepsi adaletten bahsediyor. İnsanlığı ayakta tutan ve bu dünyada yaşamamızı sağlayacak tek bir neden var ise o da adalettir. Çünkü insanlar bir adalet beklentisi ile yaşıyorlar. Bu dünyada adalete inanmayanlar intihar ediyor. “Bu dünyada yaşanmaz,” diyen insanlara gidin sorun, adaletten ümidini kesmiştir. Ben, adaletten ümidini kesmeyenlerin bir yaşama sevinci, kurtuluş umudu ve mücadele azmi içinde olduğunu gördüm hep. Peygamberler bu insanlık tarihinin bir parçasıdırlar ancak insanlık Ortadoğu’dan ve peygamberden ibaret değil elbette. Tüm insanlığı, yani yedi milyar insan çapında düşünmemiz lazım. Ben, insanlığın temel özleminin, ortak kavramının adalet olduğunu gördüm. Adalet Devleti kitabımda da bu tarihi süreci anlatıyorum. Uzunca bir süre “insanlık tarihinde adalet arayışları” diye araştırmalar yapmıştım. Bu bağlamda şöyle diyebiliriz: İnsanlık tarihi içinde tuttuğu yer itibari ile “adalet” kavramı “Allah” kavramından daha büyüktür. Yaratıcı olarak kıyaslamıyorum. İnsanlıkta tuttuğu yer açısından daha büyüktür. Zira ateistler de adalete inanıyor ama Allah’a inanmıyor. İnsanlığın bir bölümü Allah yok dese de adalet yok diyeni hiç duymadım. Herkes adaletin var olması gerektiği konusunda hemfikir ancak tabi herkesin adalete yüklediği anlam da kendince. Kimi hakkaniyet diyor, kimi eşitlik diyor, kimi başka bir şey diyor. Dolayısıyla insanlıkta adalet kavramı insanlık tecrübesinin ortak bir ürünü oluyor. Biz Müslümanlar hakkı adaleti Allah’ın ismi yapmışız. Çünkü Allah’ın bir ismi de el-Hak’tır. Yani adaleti Tanrı’mızın ismi koymuşuz. Kur’an-ı Kerim’de özel olarak geçen üç tane isim var: Allah, Rahman ve Hak. Hak ismi direkt özel isim olarak kullanılıyor, diğerleri sıfat isim. El-Hak yalnızca Allah için kullanılır. Allah’tan başkası için kullanılamaz. Dolayısıyla şirk, Allah’ın hakkını yemektir. El-Hak, fiili itibari ile anlamsız ve amaçsız iş yapmayandır. Sözü itibari ile söylediği her sözü doğru olandır. Varlığı itibari ile başka varlığa muhtaç değildir. Allah’ın el-Hak isminin gayesi, insanın hakikat diye bir derdinin olmasıdır. Bu isimlerden bir tanesi de Rahman, sevgi ve merhamet demektir. Zaten sevgi, şefkat, merhamet, Allah da “El ilah” kökeninden gelir. Bağlanılan, bağlanılmaya layık, olan demektir. Demek ki bağlanmaya layık, peşinden gidilmesi gereken, bunu hak eden iki tane kavram var: Biri Hak, biri de Rahman. Hak; adalet, eşitlik ve hakkaniyet. Rahman ise sevgi, şefkat, merhamet demek. İnsanlıkta en yüce değerler olan adalet, eşitlik, sevgi, şefkat, merhamet gibi kavramların tüm insanlık tecrübesi içinde bizlere bahşedildiğini görüyoruz. Zira Tanrı’ya inanmayanlar da bunu söylüyor. O halde siyasal, sosyal ve politik tüm söylemleri bu kavramlar üzerine bina etmemiz gerekiyor. “Adalet devleti” kavramı bu açıdan politik bir söylemdir. İnsanlığın aradığı şeyi ifade etmektedir ve bence insanların geldiği nokta da budur. Bu noktada şu soru sorulabilir: Devlet dediğimiz şey olmalı mı, olmamalı mı? Özellikle anarşist filozoflar devletin varlığına karşı olmuştur. Eserin ismi konusunda, adalet ve devlet yan yana gelir mi diye çok düşündüm. Ancak devlet kavramı özü itibari ile yanına onu koruyan, denetleyen bir kavrama atıfla anılabilirdi. Yani devlet kavramının tepesinde bir kırbaç etkisi oluşturacak ve onu denetleyecek bir kavram olsa olsa sadece adalet kavramı olabilirdi. Ve neticede devlet dediğimiz olgunun varlığı ve yokluğunun ayrı bir tartışma meselesi olmasının yanı sıra, bu kavramın var olmasının adaletten başka bir gerekçesi olamaz noktasına geldim. Ve eserin ismini Adalet Devleti koydum.
İslam devleti kavramını tercih etmemenizin bir sebebi var mıdır? Bu bağlamda adaleti, Allah’ın kendi kanunlarına tabi olan bir sünnetullah yasası olarak mı yorumluyorsunuz?
Evet bir sebebi de o. Ben İslam dünyası çapında değil de tüm insanlık çapında düşünmeye çalışıyorum, kendimi buna zorluyorum. Sünnetullahı anlamaya çılaşmak zaten evrensel düşünmeyi gerektiyor. Yedi milyar insanın ortak tecrübesinin gelip durduğu tek bir yer var, o da adalet. Bu tecrübenin bir bölümü de Müslümanlardan oluşuyor. Onlar da adalet diyor, Rahman diyor, Hak diyor. Hintliler de Brahman diyor. Bütün tanrı isimleri iyilik kavramlarıdır. İnsanlığın zihninde tanrı fikri, iyilik ve adalet olarak belirmektedir. Ama şöyle bir trajik çelişkiyle de karşı karşıyayız. En çok da gerçekleşmeyen şey budur. Zaten gerçekleşmediği için en çok istenen de budur. Yani Engels’in dediği gibi: “İhtiyaçlar keşiflerin anasıdır.” Bütün keşifler -peygamberlik dahil- ihtiyaçtan doğar. Adalet de bir ihtiyaçtan doğmuştur. Biri yiyor, öbürü bakıyor. Birinde fazla, birinde eksik. İnsanlar, “Niye böyle?” diye soruyor, “Benim ondan neyim eksik de onun yediğini yiyemiyor, onun oturduğu yerde oturamıyorum.” Ben Anadolu irfanı diye bir şeye inanırım. Anonim bir Anadolu irfanı vardır. Yüzyılların getirdiği bir iyilik damarı bütün toplumlarda olduğu gibi Anadolu toplumunda da vardır ve Anadolu irfanı aslında bir bakıma antikapitalisttir. Yani mesela der ki: “Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar”, “Çok laf yalansız, çok mal haramsız olmaz.” Bu sözler, kimin söylediği bilinmeyen anonim sözlerdir. Peki, bu halkın diline pelesenk ettiği sözlere halkın kendisi uyuyor mu? Kim uyuyor? Birinin yiyip ötekinin bakmadığı bir dünya mümkün müdür? Bu ütopik bir beklenti midir? Hayır. Zaten yüzyıllar boyunca bu böyleydi. Antropoloji araştırmaları; devletin olmadığı yıllarda özel mülkiyetin de olmadığını, insanların doğadaki her şeyi paylaştığını, “Burası benim mülküm,” diye kimsenin bir alana çit çevirmediğini gösteriyor. Kızılderililer dahil birçok eski kökenli inanışlarda yerlerin ve göklerin sahibi Tanrı’dır. Her şey paylaşılmalı ve bölüşülmelidir. Dolayısıyla özel mülkiyet, neolitik devrimle birlikte ortaya çıkan bir olgudur. Tarım devrimine dek avcılık ve toplayıcılıkla geçinen topluluklar, özel mülkiyet kavramına sahip değildi. Çünkü topluluk, ortak olarak herkes için yetecek kadar ürün topluyordu, meydanda yığılan malzemelerden herkes ihtiyacı kadar alıyordu.
Sizin Habil ile Kabil örneği üzerinden bir özel mülkiyet tanımınız var.
Evet. Kur’an-ı Kerim’de anlatılan -Ali Şeriati’nin de aynı şekilde yorumladığı gibi- Habil ile Kabil özel mülkiyetçiliğin ortaya çıkışını anlatıyor. Olay bir tarlada geçiyor. Kabil diyor ki: “Burası benim.” Tevrat’taki bilgilere göre Habil ona diyor ki: “Bu tarlaya el koyamazsın.” Fakat Kabil, tarlanın etrafına çit çeviriyor ve “Burası benim,” diyor. Tarlasında kardeşini öldürüyor. Buradan yola çıkarak olayın bir sahiplenme tartışması, bir özel mülkiyet davası olduğu anlıyoruz. Bizim geleneksel kültürde, “Âdem yasak elmayı niye yedi?”, “Kabil, Habil’i niye öldürdü?” diye ortalama bir dindara sorsanız, “Kız, kadın yüzünden,” derler. Yani kafa böyle işliyor. Hâlbuki ne Kur’an’da ne İncil’de ne de Tevrat’ta buna dair hiçbir ima bile yok. Habil kıssasında ifade edilen yeryüzüne çit çevirerek “Burası benim,” diyenler ile “Burası herkese aittir,” diyenlerin kavgasıdır. “Mülk Allah’ındır” ifadesi, ekonomik ve siyasi olmak üzere iki anlama gelir. Çünkü “melik” kelimesi hem siyasal iktidara sahip olan hem de mala sahip olan demektir. Yani parası olan ve emretme gücü olandır. Araplar melik diye krala derler. Bizim geleneğimizde Yunus Emre’nin ifadesiyle, “Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?” olarak ifade bulmuştur. Mal mülk peşinde koşmak, para ve iktidar peşinde koşmak demektir. Dolayısıyla paraya ve iktidara kavuşma, onu elde etme peşinde koşanlar ister istemez kendi fıtratlarına yabancılaşıyorlar. Mal mülk meselesini İslam tarihinde teorik solarak ilk ortaya koyan İbn Haldun’dur. Ona göre tarih, yerleşik ve göçebe olanların birbirleriyle mücadelesinden ibarettir ve yerleşik olanlar üretim araçlarına sahip olanlardır, bedeviler de kol gücüyle gelişen henüz herhangi bir şeyi olmayan, bir yer çevirmeyen emektarlardır. Bu, daha sonra Marx Engels’in Komünist Manifesto’sunda, “Tarih, proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşından ibarettir” şeklinde yer almıştır Bunun ilk kaynağı İbni Haldun’dur. İbn Haldun’un da bu görüşünü aldığı yer Kur’an’dır. Bu Tevrat’ta da İncil’de de geçer. Dolayısıyla adaletsizliğin olduğu yerde eşitsizlik vardır. Zira her şeyin fazlası zarardır. Hatta günümüzün psikologlarına gidin, onlar da size aynı şeyleri söyleyecektir. Malın, yetkinin, öfkenin, korkaklığın, konuşmanın, susmanın ve hatta yemeğin, uyumanın bile fazlası kötüdür. Peki adalet nedir? Dengeyi sağlamaktır. Arapçada âdil, heybe demektir. Aynı zaman da âdil, bacanak demektir. Heybe, birbirine kendinden bir parçayla bitişik iki gözü bulunan bir tür torba; bacanak, bir evde evlenen iki kişiye denir. Hep bir ortada olma halidir. Teâdül, maçta berabere kalmak demektir. Muaddele, matematikte denklem kurmak demektir. Demek ki adalet bir denklem kurma çabasıdır. Her insan kendi hayatında bir denklem kurmalıdır. Toplumun sosyal, siyasi, iktisadi tüm birimlerinde denklem olmalıdır. Denklemi bozan her şey eşitsizliğe yol açar. O halde bu eşitsizliği giderip tekrar eşitliğin sağlandığı denklem haline de da adalet diyoruz.
Devletin adil olması, toplumdaki eşitsizlikleri gidermek ve bir tarafa meyletmemektir. Yani kendi dinini, kendi mezhebini, kendi hemşehrini, tarafını takım tutar gibi tutup partizanlık yapmamak demektir. İslam devleti dedeğin zaman, İslam dinini devletin güdümüne sokmuş oluyorsun. Devlet açıkça bir dini tutmuş oluyor. Oysa devletin dini sadece adalettir. Düşünsenize taraf tutuyorsun, yakınlarını kayırıyorsun, cebine indiriyorsun. Yetmiyor fazla maldan, iktidardan, yetkiden rahatsız olmuyorsun ve sonra da partinin ismini “adalet” koyuyorsun. Bakıyorsunuz, her parti tarafsız olma, kimseyi kayırmama, herkese eşit mesafede olma gibi aynı vaatlerle geliyor. Fakat ne gariptir ki insanlığın en çok aradığı kelime adalet olduğu halde en çok gerçekleştirmediği, içini boşalttığı, hayal kırıklıkları yaşattığı kelime de budur.
İslam’ın sosyalizm ile değil daha çok sosyalist değerlerle örtüştüğünü ifade ediyorsunuz. “Sana neyi vereceklerini sorarlar, de ki ihtiyaçtan fazla olanı ver” (Bakara/219), “Yoksulların, zenginlerin malı üzerinde hakkı vardır” (Mearic 25) ve buna benzer birçok sosyal içerikli ayetlere baktığımızda Kur’an’ın sosyal adalet vurgusunun sosyalist vicdanla örtüştüğünü söyleyebilir miyiz? Kuran’daki toplumcu ve dayanışmacı ekonomi, yoksulu, zayıfı, ezileni koruyan tavır ile sosyalist değerler arasında nasıl bir benzerlik var?
İlahi kelam sosyalist vicdanla veya sosyalist değerlerle örtüşür. Sosyalizmden ziyade sosyalist değerler, vicdan… Vicdan diye bir ayrımı niye yaptım? Şunun için, sosyalizm dediğin zaman tarihin belli bir zamanında belli bir kadronun elinde adalet, eşitlik idealinin uygulanması anlaşılıyor. Mesela Tito, Yugoslavya’da bir sosyalizm uyguluyor. Amacı siyasal, sosyal ve politik; özellikle de iktisadi ve ekonomik açıdan eşitliği sağlamak. Kamboçya’da, Pol Pot rejimi olarak adlandırılan 1978 ile 1980 yılları arasında üç yıllık bir sosyalizm akımı var. Eşitlik adına profesörleri tarlalara sürüyorlar, tüm camileri kapatıyorlar. Onlar da eşitlik diyor, adalet diyor. Bu da bir sosyalizm. Kamboç sosyalizmi, Pol Pot sosyalizmi, Mao sosyalizmi, Stalin sosyalizmi var. Dünyada ortaya çıkan çeşitli sosyalizm uygulamaları adalet ve eşitliği sağlamak için yapıldı. Bunlara “reel sosyalizm” veya “sosyalizm pratikleri” diyoruz. Ben bunların eleştirilmesi gerektiğini düşünüyorum çünkü sonuçta bu sosyalizm, adalet, eşitlik idealini devletle buluşturuyor ve bir iktidara dönüştürüyor. Bir proletarya diktatörlüğü kurup devlet ortadan kalkıncaya kadar böyle gidecek diyen bir pratik. Devlet kalmayacak, herkes eşit olacak gibi birtakım hayallerle iktidara geliyorlar ve bir pratik ortaya çıkarıyorlar ama bu pratiğin eleştirilmesi gerekiyor çünkü sonuçta bu pratikler de devletle buluştuğunda bir sosyalist diktatörlüğüne dönüşüyor. Eğer İslam’ı devletle buluşturursanız İslam diktatörlüğüne dönüşecektir. Zira neyi devletle buluşturursanız o diktatörlüğe dönüşür. Peki devleti adaletle buluşturursak ne olur? O zaman adalet diktatörlüğü olur. Buna razı olabiliriz çünkü adaletin diktatörlüğü olabilir, buna kimse itiraz etmez. Adaletin demir yumruğu gelmeli ve adaleti sağlamalıdır konusunda herkes hem fikir. İnsanların, kurumların, şu partinin, bu inananın, bu inanmayanın değil de saf adaletin diktatörlüğü olacaksa ben buna evet derim. O zaman sosyalist değerler veya sosyalist vicdan bence daha önemli. Adalet, eşitlik, özgürlük, paylaşım, toplumun gözetilmesi, fakir fukaranın, ezilenlerin kurtuluşu gibi idealler bence daha önemlidir. Ancak bunlar bir devlet çatısı altında buluştuğu zaman felakete yol açabiliyor ve onların her defasında yeniden eleştirilmesi gerekiyor ki doğruya ulaşılabilsin. Hatta ben tüm İncil’i sadece bundan ibaret anlıyorum. Bana göre Tevrat on emirden ibarettir, İncil de müjdeden ibarettir, Kuran-ı Kerim de tekrarlanan yediden ibarettir. Yani “seb’ul-mesani”, “Biz size tekrarlanan yedi indirdik.” Onu yedi cümle olarak ben yorumluyorum. Bunlardan -en çok tekrarlanandan en az tekrarlanana doğru- birincisi, “lehü’l mülk” ifadesidir. Bu bir aidiyet ifade ediyor. Yerle gök arasındaki her şeyin sahibinin Allah olduğunu ifade ediyor. Bu önemlidir. İsa’nın kendi döneminin yoksullarına bir sözü var: “Ben size Tanrı’nın krallığını kuracağımın müjdesini vermeye geldim.” Müjde dediği nedir? Bir sosyalist özlemdir, sosyalist vicdandır burada konuşan. Böyle söylüyoruz fakat ne yazık ki parayla buluştuğu an o yoksulların her biri birer krala dönüşüyor. En büyük zalimler en büyük zulüm görenlerden çıktığı gibi en büyük despotlar ve tiranlar da en yoksul, en ezilenden çıkabiliyor. Tarihte bunun dengesi kurulabilmiş değil, o nedenle çağımızda ortaya çıkan sosyalist pratikleri eleştirmeliyiz. Ben İslam’la sosyalist vicdan ve sosyalist özlemler arasında çok fark görmüyorum. Bir yedinci yüzyılda öbürü yirminci yüzyılda ortaya çıkmış, yani arada nereden baksan on dört koca yüzyıl var. Bu ne demektir? İslamiyet ortaya çıktığından bu yana dünya on dört kez dolmuş boşalmış demektir. İnsanlar, toplumlar, diller ve kavramlar değişmiş ama onun özündeki ruh hep aynı kalmış. O açıdan diyorum ki Müslümanlar olarak çağımızda kapitalizmi esastan, sosyalizmi de usulden eleştirmeliyiz. Yani kapitalizmin ruhuna karşı çıkmalıyız fakat sosyalizmin esasına, ruhuna karışmamıza gerek yoktur. Peygamberlerden sonra Emevilik, Abbasilik, Osmanlı gibi krallıklar tarihteki asıl devrimci misyonlarını kaybettiği için Marx ortaya çıkmıştır. Müslümanlar dünyada konuşmadığı için sosyalizm, peygamberlerin özlemlerini dile getirmiştir. Yeryüzünde ezilenlerin kurtuluşu, adalet, eşitlik, özgürlük demişlerdir. Adalet ve eşitlik arayışı boşluk kabul etmez, sen çekilirsen başka biri gelir. Çağımızda özellikle son yüzyılda sosyalizm ve kapitalizm diye iki büyük ölümlerle sonuçlanan çatışmalar oldu. “Bunlar beşerî sistemlerdir. İşte biri sağcılık biri solculuk. İslamiyet sosyalizm de değildir, kapitalizm de değildir; sağcı da değildir, solcu da değildir” diyerek bir yere varamayız. Bunun sonu nedir? Bunun yaklaşım yakın Türkiye tarihinde görüldüğü gibi abdestli kapitalizm ile sonuçlandı. Biz duvarlara “Ne sağdayız ne solda, hak yoldayız hak yolda,” diye yazı yazar, “Ne kapitalistiz ne de sosyalistiz,” derdik. Ben lise yıllarımı böyle geçirdim. O günlerde çağa katılmayı reddediyoruz, uzaklarda bir yerlerden konuşuyoruz. Aslında bu lafları söyleyenlerin bir iki soruyla nasıl bir kapitalist olduğu ortaya çıktı. Dolayısıyla ben artık bu yaklaşımların yanlış olduğunu düşünüyorum. Eğer Müslümanlık dünyaya tekrar dönecekse kapitalizmi esastan, sosyalizmi usulden eleştirmelidir ve sosyalist dünyanın bıraktığı yerden devam etmelidir, onlarla birlikte olmalıdır çünkü onlar bizim özlemlerimizi ifade ediyor. Bu hakkı teslim etmemiz gerekiyor.
Montesquieu der ki: “Bir ülkenin kanunları, o ülkenin manevi iklimiyle doğru orantılı olmalıdır.” Medine Sözleşmesi üzerinden düşünecek olursak tam demokratikleşmiş cumhuriyetin bu sözleşme esaslarıyla örtüştüğü kanaatindesiniz. Farklı dinden, kimlikten, inançtan her bireyin daha adil ve özgürlükçü yaşayabilmesi adına yasa koyucuların, iktidar sahiplerinin ve ilahiyatçıların sorumlulukları nelerdir? Karneleri nasıldır?
İslamiyet’ten kapitalizm çıkmaz, hele hele abdestli kapitalizm hiç çıkmaz. Artık sade kapitalizm demek yetmiyor bir de abdestli kapitalizmden bahsetmek lazım. Ali Şeriati’den mülhemle, bunlar kapitalizmin esasına hiç dokunmuyor ama ona abdest aldırıyorlar. Son yirmi yıllık dönem, kapitalizme abdest aldırılan dönemdir. Kadınların göğüs dekoltesine, etek boyuna göre konser iptal ediyorlar. Tarikatçıların dediklerini yapıyorlar, hurafelerle, rüyalarla devleti yönetmeye kalkıyorlar. Bir yazımda, “Öyle bir zaman gelecek ki devlet rüyalarla ve kerametlerle yönetilmeye kalkılacak.” diye ifade etmiştim. AK-Parti’nin ilk yıllarında bizim gibi yenilikçi, reform yanlısı düşünenlerin gelişip boy atacağını düşünmüştüm. Dinde değil fakat dini anlayışlarda reform umuduyla yola çıkmıştık. Çünkü dinde reform yapmaya biz yetkili değiliz, bu bizim haddimiz değil zira din Allah’ın dinidir. Ben, AK Parti iktidarında bizim düşüncemizde olanların daha da gelişeceğini, tarikatçıların, hurafecilerin giderek zayıflayacağını düşünüyordum ama tam tersi oldu, bizim gibiler yalnız kaldı, bu lafları söyleyen herkes yalnız bırakıldı ve dışlandı. Tarikatçılar ise her yeri sardılar ve maalesef Türkiye bir tarikat devletine dönüşmeye başladı. Niye? Sayıca kalabalıklar diye. Siyasetçi hakikate bakmaz, kalabalığa bakar. Oy nereden geliyorsa onlara değer verir.
Tarihsel açıdan iki kanattan gelişen bir İslam’dan bahsedebiliriz. Bunlardan birincisi, saray İslam’ı, ikincisi ise halk İslam’ıdır. Arap, Türk İslam’ı falan olmaz. Emeviler, Abbasiler, Fatımiler, Büveyhîler saray İslam’ının temsilcileridir. Onlar da Şii’dir, çoğu İranlı. Osmanlı da saray İslam’ını benimsemiştir. Dolayısıyla halk İslam’ı sarayın dışında kalan İslam demektir. Kendisini ifade etmek için çeşitli yollar arar. Halk İslam’ı antikapitalisttir, saraya tepki olarak doğmuştur. Nasreddin Hoca fıkraları halk İslam’ının bir ifadesidir. “Ye kürküm, ye” demiş mesela. Ben en büyük kapitalizm eleştirilerini buralarda görüyorum. Anadolu’da dedeler ve babalar memleketin en paylaşımcı, diğerkam ve fedakâr insanlarıydılar. Fakir fukarayı doyururlar. İnsanlara ekmek, aş dağıtırlar. Evlenemeyenleri evlendirirler. Halk İslam’ının içinde yer alan türbe ziyareti, çaput bağlama gibi tüm hurafe unsurlarının bence açıklanabilir bir tarafı var. Çünkü onlar dirilerden göremediğini gidiyor ölülerden istiyor. Yapılan araştırmalara göre halk türbelere üç şey bırakıyor. Bunlar; cüzdan, anahtar ve saç telidir. Cüzdan, para; anahtar, ev; saç teli ise eş istemek içindir. Bunları dirilerde bulamadıkları için oralara gidiyorlar. Yıllardır her yıl Ramazan ayının girişinde bir çağrıda bulunuyorum: “Ey Aleviler ve Sünniler, ey türbelere koşanlar, adamları rahat bırakın. Onlardan size bir şey yok. Sizin aradığınız yer başka, oraya gidin,” diyorum. “Ankara’da bir saray var. Gideceksiniz o cüzdanları, o anahtarları, o saçları Ankara’daki sarayın tel örgüsünün dibine bırakacaksınız,” diyorum. Düşünsenize Türkiye’deki tüm Alevi ve Sünnilerin bir Ramazan’ın ilk haftası içerisinde akın akın Ankara’ya gittiğini. Bunu yapan çıktı mı peki? Ben her yıl çağrıda bulunuyorum ama daha bir kişinin bunu yaptığını görmedim. Ama yapıldığını bir düşün.
Şimdi iktidarın karnesini sordun. İşte iktidarın karnesi budur. Bana bu iktidar çok şey öğretti. Şu an, insanların problemi saf kötülük değil. Saf kötülük olsaydı kolaydı çünkü rengi bellidir, simsiyahtır. Bugün dünyanın sorunu iyilik kılığına bürünmüş kötülüktür. Yani Kur’an’ın “münafıklık” dediği şey. Saflar belli olsa, siyah beyaz olsa çok kolay. Ama kimse kendisini kötü görmüyor. Dün söylediğini bugün inkâr ediyor, akşam yediğini sabah unutuyor. Ona öyle söylüyor, buna böyle söylüyor. Beraber iş yaptığını daha sonra inkâr ediyor. Yaptığı kötülüklerin hepsine bir kılıf uyduruyor. Bütün kötülükleri iyilik için yapıyor. İnsanları iyilik için bölüyor, parçalıyor, öldürüyor. Artık bunun bir gidecek yeri de kalmadı. Ve insanlar artık kendi kendilerini de savunamaz hale geldiler. Dolayısıyla bu yol artık çıkmaz sokak. Ve tüm ümitleri tükettiler, bitirdiler. Eğer hâlâ adaletten umudunu kesmemiş, ben Müslüman’ım diye ısrar eden birileri varsa şunu bilmeliler: Açgözlü ve dünya malında gözü olan birisi Müslümanlara liderlik yapamaz. Ben böyle birisine lider gözüyle bakamam, ben böyle birisine oy veremem. Çünkü daha bir liderde olması gereken birinci şart yerine getirilmemiş. Nedir o şart? Açgözlü olmayacak, dünya malında gözü olmayacak. Bu kadar basit. Bütün sufiler bunu söylemiyor mu? “Bir lokma, bir hırka” demiyor mu? Bugün “Bir lokma, bir hırka” diyenlere bakın. Onu da biz yapıyoruz. Şu anda ben bir lokma bir hırka yaşıyorum. Yirmi yıllık iktidar süresince benim bütün arkadaşlarım bakan yardımcısı olmuş, bilmem ne olmuş, altı ay içerisinde üç yüz tane evi olan biliyorum. Bu tarikatçıların, şeyhlerin çoğu saraylarda oturuyor. Maldan mülkten yanlarından geçilmiyor. Halbuki peygamber Medine'de topraktan bir evde yaşadı ve öldü. Şimdi bize Peygamber’e salavat getirmiyorsun diye salavat terörü estiriyorlar. Dindarlık taslıyorlar. Bizi hizaya çekiyorlar kendilerince. Hâlbuki Peygamber’e saygı gösteren o değil, benim. Peygamber’in yaşadığı gibi yaşayan biziz. Dolayısıyla bu dervişlik işi de bize kaldı. Bugün doymamışlık aynı haset gibi, ateşin odunu yediği gibi her şeyi yedi bitirdi. Hiçbir şey bırakmadı. Hala bir ümidi olan, özellikle AK-Parti’den ümidini kesen, kendilerine tırnak içinde ‘İslamcılar’ diyenler varsa; emek, adalet, eşitlik adına yaşanılan tecrübeleri, onlardan nasıl bir sonuç çıkarmaları gerektiğini, eşit, adil ve özgür bir ülkede nasıl birlikte yaşarız diye gidip solcularla, Kürtlerle, Alevilerle, yıllardır Kemalist diye aşağıladıklarıyla konuşmaları gerekir. “Cumhuriyeti daha ileri noktalara nasıl getirebiliriz?”, “Demokratik cumhuriyet nasıl tesis edilebilir?”, “Bu devleti nasıl adalet devleti haline getirilebiliriz?” diye onlarla konuşmaları gerekir. AK-Parti'nin peşini bırakmaları gerekir. Oradan içeri dahi girmemeleri, siyasi tüm yapılanmaları kendi kaderleriyle baş başa bırakmaları gerekir. Ben orada sağduyu ile düşünebilen bir akıl ve vicdanın kalmadığı kanaatindeyim. Söz bitti. Şu anda iktidarın peşinde yüzde otuzluk bir kitle var, geri kalan yüzde yetmiş onunla değil. O zaman biz o yüzde yetmişe seslenmeliyiz. O yüzde otuz da duyarsa duysun, ben onlara özel olarak seslenmeyi artık bıraktım. Ben onlara seslenmiyorum. Onları Allah'a havale ediyorum. Onlar için geçerli olan süreç şu anda helak sürecidir. Çünkü uyarılara kulak asmayanların sonunun ne olduğunu Kur’an’dan okuyabilirsiniz. İlla başına taş yağacak değildir. Helakin türleri vardır, farkına bile varmazlar. Rezil olmak, sokağa çıkamaz hale gelmek, kendi vicdanını susturmak da bir helaktir. Çalmayı, çırpmayı bir ahlaka dönüştürmek de bir helaktir. Ben Türkiye'nin geleceğini sağduyu sahibi olan her kesimin vicdanlı bireylerinin birleşmesinde görüyorum. Onlardan ümitliyim.
Medine Sözleşmesi’ne gelince, Adalet Devleti kitabının sonunda Medine Sözleşmesi’nin metni var. Medine Sözleşmesi ile ilgili konuşmayı da oraya koymuştum. Benim özel olarak çalıştığım da bir konu. Medine Sözleşmesi’ni ben çağımızda “demokratik cumhuriyet” diye ifade edilen özlemlerle aynı görüyorum. Peygamber Medine'de farklı grupları bir araya getirip bir kabile konfederasyonu gibi bir şey oluşturup onların barış içinde bir arada yaşamasını istedi. Ve bu o ana kadar da pek üzerine düşünülmüş bir şey değildi. Bu, çok ilerici ve devrimci bir toplum projesiydi. Peygamber Medine'ye geldiğinde bir devlet kurmadı. Bir toplum kurmaya çalıştı. Ve o da yarım kaldı. Kabileleri bir araya getirip onları adalet bayrağı altında toplayıp bir toplum sözleşmesi imzaladı. Bu sözleşme bütün tarihi kaynaklarda geçer. Ve o sözleşmede en çok geçen beş kelimeden birisi adalet, ikincisi maruf yani ortak iyi, üçüncüsü sulh/barış, dördüncüsü savunma, beşincisi ise herkesin kendi dinini yaşama serbestliğidir. Bugün bu beşi bile dünyayı kurtarmaya yeter. Bu beşini Türkiye'de bir siyasi hareket esas alsa, laf değil icraatını yapsa Türkiye kurtulur. Dünya esas alsa dünya kurtulur. Medine Sözleşmesi bu demektir. Ve bu açıdan çağımıza ve bize hâlâ ilham vermektedir.
Dinler, başlangıçta mevcut düzene bir başkaldırı olarak ortaya çıkarlar ancak tarihi süreçte genellikle kurulu düzen tarafından sistemin hegemonya aracı haline gelirler. Bu anlamda dinin ezilenlerin ve yoksulların başkaldırısına karşı bir “halkın afyonu” işlevi gördüğünü söyleyebilir miyiz?
Marx’ın bu ifadesi bence din hakkında yapılmış en çarpıcı ifadelerden bir tanesidir. Ben hiçbir kelamcıda böyle bir din tanımı görmedim. Karl Marx'ın üç ciltten oluşan siyaset-ekonomi eleştirisi olarak kaleme aldığı Das Kapital eserinde din hakkında söylediği bazı şeyler var. Ama esas Hegel’in Hukuk Felsefesi Eleştirisi’nde geçen beş cümle ile dinin var olan durumlara bir protesto, kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz koşullar için ruh, ezilenlerin çığlığı ve halkın afyonu olduğunu ifade ediyor. Ona göre din bir kalptir, protestodur, çığlıktır, ruhtur ve afyondur. Bunların dördü olumlu, beşincisi olumsuz gibi gözüküyor. Ama beşincisinde de aslında olumlu bir şeyi kastediyor. Onun afyon dediği bilinçli olarak insanları uyuşturan bir şey değildir. Bu cümlenin beşi de olumludur. Buradaki afyon ağrı kesici anlamında kullanılıyor. Afyon, ağrı kesici demektir. Yani baş edemediği dünyanın sert ve acımasız koşulları karşısında din insana ağrı kesici etkisi yaparak ayağa kaldırıp hayata devam etmesini sağlar. Afyon kelimesini olumsuz anlamında ele aldığımızda ise Marx’ın ifadesi yine doğru olur çünkü ilk dördünü yapmazsan din yine afyon olur. İlk dördü vicdan olan dindir, halkların vicdanında ortaya çıkan din eğer protesto olmazsa, ruh, kalp ve ezilenin çığlığı olmazsa halkın afyonu olur yani uyuşturur, uyutur. Ölüler dini olur. Dolayısıyla bu, tarihsel olarak da doğru bir tespittir. Tarihe baktığımızda ilk dördünün olmadığı yerlerde dinin afyona dönüştüğünü görüyoruz. Ali Şeriati de buna “dine karşı din” demiştir. Yani bir saray İslam’ı var, imparatorluk dinleri var. Emevi, Abbasi, Osmanlı, Selçuklu; Şii’si, Sünni’si, Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı fark etmiyor. Bunlar saray İslam’ıdır. Şu an mevcut Müslüman kültürün yüzde sekseni bu saray etrafında oluşmuş kültürdür. Fıkıh kitapları, kelam kitapları, nasihat’ül-mülk kitapları sultana hitaben yazılmıştır. Farabi bile Medinetü'l Fazıla’yı sultana hitaben yazmıştır. Bundan dolayı sultandan dört bin dinar almıştır. Dolayısıyla İslam dünyasının mevcut müktesebatı zaten saray etrafında oluşmuştur. Bir de sarayın dışında akıp giden bir İslam var, onların da ya kitapları yakılmış ya silahlı bir şekilde bastırılmış ya da zındık ilan edilerek dışlanmışlardır. Ben sarayın dışından gelen İslam'ı anlatmak için iki kitap serisi yazdım. Birincisi İslam'ın Yenilikçileri kitabıdır. Bu eser, fikri olarak saray karşısında yer alanları anlatır. İkincisi ise Öteki İslam Tarihi kitabıdır. Onun da üçüncü cildi çıktı, iki ve bir diye geriye doğru gidiyorum. Onlar da çıkacak yakında. Hazırlık aşamasında olduğum bu eserde de daha çok sosyal ve silahlı ayaklanmalarda bulunan, saraya karşı bastırılan, öldürülen, katledilen, derisi yüzülen Karmatîler, İsmaililer, Babailer ve hatta Hasan Sabbah'a kadar olan hareketleri ele alıyorum. Biz bu hareketlere başka gözle bakıyoruz. Bunları halk İslam'ının öncüleri olarak görüyoruz. Örneğin, Hasan Sabbah için anlatılanların hepsi hurafe, hiçbirinin aslı yok. Oğlu içki içtiği için onu cezalandırıyor. Otuz yıl bir kaleden çıkmıyor ve kendince bir hayali var. Medine'de peygamberin yaptığı gibi, ezen ve ezilenin olmadığı, her şeyin hakça bölüşüldüğü bir toplum hayaliyle hareket ediyorlar. Ama saray İslam'ı bunları hep dışladı, bize kötü gösterdiler. Dolayısıyla bunlar, Marx’ın tanımında ifadesini bulan, halkın içinden çıkan İslam oluyor. İmparatorların, sarayların kullandığı İslam ise tarihte afyon olarak karşımıza çıkıyor. Bence “Din afyondur” sözü Diyanet kurumu için de geçerlidir. Çünkü Diyanet’in görevi halkı dinle afyonlamaktır. İnsanların dini mükellefiyetlerinin ne olduğunu hatırlatmak ve dini aydınlanmaya katkı sağlamak değildir. Eğer İslamiyet’i Diyanet’ten öğrenirseniz uyuşursunuz. Sizi uyuşturur, yani devlete itaat eder hale getirir. Zira Diyanet kurumu hangi iktidar varsa o iktidara hizmet eder. Ben bazen Diyanet kapatılmalı diyorum, CHP'liler, Atatürkçüler ve hatta solcuların birçoğu bana karşı çıkıyor. “Diyanet’ten ne istiyorsun, niye kapatılsın ki Diyanet?” diyorlar. Yani onlar şöyle istiyorlar; şu anki Diyanet İşleri Başkanı gitsin, yerine iki lafından birisi Atatürk olan bir Diyanet İşleri Başkanı gelsin. Kafa aynı kafa. Bu kafadan kurtuluş falan olmaz. Devletin baştan aşağı yeniden reorganizasyon edilmesi gerekiyor. Adalet merkezli bir siyaset anlayışı ile tarafsız bir şekilde her şeyin yeniden kurgulanması gerekiyor. Bu kurumlardan bazılarının yeniden yapılandırılması, bazılarının tamamen kaldırılması, bazılarının da hiç dokunmadan sürdürülmesi gerekiyor. Ben tamamen yıkalım demiyorum. Bu gerçek anlamda bir değişim değildir. Gerçek değişim, her iktidarın kendi hatalarına karşı fiili bir tövbe ile yeniden yapılanmasıdır. Ancak bu şekilde belki bir umut ışığı olabilir.
Sol denilince ne anlaşılmalıdır? E(k)mek ve bölüşüm mü? Sağ ve sol kavramlarını sadece siyasi eğilimler olarak değil de felsefi, epistemolojik ve teolojik bir tutum, bir dünya görüşü ve bir bakış açısının ifadesi olarak kullanabilir miyiz? Söylemlerinizin sol-sosyalist-komünist çizgide de itibar görmesini neye bağlıyorsunuz?
2019'da iki kez İslam ve Sol Çalıştayı yaptık. Solcu ve İslamcı olduğunu söyleyen kişileri bir araya getirerek onların tanış olmalarını ve tartışmalarını istedik. Çalıştayda “İslam ve Sol” ismi üzerinde özellikle ısrar ettik. Lanetli ve bir araya gelmez bu iki kavramda ısrar etmemizin sebebi şeytanın bacağını kırmaktı. Bugün hala solcu birisi, ben İslam olan yere gelmem diyor. İslam’da sol ne demektir? İslam'ın olduğu yerde sol olur mu? Çünkü onlara göre sol yüce değerler, İslam ise IŞİD olarak görülüyor. Yani onların kafasındaki İslam, Taliban veya IŞİD demek. Dolayısıyla bu iki kelime bir araya gelemez diye düşünüyorlar. Diğerleri de İslam'ın olduğu yerde solun işinin olamayacağını, sol demenin din düşmanlığı/ateistlik demek olduğunu, sol demenin Müslümanları aşağı görmek demek olduğunu düşünüyor. Ve zihinler bu hususta karmakarışık hale gelmiş. Ben bunun bir proje olduğunu düşünüyorum. Yani İslam ve solu ayırmak bir CIA projesidir, yani bir Amerikan, bir soğuk savaş projesidir. Neden? Amerika’nın bulunduğu yerden dünyaya bakın, ne görüyorsunuz? Kuzey Yarım Küre ve Güney Yarım Küre görüyorsunuz. Kuzey Yarım Küre’de ne var? Sovyetler Birliği, Doğu Avrupa’dan Çin’e kadar sosyalist bir dünya var. Güney Yarım Küre’de ne görüyorsunuz? Müslüman dünya. Amaç, bu iki tarafı birbirine düşman etmek. Yani böl, parçala, yönet mantığı. Birini komünist solcular olarak bölüyor, öbürünü gerici yobazlar olarak bölüyor. Buralarda yıllarca düşmanlık tohumları ekilmiş, bunu Türkiye’de de yapmışlar. Bizim içinden geldiğimiz İslamcı kuşaklara antikomünist yetiştirme projeleri uygulanmış. Mesela ben lise birinci sınıfa gidiyordum. Kırşehir’de babam memurdu. O zaman Milli Türk Talebe Birliği Akıncılar Derneği vardı, orada dinlediğim ilk konuşma komünizmin zararları hakkındaydı. Bir adam çıktı ve dedi ki: “Ne duruyorsunuz, bu kış komünizm geliyor.” Ne olacak peki gelince? Daha dün gibi hatırlıyorum, “Üç şey olacak,” dedi. “Birincisi, camiler kapatılacak ve ahır yapılacak, ezanlar susturulacak; ikincisi, bayrak indirilecek ve Türkiye diye bir şey olmayacak, Türkiye Moskova’dan yönetilecek; üçüncüsü, anneniz/bacınız diye bir şey olmayacak, hepsi orta malı olacak ve aile diye bir şey kalmayacak.” Anadolu’daki yetişmiş gençlere yıllarca köy köy, kasaba kasaba gezerek bunları anlattılar. Benim de ilk duyduğum konuşma buydu. Bu durumda o günkü ortalama ve Müslüman Türk veya Kürt aileden yetişen bir genç bu lafları duyunca hemen kendini dışarı atar ve “Nerede lan bu komünistler?” diyerek derneklerini basar ve öldürür. İşte 12 Eylül’den önceki kavganın sebebi budur. Şimdi biz bu ikisini yan yana getirdik ve “İslam ve Sol Çalıştayı” dedik. Ben, bu ikisi lanetli kavramlar gibi göründükleri için bilerek yan yana durmalarında ısrar ettim. Biz Türkiye’de bunu gösterdik. 2012’den bu yana 1 Mayıs yürüyüşlerine katılıyoruz. Kur’an’dan ayetler okuyarak, pankartlara “Allah, ekmek, özgürlük” yazarak emekçilere destek veriyoruz. İnsanlar bizi bağırlarına basarak karşılıyorlar. “Yeter ki siz böyle olun, böyle Müslümanlığa can kurban” diyorlar. “Müslümanlık buysa ben zaten dünden Müslüman’ım” diyorlar. Biz Müslümanlara solcu olun demiyoruz, solculara da Müslüman olun demiyoruz. Ama niye böyle başkasının oyununa geliyorsunuz? Yan yana gelip birbirinizi tanıyın, düşmanlık göstereceksiniz bile birbirinizi tanıdıktan sonra düşmanlık gösterin. Başkasının oyununa gelmeyin. Kaldı ki düşmanlık göstermeye gerek yok. Türkiye'de hâlâ kendilerine sol deyince birileri, sağ deyince başka birileri anlaşılıyor. Bu benim yaptığım bir tanım değil, benim koyduğum bir kelime değil. Ama bunların toplumda bir karşılığı var. Çünkü sağ ve sol nereden baksan iki yüz yıllık bir siyasi politik bölünmeyi ifade ediyor. 1789 Fransız Devrimi’nden sonra iktidar ve muhalefet akımları oluşmuş ve muhalefette sağ tarafta oturanlar hükümeti, krallığı, eski düzeni, toplumsal değerleri savunuyor; solda oturanlar ise değişim, yenilik, adalet, eşitlik istiyor. Bu eğilimler tüm dünyada var. Toplumun tarihten beri gelen geleneklerini, örflerini, adetlerini -din de bunun içinde- savunan, bunları istismar edenlere sağcı deniyor. Toplumun yoksulluk, fukaralık, açlık, eşitsizlik, adaletsizlik, özgürlük, baskı gibi noktalarda özlemlerini ifade eden söylemlere de sol söylemler deniyor. Eğer istismar edecekse onlar da bunu istismar etmiş oluyor. Şimdi her iki tarafında istismarcısı var mı? Var tabii. Bu hususta ben şunu söyleyeyim: 1980’de Mamak Cezaevi’ne girdim. O zaman bize “Akıncılar” deniyordu, bir spor kampında yakalanmıştık. Ankara Mamak Cezaevi’ne götürmüşlerdi. 12 Eylül'den 15 gün önceydi. Eylül 1980 yılında kapıdan girerken başçavuş bize, “Sağcı mısınız, solcu musunuz?” diye sordu. En önde ben duruyordum, benim arkamda da 18 kişi vardı hepsini sırayla arıyorlardı. Koğuşlar da sağcı ve solcu diye ayrılmış. Bizi sağcıysak sağcıların yerine, solcuysak solcuların yerine gönderecekler. Başçavuş bana sağcı mı, solcu mu olduğumu sordu tabi. Ben de “Sağcı da değiliz, solcu da değiliz, biz Müslüman’ız,” dedim. Başçavuş, “Ne demek lan Müslüman’ız, biz gavur muyuz?” dedi. Tekrar bana dönerek, “Şimdi memleketin zaten içine etmişler, birisi çıkmış vatan, millet, din, iman; öbürü de eşitlik, özgürlük, devrim falan diyor. Siz bu zıkkımlardan hangisini diyorsunuz?” dedi. Ben de “Ya başçavuşum, biz de ikisi de var,” dedim. Şöyle bir düşündüm, Allah, kitap, peygamber desen var. Çünkü onu diyoruz biz. Milliyetçilik kadar vatan millet tavrımız yok fakat ezilenlerin, fakir fukaranın yanında durma, eşitlik ve adalet taleplerimiz de var. E haliyle “Sağcıyım veya solcuyum,” diyesim gelmedi. “Benim Müslümanlık anlayışımda bu ikisi de var,” dedim. Şu anda hâlâ öyleyim. Herhangi bir tarafa yaslanmıyorum. Kavramlar ve ilkeler doğru ise kimin söylediğinin bir önemi yok benim için.
Şu an İhsan Eliaçık kendisini nerede tanımlıyor? Aynı zamanda solcu, sosyalist ya da komünist mi?
Zihniyet olarak bakarsanız, biz “Allah, kitap, din” diyoruz. Kur'an-ı Kerim tefsiri yazmışım. Müslümanlıktan vazgeçtiğimiz falan yok. Ama yirmi yıllık Ak Parti iktidarından sonra bu emek, alın teri ve işçi meselesine daha hassasiyetli yaklaşıyorum. Bunlar epey ihmal edilmiş konular. Tüm bu süreçlerden sonra Müslümanların din adı altında yaptıklarını görünce biraz daha sola yakınlaştım. Çünkü bir oyun oynanıyor ve bu oyunda dengeyi bozmak için bunu yapmamız gerekiyor. Yani balans ayarı yapıyoruz, ne tarafa çekilmişsen o taraftan bu tarafa gelmen gerekiyor ki denge sağlanmış olsun. Ancak bunu klasik bir solcu olmak için falan yapmıyoruz. Dengeyi sağlamamız gerekiyor. İnsanlar isimlere takılmamalıdırlar. İsimlerin bir anlamı yok. Çünkü sol ve sağ kelimesine binlerce anlam yükleniyor. Fakat ortak iyi üzerinde hareket eden her yapıdan alacağımız dersler mutlaka vardır. Sağ ve sol tartışmalarından benim asıl meramım güme gidiyor. Benim burada anlatmaya çalıştığım şey şu: İslamiyet “kölelere özgürlük” diye çıkmıştır ve en önemlisi de zayıfı, yoksulu, ezileni savunmuştur. Allah yoksulların, zenginlerin malı üzerinde hakkı olduğunu söylemektedir; ihtiyaçtan fazlasının verilmesini istemektedir. Yerlerde ve göklerde var olan şeyleri insanların yararlanması için yarattığını, bütün nimetlerin ve rızkın insanlar arasında eşitçe takdir edildiğini söylemektedir. Ben şimdi çıksam Avrupa'da bir yerde eşitlikten, adaletten bahsetsem bana sağcı veya solcu mu derler? Oysa ben sağ veya sola konumlanarak değil Kur'an'dan bazı ayetler okuyarak bazı ilkeleri hatırlatıyorum. Müfessirlerden bazılarına göre ilk inen sure Beled, bazılarına göre Âla Suresi, bazılarına göre ise Alak Suresi’dir. Beled Suresi, kölelere özgürlük çağrısı yapan bir suredir. Beled Suresi 13. ayet ezilenleri kurtuluşa erdirmek, yerde sürünen bir yoksulu ayağa kaldırmak, zor zamanda vermek ve kölelik boyunduruklarını kırmak diye başlar. İslamiyet’in böyle başladığını da söyleyebiliriz. “Oku,” diyerek değil “fekkü rakabe” yani “kölelere özgürlük” diyerek başlamıştır. Ve bu sure, ilk sure değilse bile ilk birinci yılda inen ilk surelerden bir tanesidir. Ve çok ilginçtir, Beled Suresi’nde iman etmek ve salih amel işlemek kavramı köleleri özgürlüğe kavuşturmak, yerde sürünen bir yoksulu ayağa kaldırmak veya zor zamanda vermek kavramından sonra gelmektedir. Yani iman etmenin ön şartı olarak bunların yerine getirilmesi istenmektedir. Bunlar olmadan iman olmaz anlamına gelmektedir. Ben Kur’an’ın bu ilkelerini hatırlatıyorum diye bana komünist diyorlar. Bu kafa sakat bir kafadır. Bu kafaya karşı mücadele etmeliyiz, bu kafayı değiştirmeliyiz. Yeryüzünde bir cennet hayali kuruyorsak Kur’an’ın bahsettiği bu emirleri yerine getirmeden Müslüman olduğumuzu iddia etmemeliyiz. Ben Kur’an’daki cennet hedeflerini de böyle anlıyorum. Cennet demek sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz, saldırısız ve savaşsız bir dünya demektir. Bunu kurduğunuz zaman Kur’an’ın yeryüzündeki amacı insan eliyle gerçekleşmiş olur. İsa’nın, Musa’nın, İbrahim’in hayali gerçekleşmiş olur. Yani yeryüzünde bir insanlık cenneti kurulmuş olur. Cenneti başka bir yerde aramaya gerek var mı?
Sizin Kur’an’da bu anlamda çok sevdiğiniz bir kıssa, reformist bir kahraman, devrimci bir nebi örneğiniz var mı?
Yani bütün peygamberler öyledir. Ama ben peygamber zamanında yaşamış olsaydım, şu anki kafamla peygambere gelen sözlerin Allah’tan geldiğine inanmasam bile o sözleri tasdik ederdim. Peygamberin peygamber olduğuna inanmasam bile onunla birlikte olurdum. Derdim ki: “Sen kendin peygamber olduğuna inanmaya devam et ama bu sözler doğru.” Ateistlerin çoğuna böyle konuşurum. Ben böyle düşünmüyorum ama onlara böyle söylüyorum. Onlara, “Sözün içeriğine bak, nereden geldiğine değil. O bunun Allah’tan geldiğine inanıyor. Sen de onun vicdanından geldiğine inan,” derim. “Ve bu kişinin kimin yanında durduğuna, kime kılıç çektiğine ve karşısına kimi aldığına bak. Neden peygamberin etrafında zayıflar toplanıyor? Niçin Müslüman olan ilk kırk kişiden otuz beş tanesi genç ve kadın? Diğerlerinin hepsi toplumun zayıf kesimlerinden insanlar?
Kur’an’da dokuz tane tefeci bezirgândan bahsedilir. Kur'an'ın tabiriyle, “dokuzlu çete.” Niçin nüzul sırasına göre ilk yirmi üç sure boyunca yani altı yıl boyunca putların ismi hiç geçmiyor da bu yedi sekiz tane tefeci bezirgân, ismi verilmeden eleştiriliyor? Velid bin Muğire ile Ebu Cehil aynı kabileden. Velid bin Muğire en zengini. Müddesir Suresi’nde onu hedef alan ayetler var. Ben bunların hepsini Sosyal İslam kitabımda anlattım. Dolayısıyla böyle bir mücadelenin yanında ben olsaydım o kişinin teolojik iddialarına takılmazdım. Söylediği sözlere bakardım ve içinde bulunduğum toplumun o sözlere ihtiyacı olduğunu düşünürdüm. Neticede bölgede bir eşitsizlik, adam kayırma, zayıfların, güçsüzlerin ezilmesi, kız çocuklarının diri diri gömülmesi gibi çok ciddi toplumsal meseleler var. Allah Resulü’nün getirdiği sözler o zamanın devrimci çıkışlarıdır. Ve vicdanı olan her bir insanın gelen bu davetin yanında yer alması gerekir. Kur’an’da peygamberin getirdiği mesaja karşı çıkanlar toplumun kodamanları ve zenginleri yani gücü eline geçirince kendini oranın reisi, kralı olarak görenlerdir. Bazı peygamberler niye sadece Kur’an’ı Kerim’de, İncil’de, Tevrat’ta geçiyor da o dönemde hâkim olan Roma İmparatorluğu kayıtlarında veya Mısır’da Yusuf’la ilgili, Babil’de İbrahim’le ilgili kayıtlarda yer almıyor? Çünkü peygamberler Babil, Asur, Mısır, Roma zamanlarında krallıklara isyan etmiş teröristler olarak görülüyordu. Dolayısıyla Kur’an hepsine sahip çıktı ve onların hepsini başköşeye yerleştirdi. Ve onları Orta Doğu halklarının devrimci kahramanları olarak bize takdim etti. Bu anlamda bütün peygamber reformist bir kahraman, devrimci bir nebi örneğidir. Ben Avrupa'daki aydınlanma sürecini, yedinci yüzyıldaki İslamiyet’in ortaya çıktığı Hz. Muhammed’in başlattığı aydınlanmanın bir devamı ve daha sonra da onun çarpıtılmış bir hali olarak görüyorum. Bütün bu sosyalist devrimleri de Fransa’daki aydınlanmacılığın bir devamı olarak görüyorum. Elbette onlar da başka bir şekle dönüştürülmüş ve daha sonra da çarpıtılmışlar. Yani aydınlanmacılık, sosyalist devrimleri dediğimiz şey Musa’nın, İsa’nın, İbrahim’in Orta Doğu’daki çıkışlarından çok da farklı şeyler değiller. Onlar da kendi zamanlarının aydınlanmalarını yapıyorlardı. İlahi bir kelama dayanmıyorlar elbette ancak onlar da özü itibariyle sosyal adalet çağrısında bulunuyorlardı. Aşağıdakiler ile yukarıdakilerin eşit hale gelmesini istiyorlardı. Rızkın toplumun tüm bireylerine eşit şekilde dağıtılmasını istiyorlardı. Bu anlamda adalet arayışı peygamberlerin de kendi hayatlarında bizzat mücadelesini verdikleri insanlığın en doğal, en saf, en hakiki arayışıdır.
Ernest Bloch, "Dinin olduğu yerde umut, umudun olduğu yerde din vardır," diyor. Sizin için din umut mu? Bu anlamda, Türkiye’de yaşanan ya da 2,5 milyar Müslüman’ın yaşadığı din, kendileri ve insanlık için umut kaynağı mı? Değilse nasıl olmalı? Bu bağlamda İhsan Eliaçık’ın hayali nedir, yarınlara umutla bakıyor mu?
Şimdi şöyle söyleyeyim; geçmişte söylediğim şeyleri söyleyemiyor, geçmişte durduğum yerde tam da durmuyorum. Çünkü insan zamanla değişiyor. Fakat o geçmiş olmasaydı şu anki ben de olmazdı. Bu nedenle geçmiş bir nostaljidir. Bazen, geçmişte yaptığım şeylere şimdi gülerek “Vay be,” diyorum. Ama onları yapmasaydım şu anki ben de olmazdım. Çünkü insanlar eğer geçmişi iyi değerlendirir ve Kur’an’da geçen ibret alma ifadesinin hakkını verirlerse geçmişte yapılan yanlışlar bizi çok daha iyi bir yere getirir, çok daha iyi bir insan yapar. Zira insan yanlış yaparak doğruyu öğrenir. İnsan için en büyük kazanım, tecrübedir. Vahiy de bir tecrübeden ibarettir. İnsanlar deneyerek ve yanılarak doğruyu bulurlar. İlim de bunun üzerine ilerler. Doğruya tek bir hattan ulaşılmaz. Ne kadar çok tecrübe varsa o kadar çok doğruya yaklaşırız. Geçmişte yaptığımız hatalar üzerine ne kadar çok kafa yorar ne kadar çok öz eleştiri yaparsak doğruya da o kadar çok yaklaşırız. Çünkü hata yapmayan insan, yeni bir şey denemeyen yani risk almayan insandır. Hata yapmayan insan, olduğu gibi kalan insandır. Bir insanın on yıl hiç kimse ile temas kurmadan yaşadığını düşünün. Gezmiyor, okumuyor, sürekli boş bir duvara bakıyor. Bu adam gelişemez ki. Duvardan farkı kalmaz yani. Zamanla o da duvara dönüşür. İnsan, farklı kültürler ve farklı insanlar gördükçe hayatı deneyimler. Keşke benim ömrüm olsa da dünyanın her yerini gezsem. Dünyanın en cins düşünürleriyle, en farklı fikirleriyle karşılaşsam. Bu anlamda ben cesur ve hayal kuran insanları çok seviyorum. Hayatın bana öğrettiği bir şey de hayal kurmaktan vazgeçmemektir. Bütün güzel şeyler bir hayal ile başlar, Sonra başka birileri gelir o hayalin içinde dünyayı yeniden kurar. Gerçek devrimci aslında o hayali görebilen kişidir. Bu anlamda peygamberler insanlık için hayal kuran gerçek devrimcilerdir. Ben Necm Suresi’ni bu anlamda yorumluyorum. Orada, “Son sınıra kadar gitti ve ‘cennetü’l meva’yı gördü,” diyor. Bu, şu demektir: Zihnini son sınırlarına kadar zorladı, Mekke’nin üzerinde uzaktan baktı ve uzun uzun düşündü ve bir gerçekleşebilecek, vaat olunmuş cennet hayali kurdu. Orada sınırın, sınıfın, savaşın, sömürünün, köleliğin, efendiliğin olmadığı; adaletin gerçekleştiği, zulmün, baskının ortadan kalktığı, insanların siyah beyaz, kadın-erkek diye dışlanmadığı bir dünya hayal etti. Ve şehre inerek o hayali gerçekleştirmek için bir devrim başlattı. O hayal bugünkü dünya için hâlâ geçerlidir. Yani ben bu anlamda iyimserim. Bana göre cennete inanan herkesin iyimser olması gerekir.
83. Sayı (2022)