Söyleşi: Prof. Dr. Murat SÜLÜN
Söyleşen: Hatice İ. ERDEM – Ahmet POLAT
Prof. Dr. Murat Sülün ile Kur’an ile insanı buluşturma gayretinde olan Kur’an meallerinin seyri, tefsir ilminin mahiyeti ve usulüne dair söyleştik…
Kur’an üzerine derin düşünen, eserler ortaya koyan birisiniz. Kur’an’ın kelâm oluşu, onun başka dillere çevrilmesi açısından ne anlama geliyor? Konuşma dilini bir başka dile çevirirken nelere dikkat etmek gerekir?
Kur’an-ı Kerim söz konusu olduğu zaman çok dikkatli konuşmak lazım. Sözlerin sağa sola çekilme riski olduğu için. Bir kere, Kur’an-ı Kerim’de Allah kelâmı söz konusu. Fakat bu Allah kelâmı nasıl bir mahiyet arz ediyor? Biz bunu nasıl algılayabiliriz? Bu öyle basit bir konu değil. Gerçekten felsefesi ile, kelâmı ile çok derin bir konu. Ben bu konuda şahsen, Kur’an’a giriş niteliğinde olan kitapları tavsiye ederim. Mesela benim Kur’an Kılavuzu kitabım var. Bu tip kitaplar okuyucuya katkı sağlar. Elhamdulillah Müslümanız ve Kur’an’ın Allah kelâmı olduğuna iman ediyoruz. Zaten bu Müslümanlığın temelidir. Kur’an’ın Allah kelâmı oluş keyfiyetini nasıl belirliyoruz zihnimizde, buradaki görüşümüz nedir, o ayrı. Herkesin kendine göre bir görüşü olabilir. Kur’an Kılavuzu’nda bu meseleleri uzun uzun yazdım. Vahiy nedir, Allah kelâmı nedir, Allah kelâmının Hz. Peygamber ile buluşması ve Kur’an olarak ortaya çıkışı… Bunların hepsini orada anlatmaya çalıştım. Kabaca ifade edersek Kur’an Allah kelâmıdır, Rabbani bir dili vardır ama o Rabbani dil bize bir lisâni formla ulaştırılmıştır. Adeta bir ruh-ceset gibi. Nasıl bizim bir ruhumuz ve bedenimiz var… Kur’an’ın Rabbani ve ilahi ruhunun, kelâmullahın, insanla buluşması gerektiği için Allah bir peygamber seçiyor. Bu peygamber İbranî olduğunda, Hz. Musa gibi, kitap da İbranî dilinde oluyor. Peygamber Arap olduğunda kitap da Arabî oluyor, Arapça oluyor. Muhammed Hamidullah’tan ödünç alarak söyleyeyim;, Allah’ın kelâmı, nötr bir elektrik gibi, hangi renk ampüle gelirse onun rengini alıyor. Harf, lafız, ses, dil yok aslında Allah’ın kelâmında. Herkesin anlayabileceği öyle bir dil Allah’ın kelâmı… Allah’ın kelamını algılayabilmek Arap, Türk, İngiliz olmakla ilgili değil; önemli olan ulu’l-elbab olmak. Yani ön yargısız… Baktığına ibret nazarıyla bakan, anlamak/algılamak için bakan herkesin anlayacağı bir dildir Allah’ın kelâmı. İşte bu nötr olan elektrik, yeşil olan ampüle geldiği zaman yeşil yanar. Dilsiz olan vahiy de İbranî peygamberine geldiği zaman ne oluyor? Tevrat ortaya çıkıyor. Bu nötr dil, bir Arap peygamberine geldiği zaman, diyelim ki o da kırmızı olsun… Bu kırmızılık kelâmın kendisinde yok aslında, buluştuğu kişide var. İman Amel İlişkisi kitabımın girişinde dedim ki “Bu Kur’an-ı Kerim aslında bir kitap değil hitaptır.” O zamanlar bu söylemler daha yeni yeni dile getiriliyordu. 1990’ların sonundan bahsediyorum. İnsanlar buna çok şaşırdılar o dönem. Kur’an bir kitap ama nasıl bir kitap? Kur’an bir nutuk. Konuşma diliyle yazıya geçirilmiş bir hitap. Konuşmalar, bir yazı diliyle kitaba geçirilir bir de olduğu gibi kitaba geçirilir. Kur’an-ı Kerim’in kitaplaştırılmasında da Peygamber’imiz bütün Kur’an’ın ayetlerini sureler olarak dizayn etmiş, tertiplemiş. Mantığımıza şu anda biraz ters gelebilir bu. Bizim mantığımızda Kur’an bir kitaptır bütünüyle, Bakara bir suredir. Hâlbuki Kur’an’ın indiği dönemde Bakara bir kitaptır, Al-i İmran bir kitaptır. Kur’an bu “kitap”ların toplamıdır. Kitap, “yazılı belge” demek. Bir ayete, sureye kitap denilebiliyor. Kur’an’ın tamamı da yazılı, bir ayeti de yazılı, bir suresi de yazılı.
Kur’an şu anda elimizde yazılı hâlde bulunuyor ama o bir nutuk olduğu için nutukta bağlam vardır. Mesela şu an siz buradasınız ve burada bir bağlam var değil mi? Fakültede dersler bitmiş, bir Cuma namazından sonra, Türkiye’deyiz, yaz ayındayız… Bizi çevreleyen bir bağlam var. Kur’an ayetlerini çevreleyen bağlamlar ise âyetler yazıya geçirilirken kaydedilemiyor, ancak rivayetlerden tespit edebiliyoruz. Hadis ve siyer rivayetlerinden. Kur’an’ın kendisine bakarak akıl yürütme yoluyla bunları tam tespit edemiyoruz. Bağlamlar, şahıslar… Kur’an-ı Kerim müphemdir. Niye müphemdir? Bahsettiği şahıs ve yerlerle sınırlandırılmasın, herkese uysun diye. “Öyle insanlar var ki…” diye başlar mesela. Nüzul ortamında “öyle insanlar”ın kim olduğu belli, biliniyor. Ama şu anda okuduğumuz zaman bu ibare bize bir şey ifade etmiyor. Ancak rivayetle, siyer malzemesiyle ben onu tamamlayabiliyorum. Demek ki Kur’an’ın bir nutuk olarak inzal edilmesi, bir nutuk şeklinde yazıya geçirilmesi tam anlayamamamızla sonuçlanıyor. İşte burada büyük tefsir ilmi kendini gösteriyor, hadis ilmi ile birlikte. Kur’an’ın mealini yaparken nasıl yapacağız? Mümkün mertebe o ayeti çevreleyen şartları bize gösteren kitaplar okumamız lazım. Mesela Süleyman Ateş hocamızın Kur’an-ı Kerim’de Hz. Muhammed diye bir kitabı var. İzzet Derveze’nin yine aynı mealde bir kitabı var. Hz. Peygamber devri olaylarını, hangi ayetin hangi olaya tekabül ettiğini anlatan kitaplar... Böyle kitaplarla bu konudaki eksiği mümkün mertebe tamamlamamız lazım.
Belki bilirsiniz, İmam Matüridî’nin Tevilatü’l Kur’an’ını 17 cilt olarak neşrettik biz Bekir Topaloğlu başkanlığında, Allah rahmet eylesin. Ebu Hanife ve Matüridî Vakfı diye bir vakıf var, bu vakıf finanse etti ve sonra Türkçesini de Ensar Neşriyat ile Ümraniye Belediyesi yaptı. Matüridî, bizim mezhep imamımız malum; kitabın başında diyor ki: “Tefsir, Peygamber ve sahabîlere ait bir aktivitedir.” Çünkü ayetlerin inişini yaşıyorlar, görüyorlar. Kimden bahsediyor, ne zaman gelmiş hepsini biliyorlar. Yaptıkları şey tefsirdir. Tefsir kesinlik ifade eder. “Ayet böyle söylüyor,” demek, “Allah böyle söylüyor” demektir. Ne kadar ciddi bir iddiadır bu... Peki, ya Allah onu söylemiyorsa? O zaman Allah’a iftira atmış oluyorsun. Kur’an’da çok sayıda şöyle ayet var: “Kendi uydurduğu yalanı Allah’a isnat edenden daha zalim biri olabilir mi?” İşbu sebeple, herhangi bir Arap sırf Arapça biliyor diye tefsir yapamaz. Siyak-sibak bilmeden, muhatabı bilmeden, bağlamı bilmeden kendi kafasına göre tefsir yapan birinin Allah muhafaza, kâfir olma riski var. Ama tevil nedir? Daha netamesizdir. “Ben bu ayetlerden şunu anlıyorum,” demektir. Tevil yaptığını söylediği anda kâfir olma riski kalkıyor. Çünkü “Allahualem” diyor; Allah’ın neyi kastettiğini, Allah’ın kendisinin daha iyi bileceğini ifade ediyor. Bizim bütün tefsir niteliğindeki eserlerimiz bunu söyler. Matüridî de bunu söyler. En tehlikesiz, netamesiz mealler açıklamalı mealler oluyor. Sureyi okurken Peygamber devrinde hangi dönemdeyiz, Mekke’de miyiz? Ona göre okuyacağız çünkü. Mekke suresi okuyorsak Müslümanlar zayıf, gariban, hukuk yok, fıkıh yok, devlet yok, siyaset yok, edilgen, pasif… Birlik yok. Ayetlerin böyle bir ortamda indiğini bilerek okursak ona göre anlıyoruz. Sure hicretten sonra nazil olmuşsa, Medine suresi ise o zaman Müslümanlar güçlenmiş, devlet kuruluyor, savaşlar yapılıyor, hukuk belirleniyor, Yahudi ve münafıklarla belli ilişkiler var… Bunlara göre okuyorsun sureyi. Bunlar bizi bağlama yaklaştırıyor. Medine’de hangi dönemdeyiz? Mekke’nin fethine yakın mıyız? Bedir Savaşı’ndan öncede miyiz? Peygamber’in vefatına yakın mıyız, değil miyiz? Bunların hepsi mealleri okurken önem arz ediyor. Bir meal, bunları ne kadar Peygamber devri olguları olarak verebilirse o kadar başarılı bir meal olur. Bazı ayetlerde muhatap ifadeleri var: “Siz şöyle yapıyorsunuz, siz böyle insanlarsınız” gibi. Mesela kime söylüyor bunları? Siyer malzemesi ve hadis rivayetleri ile bunu tespit edip kimlerden bahsettiğini anlarız. Bir örnek vereyim size. Hadid Suresi’nin sondan bir önceki ayeti, “Ey iman edenler, Allah’tan sakının,” diyor. Bunu okuyunca aklına kim gelir? İman edenler kimdir? Bizizdir. İlk akla gelen budur. Hâlbuki Yahudilere diyor, Hristiyanlara diyor. Onlar Hz. İsa’ya, Hz. Musa’ya iman ediyor. “Muhammed’e de inanın ki Allah size iki kat pay versin.” Ayetleri, nüzul dönemi olgularıyla ve kişileriyle verenler çok başarılı oluyor.
“Tefsir ve Otoriteleri” kitabınızda dört eser üzerinden analizler yapıyor, Kur’an’ın nasıl doğru anlaşılacağı, tefsir işinin mahiyeti ve usulü hakkında önemli bakış açıları ortaya koyuyorsunuz. Teoriden pratiğe ideal bir tefsirde bulunması gereken özellikler nelerdir?
Tefsir ve Otoriteleri kitabımda, dört tane otorite var. Her biri adeta bir pusula gibi. Mâtürîdî, Zemahşerî, Râzî ve Bursevî. Birisi mesela dil bakımından otorite, Zemahşerî... Mâtürîdî’nin Zemahşerî’den iki-üç sene önce yazılmış çok güzel bir tefsiri var. Râzî apayrı bir şahsiyet… Osmanlı’da “otorite” denince, “imam” denince akla Râzî geliyor; o kadar büyük felsefeci, kelâmcı, müfessir. İsmail Hakkı Bursevî de mutasavvıf tarikat çevrelerinde yazıldığı günden beri okunur vaazlarda. Ben Erkam Yayınları için ondan da çok tercüme yaptım. Bu isimleri yan yana getirseniz birbirleri ile anlaşamazlar. Zemahşerî ile Bursevî’yi yan yana getirseniz birisi sufidir birisi mu‘tezilidir, illâ bir kavga çıkar. Mâtürîdî ile Râzî’yi yan yana getirseniz yine kavga çıkar. Ama ben bunların hepsini seviyorum. Bir âlimin bu konuda peygamberleri örnek alması lâzım. Peygamber, aslında kendinden önceki peygamberleri birçok noktada değiştirdiği hâlde, hükümlerini neshettiği hâlde onlara asla toz kondurmuyor, kötü bir şey söyletmiyor. Yahudilere, “Musa benim abimdir. Ben Musa’ya sizden daha yakınım,” diyor. Mesela ben Ebu Hanife’yi kendi yerinde severim, Buharî’yi kendi yerinde severim. Onların kavgaları kendi aralarındadır, kendilerine bırakırım. İlim alanında konuşan, yazan çizen bizlerin de buna çok dikkat etmesi lazım diye düşünüyorum.
Bakıyorum, Zemahşerî ile Mâtürîdî’nin kitabına tefsir adı verilmemiş, tevil denmiş. Bursevî de tefsir kelimesini kullanmıyor, Rûhu’l-Beyân diyor. Râzî’nin kitabının adında da tefsir geçmiyor, Mefâtîhu’l-Gayb demiş, gaybın anahtarları…
Zemahşerî’nin tefsiri dil alanında yapılmış en mükemmel tefsirdir diyebiliriz. Aralarda hâkim mezhebe aykırı olan şeyler var; ama olabilir; hâkim mezhep hakikatin komiseri değildir. Hiç kimse “Hakikat benim elimde,” diyemez. Hakikat, hakikattir. Yarısı onun elinde olur, yarısı diğerinin elinde olur. Bir mezhep hakikatin tamamını kendine ait göremez, gösteremez. Onun için biz, tüm bu âlimlerimizden yararlanmak gerektiği fikrindeyiz. Neredeyse, Kur’an’ı anlamak için yazılmış kitaplar kadar Zemahşerî’yi anlamak için kitaplar yazılmış. Düşünebiliyor musunuz? Zemahşerî’den yararlanan Beyzâvî var, Beyzâvî’nin dediklerini anlamak için de üç yüzden fazla kitap yazılmış. Kur’an-ı Kerim’in belagat harikası yönlerini, mucize yönlerini çok güzel bir şekilde ortaya koyduğu için insanlar kendini alamıyor Zemahşerî’den. Mu‘tezili olduğunu bile bile ondan yararlanmaya devam ediyorlar. Tabii onu anlamak için yazılmış kitaplar arasında reddiye yapanlar da var. Tahkim kitapları var, Zemahşerî’yi tenkit edenler var, “Sen burayı yanlış anlamışsın,” diye. Sonra başka bir âlim geliyor, bu ikisini karşılaştırıyor, o da diyor ki “Sen Zemahşerî’yi anlamamışsın.” İlim tarihinde bu tür şeyler var.
Bir ayet nasıl tefsir edilir? Öncelikle ayeti tefsir etmek lazım. Bu ne demek? Ayeti, kendi reel zemininde ortaya koymak lazım. Bu ayetin Kur’an’ın diğer ayetleri ile ilişkisi ne? Kur’an bütünlüğü diye bir şey vardır. Ben Kur’an bütünlüğünü elmasa benzetirim. Elmasta nasıl yüzlerce kesik vardır, yüzlerce yüz vardır. Sen elmasın yalnızca bir yüzüne bakarak elması göremezsin. Arapçada bir tabir vardır: tedebbür. Kur’an’ı okurken “tedebbür” üzere okumak gerekir. Yani elmasın bir de arkasını çevireceksin. Ayete bir de başka taraftan bakacaksın. Altını, üstünü, sağını, solunu inceleyerek bakacaksın. Dolayısıyla tefsir yaparken öncelikle, “Şu yaptığım tefsir, Kur’an bütünlüğüne uyuyor mu?” diye bakacaksın. Uygun değil ise tefsir diye başka şeyler yapıyorsun, kendi aklındakileri metne söyletiyorsun demektir. İkincisi, ayetlerin tarihsel bağlamı var demiştik. Ben bir benzetme yapmıştım: Ayetler balon değildir, ayetler ağaçtır. Her ağacın bir kökü var. Bu kökler, ayetlerin sebeb-i nüzulleridir. Nur Suresi’nde Hz. Aişe hakkındaki ayetleri, olayları bilerek okumak lazım. Olayları bilmezsen ayetleri tarihsel zemininden kopartırsın ve başka başka âlemlere gidersin.
Tabiî, burada da bazı problemler ortaya çıkıyor. “Kur’an bütünlüğünü koruyalım,” diyoruz fakat Kur’an bütünlüğü orada öylece duran bir şey değil. Bunu yine kendin oluşturuyorsun. Öteki mezhep de diyor “Kur’an bütünlüğü” diye. Ama o başka bir şey çıkartabiliyor. Kur’an bütünlüğü dediğimiz şey aslında içtihadî bir şey. Tevil yapmış oluyoruz yani. Kur’an’daki bütün ayetler karanlığa çakılmış şimşekler gibidir. Bu benzetmeyi Kur’an’ın kendisi yapıyor. 41 Temsil ile Kur’an Gerçeği diye bir kitap var, temsillerle Kur’an’ı anlattığım bir kitap bu. Mesela Mekke devrinde yaşanan bir olayı ifade etmek için bir “şimşek” çakmış: “Cehenneme kâfirden başkası girmez.” Medine devrinde karanlıklara ışık tutan ayete bakıyorum; diyor ki: “Miras ahkâmı böyledir, miras ahkâmını kabul etmezsen cehennemin dibini boylarsın.” Hani cehenneme sadece kâfir girecekti? İşte bu yüzden diyoruz ki hem bu ayetleri göreceksin hem de ayetlerin muhataplarını bileceksin. Mekke döneminde zaten kâfir ve müminden başka bir şey yoktu ama Medine’de Müslüman var, kâfir var, münafık var, marazlı Müslümanlar var, Yahudiler var… Bir sürü inanç sahibi var. Yani ayette bahsedilen, mirası kabul etmeyen kişi de Mekkî ayette geçen “kâfir”in bir açılımı. “Müslüman’ım,” diyor ama Allah’ın koyduğu bir hududu kabul etmiyorsa otomatik olarak o da kâfir olarak cehenneme girmiş oluyor.
Yalnız, hadis rivayetlerinde, ayetlerin manalarının yer yer manipüle edilmesi söz konusu. Ben kendi yazdığım makalelerde bunu görüyorum. Bir ayeti okuyorsun, ayetin kendi anlamı var. Tefsir ilminin kaideleri var, usulleri var, ilkeleri var… Bu usullere bakarak ayete mana veriyoruz. Ondan sonra rivayete bakıyoruz, rivayet başka âlemlerde. Rivayetin, ayetin söylediği şey ile alakası yok. Ama yine de tefsir yaparken o rivayetleri dikkate almak gerekiyor. Mesela ben, “Makam-ı Mahmud Medine’dir” dedim. Neden? Çünkü bütün tefsir ilminin kaidelerine, zabıtalarına, ilgili âyetlerin siyak sibakına göre bunun şefaatle alakası yok. Ama şefaatle alakası olmayan bir ayeti “şefaat ayeti” diye açıklamışlar. Ve bu, rivayetler yoluyla olmuş. Rivayet, ayetin tefsiriyle çelişiyor. İşte burada yine içtihad devreye giriyor. Tamam, baştan beri söylüyorum; tefsir yapabilmek için rivayete bakmak şart, siyer malzemesi şart ama ayetle hiç alakası olmayan rivayetlerin tefsire uymadığını da söylüyorum. Mâtürîdî ile çok yaşadım bunları. Mâtürîdî normalde, “Bir ayetle ilgili rivayet varsa ve bu rivayet sabitse, bu bizim görüşümüzdür,” der. Ama yeri geldiği vakit de “Bu rivayet gerçeği yansıtmıyor; Allah böyle bir şey yapmaz,” der. Hadis ilminde o kadar problemler var ki… Hadisin başına iyi bir isnat zinciri takılıp indî kanaatler, şahsî düşünceler Peygamber söylemiş gibi lanse edilebiliyor. Ehl-i hadise göre sözün kimden geldiği çok önemlidir. Ben ise sözün kendisine bakıyorum. Sözün kendisinin ayetle alakası yok, bunu görüyorum; o zaman bunu ifade ediyorum.
Üçüncüsü, kıraatler diye bir olgu var. Ayetlerin farklı okunuşları var. Bütün otorite dediğimiz büyük tefsirlerde, ayetlerin farklı okunuşları mutlaka veriliyor. Çünkü biz aslında Kur’an okurken, sohbetlerde falan tefsir yaparken şöyle bir şey yapıyoruz: Kur’an’ın çok sayıda yazılışını ve okunuşunu teke indiriyoruz; İmam Âsım. Teke indirdiğimiz bu kıraatin de iki varyantından birini yani Hafs’ınkini okuyoruz. 30-40 tane ayrı okuyuşun bir tanesinin, bir kişi tarafından aktarılmış hâlini okuyoruz: Kûfelilerin Kur’an okuma biçimlerinden sadece İmam Âsım’ınkinin “bir” rivayetini… Taberî, Zeccâc, Mâtürîdî, Zemahşerî gibi büyük otoriteler ise Kur’an’ın farklı okuyuşlarını aktarıyorlar. Neden? Çünkü Kur’an tek varyant ile tefsir edilirse bu, Kur’an’ın tamamını tefsir etmek olmaz, böyle düşünüyorlar. “Bu âyetin başka kıraatleri varsa onları da vermem lazım ki o ayette ne söylenmiş olduğunu yakalayabileyim.” Bir örnek vereyim: Maide Suresi’nin sonunda Havariler İsa Mesih’e diyorlar ki: “Hel yestatî’u rabbuke en yunezzile”, yani “Senin Rabbin gökten bize bir sofra indirebilir mi?” Başka bir kıraatte ise şöyle: “Hel testatî’u rabbeke en yunezzile”, “Sen Rabbine sofra indirtebilir misin?” Nasıl bir fark ortaya çıkıyor değil mi? Kelimeler aynı fakat bir nüans ortaya çıkıyor. İşte büyük tefsirler, bu nüansları veriyorlar ve bazen bizim okumadığımız kıraat doğru olabiliyor. Başka bir örnek vereyim. Hz. Musa’nın, Samiri’yi sorgularken kullandığı şöyle bir cümle var: “Şimdi senin şu ilâh diye yaptığın buzağıyı bak ne yapacağız? Nasıl bunu cayır cayır yakıp sonra da küllerini nehre savuracağız!” Mâtürîdî diyor ki: “Yanan cisim altından, gümüşten, mücevherden bir şey; bunun külleri olmaz. Madenî bir şey yandığı zaman erir; külü olmaz...” O zaman bu kıraate göre bu mâna biraz problemli. Fakat diğer kıraatte, “Biz bu madenî heykeli törpüleyeceğiz ve tozunu nehre savuracağız,” diye geçiyor. Yani tefsirde bu kıraat konuları biraz daha serbesttir. Çünkü tefsirde uzun uzun görüş belirtilir. Fakat meali yazarken neye göre yazacaksın? Meali yazarken mecbur İmam Âsım’ın Hafs rivayetine göre yazıyorsun.
Dördüncüsü, Kur’an’daki müşkülleri iyi tahlil etmek lâzım. Arapçanın gramer özellikleri çerçevesinde… Yanlış yazılmış, yanlış okunmuş, müşkül doğuran okumalara teknik manada üst seviyede dikkat çekiliyor. Yine, başta Zemahşerî olmak üzere, büyük müfessirler bunlara dikkat çekip her birine cevap üretiyorlar. Oryantalistlerin ve onlardan etkilenenlerin, Kur’an’ın yazım karakteristiğine ve içeriğine dair iddiaları var. Bir müfessir olarak bütün bunlardan haberdar olmak lazım, bu iddialara cevap vermek lazım. Kur’an-ı Kerim’de bilime aykırı gözüken birtakım ayetler olduğu iddiaları da var. Örneğin: “Bakmıyorlar mı yeryüzü nasıl dümdüz (satıh)?” ayetinden Dünya’nın düz olduğu anlaşılabiliyor. Ama başka ayetlerde bunların açıklamalarını buluyoruz: Dünya’nın yumurta şeklinde yaratıldığını anlatan ayetler var, gecenin dolandığını/sarıldığını ifade eden yani kürevîliğine işaret eden ayetler var. Mesela Râzî diyor ki: “Kur’an’a göre insan bel kemiği ile köprücük kemikleri arasında çıkan bir sudan yaratılıyor ama bugünkü tabipler Kur’an-ı Kerim’in söylediklerinin şu şu açılardan doğru olmadığını söylüyorlar.” Dolayısıyla, bugün tefsir yazan bir insanın, internette dolaşan bütün bu müşkilü’l-Kur’an konularından haberdar olması gerekir. O ayetlerin hepsinin ayrı ayrı ele alınması lazım. Kimisi çok basit. En basit şeyleri bile problem eden, “din”le ve “ilahiyat”la alakası olmayan insanların söyledikleri şeyler... Ama bazıları da var ki gerçekten hocaların bile çözmekte zorlanacağı türden. İşte müfessirin bunları ele alması lazım.
Tefsir yapan bir kimsenin, altyapı anlamında, ayetlerin Peygamber devrindeki durumunu rivayetiyle, siyeriyle ortaya koyması lazım. Ondan sonra tespit ettiği manayı kendi çağına getirmesi lazım. Mesela bugünkü hutbede hoca, “göklerin nasıl direksiz yaratıldığından” bahsetti. Bu öyle bir ifade ki sanki bir satıh var, sathın üstünde de tavan var ama direk yok, direksiz bir tavan. Böyle anlatılıyor. Hâlbuki Dünya dümdüz değil ki mübarek, uzayın içinde top gibi duruyor. Üstümüzdeki gök bir tavan değil yani. Ama işte o günkü mantıkla, o günkü insanların algılarına göre Kur’an bunu böyle söylemiş. Tüm bu ayetleri tevil etmek gerekiyor. Tevil, çok mübarek bir iş. Aslında çoğunlukla tefsir diye tevil yapıyor insanlar. Tevil, peygamberimizin İbn Abbas’a dua ettiği bir şey. İbn Abbas daha 5-6 yaşlarında iken onu kucağına alıyor ve “Ya Rabbi, bunu dinde kavrayışlı kıl ve ona tevili öğret,” diyor. Bu noktada aklıma bir anekdot geldi. İbn Abbas’ın Mekke’de tefsir okulu var, orada talebelerine Âdiyât Suresi’ni tefsir ederken “Harıl harıl koşturanlara… Kıvılcımlar saçanlara…” kısmını, “Bunlar, atlardı,” diye açıklıyor. Hz. Ali de az ileride öğrencisi İbn Abbas’ı dinliyormuş; çağırıp soruyor: “Sen bunların at olduğunu nereden biliyorsun?” Ve ekliyor: “Bu ayetler indiğinde hiç kimsenin atı yoktu. Bir tek Zübeyr’in atı vardı. Bu ayette, hac eylemleri esnasında harıl harıl koşturulan develer anlatılıyor.” Koca İbn Abbas bile olsan malzemeyi, bağlamı bilmezsen yanlış yorumlayabiliyorsun. Tevili, tefsir zemininde yapmak gerekiyor.
Tefsirden, müfessirlerin vazifelerinden konuştuk fakat ben konuyu biraz da Türkiye’de geleneksel çevrelerin Kur’an’la olan ilişkisine getirmek istiyorum. Siz, Türk toplumunun Kurân’la ilişkisine baktığımızda asıl önemli olan evrensel ilke ve mesajlar olduğu halde lafzi ya da edebi değerine önem verildiğini, anlamaya dayalı değil saygıya dayalı bir ilişki kurulduğunu ifade ediyorsunuz. Hayattan kopuk, büyüleyici, mistik ve mushafçı Kur’an algısının temel sebepleri nelerdir? Dönüşümü ancak bireylerin değişimine bağlı bu toplum, Kur’an’ın anlamıyla, hayatın içindeki ayetlerle nasıl buluşabilir?
Bu sorunun geniş cevabını Türk Toplumunun Kur’an-ı Kerim Kültürü adlı kitabıma bırakarak söylüyorum: Sarkacın iki ucu diye bir şey var. Tarih boyu Kur’an, kendisi olarak çok fazla mütalaa edilmemiş. Özellikle şu son bir, bir buçuk asra kadar. Hatta son elli seneye kadar bile diyebiliriz. Niye böyle olmuş? Kur’an mesajı; onu “işleyen” fıkıh, kelâm, tasavvuf, tefsir kitapları aracılığıyla insanlara ulaştırılmış. Az evvel belirttiğim gibi Kur’an’ın kendisini tefsir etmek çok riskli bir iş olduğu için insanlar çeşitli ihtimallere açık, geniş izahlar yapmışlar. İnsanlar da Kur’an’ı başka kitaplardan okumuşlar, dini başka kitaplardan öğrenmişler. Bu, sarkacın bir ucu. Sonra Cumhuriyet devrinde öteki uca gelinmiş. Modern dönemde, çağdaş yaklaşımlarda “Kur’an’a dönelim, Peygamber’e dönelim” fikri açığa çıkmış. Yüz yıl evvel Kur’an’ın yetkin şahsiyetlere tercüme ve tefsir ettirilmesi, Buhârî’nin tercüme ettirilmesi kitaba ve sünnete dönüşün bir örneğidir. Ama ifrat tefrit… Bu sefer de 400 tane meal ortaya çıkmış. İki aşırılığın ortasında yavaş yavaş dengelenecek inşâallah…
Mealler konusunda… Bir kere, Kur’an’ı anlayarak okumak esastır/şarttır. Anlamadan okumak, “okumak” değildir; bunu bizim milletin zihnine çakmamız lazım. Her fırsatta söylüyorum, anlamadan okumaya, okuma denmez. Namazda -mesela- kıraat şart değil mi? Okuduğunu anlamıyorsan kıraat etmiyorsun demektir. Sadece tekrarlıyorsun ve seslendiriyorsun demektir. Genel kitleye bu okumayı tavsiye etmekle birlikte, Kur’an’ın iki veçhesi olduğunu da hemen ekliyorum: Birincisi, Kur’an’ın ne söylediğini herkes anlayabilir. Bu veçhe kolay; normal bir zeka seviyesine sahip vicdanlı herkes bunu anlar. Bu manada hangi meali okursan oku, Kur’an’ın ne söylediğini genel olarak ifade ediyor. Kur’an’ın bir yönü daha var: Kur’an’ın öyle ayetleri var ki mealleri açıyorsun bakıyorsun, neredeyse tamamı yanlış çevirmiş. Mesela Bakara Suresi’nin 17. ayetini neredeyse doğru anlayan yok. “Münafıkların durumu, bir ateş tutuşturan kişinin durumu gibidir,” diye motamot çeviriyorlar. Çünkü metin böyle. Hâlbuki “Münafıkların Peygamber ile durumu, ateş yakan bir kişi ile ateşin etrafındakilerin durumuna benzer,” diye çevrilmesi gerekir. “Ateş ‘bu zatın’ etrafını aydınlatınca, Allah ‘onların nuru’nu gidermekte...” Birisi ateş yakınca nur gider mi? Tam tersi; ateş yakınca ortalık aydınlanır; nur ortaya çıkar. Peki bunların nuru nasıl gidiyor? Heee… Bunlar kim? Yahudiler. Yahudilerin elindeki nur ne? Tevrat. İşte, Kur’an ateşi yandıkça Tevrat’ın nuru sönüyor. Şöyle düşünelim: Ali Sami Yen’in ışıkları yandığı zaman oradaki lüküslerin bir anlamı kalır mı? Tevrat da bu anlamda bir lüküstü, Kur’an gelince nuru söndü. Demek istediğim, derin anlamlı ayetler var. Ve bunlar uzmanlık istiyor… Bu örneği seçkin bir çevrede daha vermiştim; online yaptığımız bir derste… Oradakilerden biri o arada bizim Keşşaf çevirisine bakmış… “Zemahşerî böyle demiyor ama…” dedi. Doğru… “Peygamber devri olgu ve şahsiyetlerinin çok iyi bilinmesi, tanınması gerek,” diye işte bundan dolayı söylüyorum.
Müfessirler kendilerini öz eleştiriye tabi tuttuklarında “Bu toplumun Kur’an’la mesafesinin açılmasında benim payım ne?” sorusunu kendilerine soruyorlar mı? Siz de bir müfessir olarak bu öz eleştiriyi yapıyor musunuz?
Bir kere, Kur’an’ı okuyarak anlamayı herkese benimsetmemiz lazım. Bunun Lâm’ı Cim’i yok. Kur’an adına okuduğumuz her şeyi anlamamız lazım. Bunları anlarken problem yaşayabiliriz, sarsılabiliriz, müşküller doğabilir, hatta dinden çıkmalar bile olabilir… Meal okuma yoluna girenlerin şuna dikkat etmesi lazım: Kur’an çok basit bir kitap değil. Bazıları Kur’an’ı, Arap’ın zihniyle sınırlandırıyor. Kur’an’a hâşâ Arapların anlayışından ibaretmiş gibi bakıyorlar!.. Tamam, mübîn, müyesser, kolay, anlaşılır… Ama inanın Kur’an indiği zaman bile o günkü Arapların anlamadığı şeyler var. Sahabîlerin anlamadığı şeyler var. Sahabîler, Kur’an’ın, kendi dönemleri ile ilgili olan ifadelerini anlarlar. Peki kıssa ayetleri, tarih ayetleri, evrenin başını anlatan ayetler, Adem’i anlatan ayetler, ahireti anlatan ayetler? Bunları bilmeyebilirler. Biz bu konuları tefsir ilminin kaide, zabıta ve usulü ile, dil analizlerinin getirdiği imkânlarla ve tevil mekanizmasıyla onlardan daha iyi anlayabiliriz.
Son dönemde İslam âlimleri ve ilahiyatçılar arasında bence en açık fikirli ve en aydın; basmakalıp düşünmeyen hocalar yine tefsirciler ve kelâmcılar. Fıkıh ve hadiste kalıp fikirlerin ve geleneğin hâkimiyeti daha belirgin.
İlahiyat alanı kolay bir alan değil. Ben hafızlığı çok önemsiyorum. İlahiyat alanında konuşan birinin hafız olması lazım. Bir konuda konuşurken ayetler zihnine sökün edecek. Kur’an bütünlüğü böyle sağlanır. Mâtürîdî bir ayeti tefsir ederken kaç tane ayete atıf yapıyor. İbn Sina filozoftur, ama küçücük yaşında hafızlık yapmış.
Tefsir alanında aşırı gitmeler, karmaşalar var. Biz de mümkün mertebe insanlara bunu dengeli bir şekilde anlatmaya çalışıyoruz. Kur’an’ı anlamak esastır, kafamıza yatmayan yerlerde tefsirlere müraacat etmemiz lazım, açıklamalı meallerden okumak lazım, mealleri karşılaştırmalı okumak lazım. “Meal okurken Kur’an’ın kendisini okumuş olmuyoruz. Meal yazarının anladığı şeyi okuyoruz.” Okuyucuya şunu anlatamıyoruz: Meali, “Murat Sülün’ün Kur’an’dan anlayabildiği kadarıyla…” diye okumak lazım. “Meal” kelimesi, bir yandan ihtiyaten kullanılmış ama bir yandan da tembelliğe ve gevşekliğe yol açmış. Yani “Ben bunu Kur’an çevirisi olarak yapmıyorum, mealen böyle diyor,” diyebilir tenkit ettiğin kişi. Hâlbuki “çeviri” desek, “Benim anladığım ve inandığım budur,” desek bu daha etkili olur. Tefsirin verileri kesinlik ifade eder. Bizim piyasamızda ise tefsir deyince “Sen de yaz bir tefsir” moduna giriliyor. Hâlbuki tefsir yaparken, “Allah bunu söylüyor,” demiş oluyorsunuz. Ne kadar büyük bir şey!.. İsmet Özel, “Tefsir, ‘Ayetin böyle bir mânası yoktur,’ diyebilmektir,” diyor ki bu, çoğu tefsircinin dahi anlamadığı bir realitedir. Tefsir nettir, ayete verilen yanlış mânaları tespit edebilmeniz gerekir. “Bu mâna yanlış, burada böyle bir anlam yok,” diyebilmelisiniz. Zeccâc kaç yerde “Üstat burayı yanlış anlamış,” diyor Arap dilinin otoriteleri olan kendi hocaları için… Mısır sarayının büyücüleri bile bizden daha müttaki idiler ya hû. Adamlar, “Biz böyle şeylerin tevilinden anlamayız,” diyebilecek ihtiyat ve alçakgönüllülüğü gösterebilmişlerdi.
Sanatı İslam’ın emri olarak görüyor, insanın ise yaptığı her şeyin Allah’ın gözetiminde olduğu bilinciyle, en iyisini yapması gerektiğini düşünüyorsunuz. Bu alanda çok önemli bir eseri literatüre kazandırdınız. Peki Kur’an sanata nasıl bakıyor? Medeniyetimizde bu ilişki mâbedlere, kütüphanelere, mimari yapılara ayetleri yazmakla mı sınırlı? Hayata anlam katan sanatın hem estetik hem de dini bir boyutu var mıdır?
Dinin sanat ve estetik yönü hakkında geniş bilgi için Kur’an Ne Diyor Biz Ne Anlıyoruz? kitabımın ilgili bölümüne ve iki ciltlik Kur’an’dan Sanata kitabıma bakılabilir. Buralarda geniş geniş anlatmaya çalıştım. Kısacası; sanat Allah’ın emri…
Benim yaptığım, Kur’an âyetlerinin etrafımızdaki sanat eserlerinde, çeşitli objelerde nasıl kullanıldığını tespit etmek. Bir nevi, sanat felsefesi… Bu âyet buraya neden yazılmış olabilir? Neden o ayet değil de bu ayet? Bunu yüzlerce örneğiyle ortaya koydum. İstanbul’un âbidevî camilerinde, Konya’nın belli başlı mimarî eserlerinde, Haremeyn’deki mescitlerde, Kâbe’de, Ravza’da, Kuba’da hangi yapı elemanına, hangi ayet, niçin yazılmış bunları yukarıdaki kitaptan bağımsız olarak neşrettim… Bu çerçevede, Peygamber’imiz ile ilgili ayetleri ayrıca yayımladım. Bütün bu çalışmalar Kur’an ayetlerinin sanat ve mimarîdeki yansımalarının tespiti ve ilgili ayetlerin tefsiri niteliğinde. Mâşâallah... Vallâhu’l-muvaffık.
Sayı 89 (2023)