Prof. Dr. İbrahim SARMIŞ
Yazılı ve görsel medyada son zamanlarda şu veya bu kesimden gençlerin deist veya ateist olduğu seslendiriliyor. Doğrusu, rüzgar eken fırtına biçer, dedikleri gibi gerek yüzyıldır toplumu Batılılaştırmak/batırmak için eğitim öğretimde uygulanan pozitivist ve seküler hayat felsefesinin, gerek her askeri darbe döneminde yapılan ilk uygulamanın İmam Hatip Okullarının kapatılması veya kuşa çevrilmesi, başörtüsünün okullarda ve kamuda yasaklanması, kerhen okutulan bir din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin kuşa çevrilmesi ve öğrencilerin namaz kılmayı öğrenmeleri için camiye götürülmelerinin bile yasaklanması, 28 Şubat sürecinde Ali Kalkancı, Müslim Gündüz ve Fadime Şahin tiyatrosunda dinin ve dindarların kötülenip karalanmasında gördüğümüz gibi ve gerekse Müslümanların din ve İslam adına yüzyıllardır Kur’an’ın önüne geçirerek topluma anlattığı bulanık kültürün böyle bir sonuç doğurması hiç te şaşırtıcı değildir Çünkü kişi ne ekerse onu biçer. Yüce Allah boşuna söylemiyor:
“Evet, Allah onları cezalandırdı, çünkü kendisini değiştirmedikçe Allah bir topluma verdiği nimeti değiştirmez/geri almaz” (Enfal, 8/53), “Halkı ıslah ediciler olduğu halde Allah haksızlık yaparak bir memleketi helak etmez” (Hud, 11/117), “Şüphe yok ki bir toplum kendi yapısını değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez”(Ra’d,13/11), “Başınıza ne musibet gelmişse hepsi yaptıklarınız sebebiyledir”(Şura 42/30).
Yüce Allah, insanlara şefkat ve merhametinin eseri olarak Kur’an’ı rahmet (En’âm 6/154, 157), gerçekleri görmeleri için nur/ışık (Maide 5/15), hakkı ve batılı ayırt etmeleri için furkan/ayırıcı (Furkan 25/1), hakkın gerçekliğini ispat etmek için beyyine/açık delil (En’âm 6/157), kesin doğrunun delillerini göstermek için burhan/kesin delil (Nisâ 4/174), hakkın ölçüsüyle ölçüp tartmak için mizan/ölçü-terazi(Şura 42/17), hakkı unutmuş olanlara hatırlatmak için zikir/hatırlatma (Nahl 16/44), ıslah edip hakka yönlendirmek için mevize/öğüt (Yunus 10/57), teşvikle yola gelmeyenleri ceza ile tehdit ederek uyarmak için nezîr (Necm 53/56; Kamer 54/5, 23, 33, 36, 41), Allah katında geçerli ve geçersiz uygulamaları belirlemek için hüküm/karar (En’âm 6/57, 62, 89; Ra’d 13/37, vd), hakkı yerli yerinde ve sağlam öğretmek için hikmet (Bakara 2/129, 151; Nisâ 4/113), tevhide aykırı hastalıklardan kurtuluş için şifa/iyileştirme (Yunus 10//57; İsra 17/82; Fussilet 41/44), imdat isteyenlere kurtuluş için uzatılan hablullah/Allah’ın ipi (Ali İmran 3/103), kopmayan sağlam bir ipe tutunmaları için el-urvetu’l-vuska/sağlam ipin kulpu (Bakara 2/156; Lokman 31/22), doğru yol olarak sırat-ı müstakim (Fatiha 1/6-7; Bakara 2/142, 213; Âli İmran 3/51, 101; Maide 5/16 vd) ve doğru yola kılavuzluk için hidayet (Bakara 2/2, 97, 120, 185; Âli İmran 3/4, 73, 138 vd) olarak indirmiş ve ona inanıp söylediklerini yerine getirmelerini söylemiştir.
Bunlar aynı zamanda tarih boyunca Yüce Allah’ın indirdiği ve kurtuluşun ancak ona bağlılıkla mümkün olduğu vahyin nitelikleridir.
Ne var ki bu vahiy yine tarih boyunca düşmanları tarafından değil, aksine ona inananlar tarafından zaman içinde hayattan dışlandığı, kelimelerini tekrarlayıp tapınmak için kutsal kitaba dönüştürüldüğü, şekil veya anlam olarak çığırından çıkarıldığı veya değiştirildiği bir gerçektir.
Bunun bir örneğini dini bozan ve üzerinden geçinen Yahudi din adamlarına ve dini cemaatlere Hz. İsa’nın yaptığı sitemde görüyoruz. Bu şekilde inanıp dini çığırından çıkaran ve üzerinden geçinen o günün diyanet/ilahiyat ve cemaat/tarikat adamlarına Hz. İsa şöyle sitem etmektedir:
“O zaman İsa halka ve şakirtlerine seslenerek şöyle dedi: Yazıcılar (din adamları) ve Ferisiler (dini cemaatler) Musa’nın kürsüsünde oturmaktadırlar. O halde sizlere bütün söylediklerini yapın ve tutun; fakat onlar gibi yapmayın, çünkü onlar söylerler fakat yapmazlar (hocanın dediğini tut, ama yaptığını yapma, sözünün nereden kaynaklandığı görülmektedir-İS). Ağır yükler bağlarlar ve onları insanların sırtına yüklerler, ama kendileri onları parmaklarının ucu ile dahi kımıldatmak istemezler. Bütün yaptıklarını insanların dikkatini çekmek/gösteriş için yaparlar: Hamaillerini geniş ve giysilerinin püsküllerini uzun tutarlar. Ziyafetlerde başköşeyi ve Havralarda ilk yerleri almayı ve çarşı meydanlarında selamlanmayı ve insanlar tarafından kendilerine Rabbi (hocam, şeyhim, üstadım) denmesini severler. (Toplumda bilinen bazı tarikat ve cemaat liderlerinin giyim ve hitap şekillerini gözünüzün önüne getirin-İS). Fakat siz kendinize Rabbi dedirtmeyin, çünkü sizin tek hocanız vardır ve siz hepiniz kardeşsiniz. Yeryüzünde kimseye: Babam, demeyin; çünkü sizin tek bir babanız vardır, göklerdeki Pederiniz. Kendinize Hocam da dedirtmeyin, çünkü sizin bir tek hocanız vardır, Mesih. Aranızda en büyüğünüz, hizmetkârınız olacaktır, (insanların efendisi onlara hizmet edendir, diyen zayıf rivayetin nereden kaynaklandığı görülmektedir-İS). Kim kendini yükseltirse, alçalacaktır ve kim kendini alçaltırsa yükselecektir.
Vay size ikiyüzlü Yazıcılar ve Ferisiler! Çünkü siz, göklerin ülkesini insanlara kapatıyorsunuz; kendiniz oraya girmiyorsunuz, oraya girmek isteyenlere de engel oluyorsunuz.
Vay size ikiyüzlü Yazıcılar ve Ferisiler! Çünkü dul kadınların mallarını yutar ve gösteriş için uzun dualar edersiniz, bu yüzden daha ağır bir hüküm giyeceksiniz.
Vay size ikiyüzlü Yazıcılar ve Ferisiler! Çünkü sizler bir dindaş kazanmak için denizleri ve kıtaları dolaşırsınız, ama onu kazandıktan sonra kendinizin iki misli cehennemlik yaparsınız.
Vay size! Eğer bir kimse Mabet üzerine yemin ederse, bunun önemi yoktur, fakat mabedin altınları üzerine yemin ederse, yeminiyle bağlı olur, diyen kör kılavuzlar! Ey budalalar ve körler, hangisi daha büyüktür, altın mı, yoksa bu altını kutsal kılan Mabet mi? (...)
Vay size ikiyüzlü Yazıcılar ve Ferisiler! Çünkü sizler nanenin, anasonun ve kimyonun ondasını/öşrünü veriyor ama Yasa’nın en önemli taraflarını; adaleti, merhameti ve sadakati ihmal ediyorsunuz, berikileri unutmadan bunları yerine getirmeliydiniz. Ey süzgecinizde sineği süzüp deveyi yutan kör kılavuzlar!
Vay size ikiyüzlü Yazıcılar ve Ferisiler! Çünkü sizler kupanın ve çanağın dışını temizlersiniz, fakat içi soygunla ve haksızlıklarla doldurulmuştur. Ey kör Ferisi, önce kupanın ve çanağın içini temizle ki dışı da temiz olsun.
Vay size ikiyüzlü Yazıcılar ve Ferisiler! Çünkü sizler, beyazlatılmış mezarlara benziyorsunuz, dışarıdan güzel görünürler, fakat içleri ölü kemikleri ve her türlü pislik doludur. Siz de böyle, dıştan, insanlara doğru görünüyorsunuz, fakat içiniz ikiyüzlülük ve fesat doludur.
Vay size ikiyüzlü Yazıcılar ve Ferisiler! Çünkü peygamberlere türbeler dikiyor ve doğruların kabirlerini süslüyorsunuz. Eğer babalarımızın zamanında yaşamış olsaydık onlarla birlik olup Peygamberlerin kanını dökmezdik, diyorsunuz, Böylece, peygamber katillerinin oğulları olduğunuza kendiniz tanıklık ediyorsunuz. O halde babalarınızın ölçeğini siz doldurun.
Ey yılanlar, ey engerek soyu! Sizler cehennem cezasından nasıl kurtulacaksınız? Bunun için işte size peygamberler, bilgin kişiler ve yazıcılar gönderiyorum, siz onlardan bazılarını öldürecek ve haça gereceksiniz, bazılarını havralarınızda kırbaçlayacaksınız ve şehirden şehre kovalayacaksınız ki tâ Habil’in kanından, Mabetle Altar arasında katletmiş olduğunuz Barahiya Oğlu Zekeriya’nın kanına kadar, yeryüzüne saçılan bütün doğruların kanı sizin üzerinize çöksün! (men senne sünneten seyyieten=kim kötü bir çığır açarsa, rivayetiyle paralel-İS). Doğrusunu size söyleyeyim ki bütün bunlar bu nesil üzerine yıkılacaktır” (Matta, 23/1-32”. Yine bakınız: Luka, 11/39-52).
“Kendisini dinlemekte olan bütün halkın önünde şakirtlerine şöyle dedi: “Yazıcılardan sakının. Onlar uzun giysilerle gezmekten hoşlanır ve şehir meydanlarında selamlanmayı, Havralarda baş kürsüleri, ziyafetlerde baş köşeleri severler. Onlar dul kadınların mallarını yutar ve gösteriş için uzun dualar ederler. Daha ağır mahkumiyete onlar uğrayacaklardır” (Luka, 20/45–47).
Yahudi din adamlarının ve cemaatlerin anlayış, davranış ve uygulamalarıyla insanları dinden nefret ettirdiği gibi Orta Çağ Kilisesinin de teokratik teslisçi, engizisyoncu ve endülüjansçı din anlayışı ve uygulamalarıyla dinden nefret ettirdiğini ve bunun sonucu olarak Batı toplumunun inkârcı türlü akımlara kaydığını bilmeyen yoktur. Allah’ın dini yerine din adamlarının oluşturduğu mevcut Hristiyanlığın toplum için ayak bağı olduğu ve insanları bezdirdiği için Avrupa’da reform ve aydınlanma hareketlerinden sonra toplum tarafından dışlanıp kilisenin duvarları ve kişilerin vicdanları arasına hapsedildiği bilinmektedir. Kilise Hristiyanlığını hayatından dışlayan Avrupa’da aydınların ve genç nesillerin bugün deizmden nihilizme ve ateizme kadar inkârcı akımlara inandığı ve hayatında artık dinin yönlendirici olmadığı bir gerçektir. Çünkü vahyin, aklın ve hayatın gerçekleriyle uyuşmayan bir dinin veya inancın insanları götüreceği yer orasıdır.
Aynı Durum Müslümanlar İçin de Söz konusudur:
Kur’an için değil, ama kültürel olarak aynı durumun Müslümanlar için de söz konusu olduğunu görüyoruz. Kur’an, şu veya bu şekilde Yüce Allah’ın koruması altında olduğu (Hıcr 15/9) için düşmanlarının ve dostlarından ahmakların bütün çabalarına, vahiy kâtiplerinden bazılarının vahyi değiştirerek yazdığı iddialarına, Bakara ve Âli İmran uzunluğunda surelerin uzun zaman okunduktan sonra unutulduğu iftiralarına, sanal recm ayeti masallarına, ayetlerin yazılı olduğu yaprakları keçinin, tavuğun yediği hikayelerine, garanik saçmalıklarına, kıraatlerle yapılan kelime ve anlam değişikliklerine, toplama ve çoğaltma sırasında ve daha sonra metne yapılan müdahale iddialarına, unutma ve nesh söylemlerine, bâtıni ve mezhepsel anlam çarpıtmalarına karşın, bu anlatımların doğruluğuna inananlar da dahil Müslümanlar olarak Allah’ın indirdiği Kur’an’ın metninde hiçbir değişikliğin olmadığını biliyoruz ve buna inanıyoruz. Ama değişik havzalardan İslam ilahiyatının her alanında oluşan ve zamanla Kur’an’ın önüne geçen kültür böyle midir?
Bildiğimiz gibi İslam kısa bir zaman içinde Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya ve Orta Doğu’ya kadar geniş bir coğrafyada yayıldı. Onu kabul eden farklı din, inanç ve kültürlere sahip halkların beraberlerinde getirdikleri eski kültürlerin karışması ve İslam öncesi cahiliye kültürün hortlamasıyla zamanla vahyin yanında bir din kültürü oluştu. Bu kültür kitaplaştırıldı, okutuldu ve öğrenilip öğretildi. Yukarıda niteliklerini gördüğümüz Kur’an’ın hidayetine sarılmak, toplumda onu her şeyde ölçü ve hakem yapmak yerine, kültürel anlatımlar ve değişik söylemlerle insanların Kur’an’a yabancılaşması için, ondan şüphe etmesi için, söylediklerini esas ve ölçü olmaktan çıkarması için, ona göre yaşamaması için Müslümanlar tarafından bu bulanık kültür kullanılarak ne lazımsa yapıldı ve yapılmaktadır.
Bakarsınız, bazıları Kur’an’ın yarısının 1400 sene önce indiği Arap toplumunu yansıttığını ve bugün artık bize hitap etmediğini söyler, bazıları Kur’an’ın yarısının müteşâbih olduğunu ve müteşâbihlerin manasını yalnız Allah’ın bildiğini söyler, bazıları 23 yılda tamamlanıncaya kadar ayetleri birbirini neshetmişse aradan geçen bunca zaman sonra ayetlerinin toplumun ihtiyaçlarını karşılamada artık yetersiz kalması doğal olup onların yerine insanların kendi hukuklarını yapması gerektiğini söyler, bazıları kelimelerinin bir zahir/lafzi bir de batın/saklı olmak üzere çift anlamının olduğunu ve Kur’an’ı batın anlamlara göre anlamak ve yaşamak gerektiğini söyler, bazıları Kur’an lafızlarının kışır/kabuk olduğunu ve esas anlamın gizledikleri hakikatler olup onları da ancak keşf, ilham, sezgi, vahiy alan ve Peygamberle görüşen erenlerin anlayabileceğini söyler, bütün fırka, grup ve mezhepleriyle Müslümanların geneli Kur’an’ı okuyup anlamak ve hayatın işlerini ona göre düzenleyip yaşamak yerine, kelimelerini sadece seslendirerek kazanacakları sevapla ölüleri azaptan kurtaracaklarını söyler, bazıları Kur’an’ı halkın değil, ancak mezhep imamlarının anlayabileceğini, dolayısıyla Kur’an’ın söyledikleri yerine onları taklit etmek gerektiğini söyleyerek cahiliye toplumlarının Peygamberlere “Sen ne dersen de, biz ancak babalarımızdan bulduğumuza uyarız” (Bakara, 2/170, Maide 5/104, Yunus 10/78, Enbiya 21/53, Şuara 26/74, Lokman 31/21, Zuhruf 43/22, 23) dedikleri gibi kültürden önce Kur’an’ı okuyup anlamak ve yaşamak gerektiği söylemini “Kur’an İslam’ı sapıklığı” olarak nitelediğini görüyoruz. Bunu birkaç örnekle göstermeye çalışalım.
Kur’an hukukun tarihe gömülmesi:
Mesela Kur’an ahkâmının bir kısmının o günkü toplum için indiği, bir kısmının artık çağdışı yahut yetersiz kaldığı, bugün için ancak bir kısmının geçerli olabileceği, dolayısıyla hayatımızı düzenlemek için yetersiz ve çağdışı kalanların yerine içtihatlarla yeni hükümlerin oluşturulması gerektiği şöyle anlatılır:
“Aslında buraya kadar gelenekselci yaklaşımı çok rahatsız edecek bir husus mevcut değildir. Rahatsızlık, Kur’an’ın açıkça konuştuğu ve hüküm kurduğu hususlarda içtihadın işletilmesi noktasında kendini gösterir. En azından benim tarihselciliğim, Kur’an’ın açık hükümler düzenlediği hususlarda da bugünkü tarihî tecrübeyi ve bu tecrübe içindeki varoluş gerçekliğimizi dikkate alarak içtihatta bulunmak gerektiği fikrini içerir. Bu fikir Kur’an’daki ahkâmın lafzî mucibince aynen bugün de uygulanabilir olmadığı kabulünü de içerir. Özellikle toplumsal düzen ve hukuk alanı insan ve toplum içindir; toplum ve pratik hayat ise sabit değil, değişkendir. Bu yüzden, pratik hayatın tanzimiyle ilgili hükümlerin değişmesi ve değiştiği bedihi bir gerçektir. Bu gerçeklik, “Allah tarih üstü bir varlıktır; bu yüzden Kur’an her ne kadar belli bir tarihsellikle kuşatılmış bir ilk hitap çevresine nazil olmuşsa da O’nun zatının ezelî ve ebedi oluşu kelamındaki ahkâmı da tarih-üstüleştirir” gibi söylemlerle, inkârı gayri kabil bir gerçeklik olmaktan çıkmaz.
Sonuç olarak, Kur’an’da hüküm vardır; ilk nazil olduğu gün gibi aynen uygulanır; Kur’an’da hüküm vardır, bugünkü olgusallıkta menatı/geçerliliği yoktur. Bizim işimiz, hangi hükmün hangi mahiyette olduğunu ortaya koymaktır”[1].
Kur’an yerine Tasavvufun hidayet olması:
Mesela kendince İslam’ı ve Müslümanları korumaya çalışan ve Müddessir/50 ayetinin tasvir ettiği gibi “Kur’an İslamı’ndan ürken, muhafazakâr medyada meşhur bir gazeteci yazar coğrafyamızda Şiiliğin ve Selefiliğin önüne geçmek için Kur’an’a ve onun uygulaması olan Sünnete bağlılık, onları ölçü ve rehber yapmak yerine, panzehir yahut uyuşturucu olarak tasavvufu ve tarikatları önerdiğini görüyoruz.
“Gerek Şia gerekse Selefilik üzerinden gerçekleştirilen küresel saldırının tek panzehiri, tasavvufî hareketlerdir. Tasavvufî hareketler, İslam dünyasında, özellikle de Balkanlarda, Kafkaslarda ve Türkî cumhuriyetlerde Ehl-i Sünnet omurgasının korunmasının ve yeniden kurulmasının tek kaynağı, İslam dünyasının parçalanmasını önleyecek tek sigortası. Tasavvufî hareketlerin aynı zamanda hem fikrî hem sanatsal hem de herkese ruh üfleyici hayat atılımlarının da yegâne adresi olduğunu iyi idrak etmemiz ve geleceğimizi kendi ellerimize alacak kalıcı ve uzun vadeli stratejiler geliştirmemiz gerekiyor.”[2]
“Akidevi, siyasi ve sosyolojik Müslüman omurganın bu topraklardaki bin yıllık kurucusu, taşıyıcısı ve koruyucusu tasavvufun hedef tahtasına yatırılması, Müslümanların intiharın eşiğine sürüklenmesiyle sonuçlanacaktır. (…)
Harici mantığın önünde kale gibi duracak yegâne kaynağın tasavvuf olduğunu çok iyi biliyorlar. Tasavvuf çökertilirse akide de siyasi şuur da, sosyolojik Müslüman omurga da kendiliğinden çatırdar”[3].
“Mezheplere, hadislere, Efendimize, kısacası akidemize yapılan saldırıların hepsini kökten püskürtecek yegâne sarsılmaz kaynak, insanlığın susuzluğunu giderecek manevi ırmakları gürül gürül akıtarak bizi ilim, irfan ve hikmet menzillerinde yeniden doyumsuz tarihi bir yolculuğa çıkaracak, bizim insanlık tarihinin yapılmasında kilit rol oynamamızı sağlayacak yegâne kaynak da tasavvuftur”[4].
Bunları ve benzerlerini okuyanlar da tarihimizde ve kültürümüzde tekke, zaviye ve tarikatlar, şeyhler ve müridler, evliya ve dervişler, sema ve ayinler, gavslar ve kutuplar, yatırlar ve türbeler inancı bulunmadığından, vahdeti vücut’tan vahdeti şuhuda, Kâdirilik’ten Mevleviliğe, Rufailik’ten Bektaşiliğe, tevessülden rabıtaya, köpeğin müritler için ideal örnek olmasına, erenlerin Allah’la yatıp Peygamberle kalkmasına kadar tasavvuf yokmuş da Allah, Peygamber, Kur’an, din, iman, ahlak ve namus, ibadet ve itaat, çalışma ve kalkınma, sanayi ve teknoloji hepsi tasavvuf olmadığı için bitmiş ve Osmanlı imparatorluğu bundan dolayı çökmüş sanacaklardır. Başka bir ifade ile, Padişah hazretlerinin bağlanacak şeyh ve tarikat bulamadığından Osmanlı’nın çöktüğünü düşüneceklerdir![5].
Hz. Muhammed’in Tanrılaştırılması:
Mesela, Kur’an vahyinin ekseni ve olmazsa olmazı tevhid inancı iken, Kur’an’a sözde inandığını söyleyen ve Müslüman geçinen bazı çevrelerin Hıristiyanların Hz. İsa hakkındaki inançlarına öykünerek Hz. Muhammed’i Allah’la özdeşleştirdiğini görüyoruz.
Yüce Allah’ın önce Muhammed’in nurunu yarattığı ve her şeyin ondan var olduğu Nur-u Muhammedî/Hakikat-i Muhammediyye masallarıyla başlayan Hz. Muhammed’le ilgili abartma ve aşırı yüceltmelerin diz boyunu çoktan aştığını, onu Allah’la özdeşleştirecek kadar tevhidin dışına çıkarak, Uzeyr Allah’ın oğludur, Mesih Allah’ın oğludur (9 Tevbe/30) ve nihayet Allah İsa Mesih’tir (Maide 5/17, 72) diyen Yahudi ve Hıristiyanların çizgisine geldiğini, hatta geçtiğini görüyoruz. Buyurun okuyalım:
“Bütün tasarruflarında Muhammed’in durumu, Allah’ın durumu gibidir. Muhammed’in Muhammed’e verdiği hiçbir şey yoktur. Onun için bizzat Allah’ın zatından zatî bir nur olmuştur.”[6]
Resûlullah’ın “Peygamberleri yarıştırmayın“[7] ve “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa Mesih’i abartarak övdüğü gibi beni abartarak övmeyin”[8] uyarılarını en çok kendisi bilmesi ve uyması gereken televizyon vaizlerinden bir hadis profesörünün Hz. Muhammed’i müşriklerin ilahları için besledikleri inançların ötesine taşıyarak veya Allah’la özdeşleştirerek şöyle demektedir:
“Hz. Âdem yaratılmadan sen oradaydın! Hz. Âdem cennetten çıkarıldığı için buruk şekilde yalvardığında sen oradaydın. Hz. Nuh tufana yakalanıp gemiyle yola çıktığında, sonra dev dalgalar Hz. Nuh ile gemiye binmeyen oğlunu birbirinden ayırdığında sen ordaydın. Eyüp Peygamber hastalıktan iyice bunalıp 'Ya Rabbi bana zarar ilişti. Sen merhametlilerin en merhametlisisin' diye yalvardığında sen oradaydın. Hz. İbrahim mancınığa konulup Nemrut'un ateşine atıldığında ve narın, nura ve serinliğe dönüştüğü anda sen oradaydın. Hz. Yunus, 'Ninova halkını izinsiz terk ettiği için koca bir balinanın karnına mahpus edildiğinde ve denizin en derinlerinde 'La ilahe illa ente sübhanek inni küntü mine'z -zalimin' (Senden başka ilah yoktur Rabbim. Sadece sen varsın. Ben gerçekten (nefsine) zulmedenlerden oldum') diye zikre ve tevbeye başladığında sen oradaydın. Hz. Yusuf'un kardeşleri tarafından kuyuya terk edildiği, karanlıkta sessizce ağladığı o çaresiz denizde sen oradaydın. Ve nihayet çilesi biten Hz. Yakup'un oğlu Yusuf'un kokusunu binlerce kilometreden hissettiği ve 'siz bana bunamış demeyecek olursanız ben Yusuf'un kokusunu duydum (diyeceğim)' dediği anda sen oradaydın. Hz. Musa annesi tarafından suya salındığı; sonra annesinin kucağına teslim edildiğinde sen oradaydın. Ve denizin bir asa darbesiyle iki parçaya ayrıldığı ve binlerce insanoğullarının geçtiği ve kurtuluşa erdiği, ama aynı suda Firavun ve bütün ordusunun helak olduğu anda sen oradaydın. Kavminin 'bir put yap ona tapalım' diye teklif getirdiği Hz. Musa'nın kavminin üzerine yürüdüğü o celalli anında sen oradaydın. Hz. İsa'nın, 'yarın sabah horoz ötmeden önce biriniz beni jurnalleyecek' dediği ve 12 havarisiyle son yemeğini yediği anda sen oradaydın. Hz. İsa'nın; ben gitmesem hidayete erdirici, davetçi Paraklit (Muhammed (s.a.v.) gelmeyecek, ben gitmeliyim ki o gelsin dediği anda sen oradaydın. Hz. Âdem ruh ile ceset arasında iken sen oradaydın.
Miraç'ta perde ilk ve son kez aralandığında sen oradaydın. Ve Cebrail vahiy meleği olarak ilk ve son kez indiğinde sen oradaydın. Ve ölüm meleği bize gelip çattığında inşallah sen orada olacaksın”[9].
Hadis profesörü bunları Hz. Muhammed için söylerken, tasavvuf kültürünün kutuplarından, doğunun ve batının yere göğe sığdıramadığı Celaleddin Rumi tanrılaştırdığı Hz. Ali için şöyle seslendirir:
“Cihan var olurken de Ali vardı. Cihanın temeli suret buluncaya kadar var olan Ali idi. Yer resmedilinceye, zaman husule gelinceye kadar var olan Ali idi. Veli ve vasiy olan Şah Ali, cömertliğin, keremin, bağışın sultanı idi. Ali'den ötürü melekler Âdem'e secde ettiler. Âdem bir kıble idi, secde olunan Ali idi. Âdem de, şit de Eyyup da, İdris de, Yusuf da, Yunus da, Hud da, Musa da, İlyas da, Salih Peygamber de, Davut da Ali idi. Nefsin tamahından ötürü cihan sofrası üzerinde elini bulaştırmayan kahraman aslan Ali idi. Kur’an’ın ayetlerinde Tanrı’nın yer yer ismini vasfederek övdüğü Kur'an sırlarının kâşifi Ali idi. Kapısının tokmağı, kadir ve kıymette Arşın semasından daha ileri geçen, o durmadan Hakka secde eden arif Ali idi. İslam yolunda iş düzelmedikçe; yatıp dinlenmeyen o şerefli, vakarlı Şah Ali idi. Hayber kalesinin kapısını bir hamlede koparıp açan, o kaleler fatihi Ali idi.
AFAKA HER BAKIŞIMDA GÖRDÜM Kİ, YAKIN YÜZÜNDEN HER VARLIKTA VAR OLAN ALİ İDİ. BU KÜFÜR OLMAZ, KÜFR OLAN SÖZ BU DEĞİLDİR. CİHAN VAR OLDUKÇA ALİ VAR OLUR, CİHAN VAR OLURKEN DE ALİ VARDI. TEBRİZ'İN ŞEMSU-L HAKKI (Şems-i Tebrizi) CİHANIN GİZLİ VE AÇIK SIRLARINDAN HER NE GÖSTERDİYSE HEPSİ DE ALİ İDİ.
Şit, kendinde Ali'nin nurunu gördü ve yüksek alemi öğrendi. Nuh, kendini yüksek menzile ulaştırıncaya kadar, istediğini hep ondan buldu. Gene ondandır ki kurtuluşa eren Nuh, dehirde gayret tufanını buldu da beladan kurtulmuş oldu. Halil Peygamber, dostlukla onu andı da, ateş ona al lale oldu. Nemrud’un ateşi, o Allah’ın dostuna hep gül, nesrin, lale oldu. Gene o idi ki, keyfiyle kendi koyununu İsmail'e kurban etti. Yusuf kuyuda onu andı da, o saltanat mülkünü süsleyen tahtı buldu. Yakup, onun önünde birçok inledi de Yusuf'un kokusunu alıp gözleri açıldı. İmran'ın oğlu Musa, onun nurunu gördü de uzun geceler hayran kaldı. Kırk gece kendinden geçti; kavuşma ve görüşme zevkine daldı. Sonra dedi ki: "Yarabbi! Bana bu lütfundan bir alamet ver." Hak ona: "İşte sana nurlu eli verdim" dedi. Gene Ali'nin vergisidir ki, Meryem'e arkadaş oldu da İsa vücuda geldi”[10].
Hz. Ali’yi tanrılaştıran Sünni (!) Celaleddin Rumi’nin yaptığını Şii batıni Şah İsmail’in aynısını kendi şahsı için yapmaktadır:
“Yer yoğ iken, gök yoğ iken ta ezelden var idim-Gevherin yek danesinden ilerü perkâr idim.
Gevheri âb eyledim tuttu cihanı ser beser-İns ü cinni Arş u Kürsî yaradan Settar idim.
Girdim Âdem donuna (şekline) sırrımı kimse bilmedi-Men o beytullah içinde ta ezelden var idim”[11].
Yine sosyal medyada meşhur bir cemaatin hocası Cebrail, Kur’an’ı öğretmeden önce Muhammed’in Kur’an okuduğunu görünce hayret ettiğini ve bunun nasıl olduğunu sorduğunda, “Sana vahiy geldiğinde perdeyi bir defa kaldır bak” dediğini, Cebrail vahyi almak için kaldırınca bir de ne görsün, vahyi kendisine Muhammed’in verdiğini gördüğünü ve o anda ‘Ey Muhammed! Senden ve sana!’ diye feryat ettiğini’[12] söylediğini anlatır. Bu sözlerin “Muhammed eşittir Allah” demek olduğunu herhalde bilmeyen yoktur.
Aynı cemaatin başka bir hocası Hz.Muhammed için “Muhammed Mustafa’nın benzetilebileceği hiçbir varlık yoktur. İmam Rabbani’nin (k.s.) buyurduğu gibi Muhammed Mustafa eşittir Allah, bir eti ve kemiği var farklı olarak, o kadar..."[13] demektedir.
Kur’an kesin olarak her insanın (Ali İmran 3/185; Enbiya 21/35) ve bir insan olarak Hz. Muhammed’in (39 Zümer/30) ölümlü olduğunu söylediği ve öldüğüne sahabe toplumu tanık olduğu halde, kültürde Hz. Muhammed’in ruhen ve bedenen hayatta olup özellikle tasavvuf meşhurlarıyla görüşerek onlarla haşir neşir olduğunu muharref kültürün mimarlarından meşhur Celaleddin Suyuti bir kitabında şöyle anlatır:
“Hz. Peygamber ruhu ve cesedi ile canlıdır, tasarrufta bulunur. Yeryüzünde ve melekut âleminde istediği yere gider. Ölümünden önce hangi şekilde idiyse aynen şimdi de öyledir. Kendisinde hiçbir şey değişmemiştir. Melekler cesetleriyle canlı oldukları halde nasıl gözle görülmezlerse, Peygamber de gözlerden uzaktır. Allah, bir kimseyi Peygamberi görmekle taltif etmek isterse perdeyi kaldırır, o kimse Peygamberi gerçek şekliyle görür. Buna hiçbir engel yoktur ve bunu misal (rüya, hayal) âlemiyle sınırlandırmayı gerektirecek hiçbir şey de yoktur”[14].
“Bütün bu nakillerden ve hadislerden çıkan sonuç şudur: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ruh ve ceset olarak diridir. O aynen vefatından önceki şekil ve şemailiyle, hiç değişmemiş bir halde yeryüzünün her bir tarafında ve semavî âlemde tasarrufta bulunmakta, istediği gibi gezip dolaşmaktadır. Ne ki o, cesediyle diri ve hayatta olmasına rağmen, tıpkı melekler gibi göze görünmemektedir…”[15].
Şüphesiz bu tür saçmalıkları din olarak seslendirenler için rivayet kültüründe temel oluşturacak bol malzeme vardır. Onun için Hz. Muhammed’in ölümsüzlüğünü seslendirenler Buhari’den Müslim’e kadar rivayet kitaplarında geçen bazı rivayetleri delil gibi gösterirler. Mesela Celaleddin Suyuti bunlara bakarak şöyle demektedir:
“Bu hadislerin ve nakillerin toplamından Peygamberin ruhu ve cesediyle sağ olduğu, tasarruf ettiği ve yer yüzünde dilediği gibi dolaştığı anlaşılır. Allah, onu görme şerefine erdirmek istediği kişilere onu göstermek istediği zaman, o kişi onu hayattaki şekliyle görür. Bunda hiçbir engel yoktur ve bunu misal (rüya, hayal) alemiyle sınırlandırmayı gerektirecek hiçbir şey de yoktur.”[16]
İslam kültür tarihinde köşe taşı rolü oynayan zatlar Peygamberin ölmediğini ve insanlarla görüşüp konuştuğunu söyledikten sonra din anlayışını abartmalar ve hurafeler üzerine kurmuş bulunan Fethullah Gülen masalcısını bu yarışta artık kim tutabilir!
“Evet o (Resûlullah), bizim anladığımız manada ölmemiş; sadece buud/boyut değiştirmiştir. Onun ölümünü herhangi bir insanın ölmesi gibi anlamak yanlış olur. Zira Kur’an, peygamberlik makamının iki derece aşağısında bulunan şehitlik mertebesine erenlere dahi ölü denilmemesini söylemektedir. Öyleyse bizim anladığımız manada ona ‘öldü.’ demek nasıl mümkün olabilir!’ Evet, onun, sadece ayrı bir buuda geçtiğini söyleyebiliriz. Onun içindir ki bakışı o buudlara ulaşabilen insanlar, onu orada bizzat görüp müşahede edebilmektedirler”[17].
Bu anlayıştan hareketle masalcı F. Gülen, Müslümanların söylediği “Şefaat ya Resuûallah!” hitabını da namazlarda okudukları “et-tehiyyâtu” duasını da Peygamber’in duyduğunu ve okuyanlara karşılık verdiğini söyler[18].
Merak ediyoruz, Peygamberle uykuda ve uyanık olarak görüştüğü, konuştuğu, sohbet ettiği, bilmediklerini ona sorup öğrendikleri söylenen bu zevattan bir tanesi olsun, Müslümanlara dünyayı zindan eden işgalci ve katliamcı emperyalist kafirlerin ve işbirlikçileri yöneticilerin şerrinden Müslümanların nasıl korunacağını ve güçlü olup onlara nasıl galip geleceklerini kendisine sormayı hiç aklına getirmiş midir? Yoksa FETÖ örneğinde gördüğümüz gibi bu görüşmelerde Müslümanların zalimlere nasıl yem olacağını, onları nasıl sömüreceklerini, dinlerine ve namuslarına varıncaya kadar her şeylerini nasıl tahrip edeceklerini sorup öğrendiklerini emperyalistlere mi aktarıyorlardı?
Evet, örgüt imamlarından biri ile görüşür gibi Peygamberle görüştüğünü, hatta kamyonete bindirdiğini iftira eden FETÖ liderinde gördüğümüz gibi şu ana kadar ikamet etme ve korunma ayrıcalığını kazandığı ABD’nin lehine ve Müslümanların aleyhine çalıştığını gördük[19].
Kadın düşmanı bir din kültürü:
Kültürdeki anlayışı seslendirerek küçük yaştaki kız çocuklarının evlendirileceğini söyleyen bir hoca efendinin konuşması üzerindeki tartışmaları ve onun üzerinden İslam’a gelen eleştirileri hepimiz hatırlıyoruz. Bu konuda da Kur’an’a aykırı ve dinden nefret ittiren bir din kültürünün oluştuğunu görmek için bir de insanlığın yarısını oluşturan kadın konusunda mesela meşhur Kurutabil tefsirindeki şu anlatımlara bakalım.
“İbni Mesut’tan gelen bir rivayete göre Hz. Peygamber “Hanımlarınızı birinci kattan yüksek yerlerde oturtmayın, onlara yazı yazmayı öğretmeyin” buyurmuştur. Alimlerimiz bu rivayetle ilgili olarak şunları söylemiştir:
Hz. Peygamber müminleri bu konuda uyarıp sakındırmıştır. Çünkü kadınların söz konusu yerlerde iskân edilmesi erkeklere bakmalarına imkân verir. Böyle bir durumda da kadınlar için ne koruma ne de tesettür söz konusu olur. Çünkü onlar erkeklere bakmaktan kendilerini alıkoyamaz ve sonuçta bu durum fitne ve sıkıntıya yol açar.
Kadınlara yazı yazmayı öğretmek de fitneye yol açabilir. Çünkü bir kadına yazı yazmak öğretildiğinde gönlünü kaptırdığı erkeğe kalkıp mektup yazar. (…)
Hasılı, Hz. Peygamber kadınları korumak ve kalplerinin temiz kalmasını sağlamak için, onları sıkıntıya sokacak unsurların en baştan bertaraf edilmesini istemiştir”[20].
Kurtubi tefsirinde kadın aleyhtarı söylem Âli İmran/14.ayetin tefsiri bağlamında da şöyle devam eder:
“(Ayet) insanlara cazip gösterilen şeylerden kadınla başlamıştır. Çünkü kadınlar, erkekleri avlamak için şeytanın kemendi ve erkekler için fitnedir. Resulullah “Benden sonra erkekler için kadınlardan daha tehlikeli bir fitne bırakmış değilim” (Buhari ve Müslim) demiştir. Kadınların fitnesi her şeyin fitnesinden büyüktür.
Çocuklarda fitne bir iken, kadınlarda ikidir. Çünkü kadınların fitnesinden biri akraba bağının kopmasına sebep olmasıdır. Çünkü kadınlar kocalarına anne ve ablalarından kopmasını emreder. İkinci fitne ise helal haram demeden mal toplamaya sevk ederler. Çocuklardaki fitne ise, onlar için erkeğin mal toplamasıdır.
İbni Mesut, Resûlullah’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Kadınları odalarda oturtmayın, onlara yazmayı da öğretmeyin”. Resûlullah Müslümanları sakındırmıştır. Çünkü odalardan erkekleri görüp seyredebilirler. Bu ise onlar için korunma ve örtüye bürünme değildir. Çünkü erkekleri gördüklerinde fitne ve bela meydana gelir. Zaten erkekten yaratılmış olup bütün çabaları erkekle buluşmaktır. Erkekte onlara karşı şehvet yaratılmıştır. Kadın onun için sükûnet olmuştur. Onun için ne kadın erkek için ne erkek kadın için güvenilirdir. Yazı yazmayı öğrenmelerinde bu fitne anlamı daha şiddetli olarak mevcuttur…”[21]
Kurtubi’nin ve yaratılışı onun gibi anlayanların kadının yaratılışı, kimliği, hakları ve sorumlulukları konusunda bu şekilde düşünmesi çok görülmez. Çünkü neredeyse kadın karşıtı ne kadar söylem varsa hepsini tefsir kapsamında Kurtubi’nin ve başkalarının okuyuculara sunup savunmakta sakınca görmediğini görüyoruz[22].
Yeşilçam Filmlerindeki gibi bir evlilik:
Tefsir kültürünün çok zaman vahyi doğru anlamanın önüne geçerek dinden nefret ettirdiğini görmek için başka tefsirlerin yanında, yine Kurtubi’nin Hz. Muhammed’in Zeyd’den boşanan Zeyneb’le evlenmesini nasıl bir aşk macerasına çevirerek anlattığına bakmak yeterlidir.
(Ahzab 33/37) ayetinin tevilinde ihtilaf edilmiştir. Katade, İbni Zeyd ve aralarında Taberi’nin de bulunduğu tefsircilerden bir grup, ayeti şöyle anlamışlardır: Zeyd’le evli bulunan Zeyneb’e Peygamber aşık olmuş, kendisiyle evlenmesi için Zeyd’in boşamasını çok istemiş, nihayet Zeyd, kabalığından, diliyle eziyet etmesinden, soyu ile övünmesinden ve itaatsizliğinden yakındığı Zeynep’ten ayrılmak istediğini bildirince Peygamber kendisine ‘onun hakkında söylediklerin için Allah’tan kork ve eşine sahip ol’ demiş ama içinden de ‘keşke boşasa’ demiş, açıklamayıp içinde sakladığı bu imiş, bununla beraber gereken iyiliği emretme işini de yapmıştır.
Mukatil de şöyle demiştir: Resulullah Zeynep binti Cahş’ı Zeyd’le evlendirdi. Zeynep onun yanında bir süre kaldı. Sonra Resulullah bir gün Zeyd’le görüşmek için onun evine gelmiş, beyaz tenli, uzun boylu ve Kureyş’in en güzel kadınlarından olan Zeyneb’i ayakta görünce âşık olmuş, subhane mukallibi’l-kulub, demiş, Zeynep bu tesbihi işitmiş ve durumu Zeyd’e açmış, Zeyd mesajı almış ve ‘Ey Allah’ın Resulü, onda kibir var, bana büyüklük taslıyor, diliyle eziyet ediyor, izin ver de boşayayım’ demiş, Resulullah ona ‘eşine sahip ol ve Allahtan kork’ demiştir.
Anlatıldığına göre Zeyneb evinde ince bir elbise ile dururken Allah o anda bir rüzgâr göndermiş, üstü açılmış, Resulullah onu bu şekilde görmüş ve âşık olmuş, Zeyneb de Resulullah’ın kendisine âşık olduğunu anlamış, Zeyd gelince durumu kendisine anlatmış, Zeyd de Resulullah’ın onunla evlenmesi için Zeyneb’i boşamayı düşünmüştür.
İbni Abbas da ayeti, “ona aşkını saklıyordu, adama karısını boşamasını emretti, sonra gitti kendisi onunla evelendi” demelerinden korkup halktan utanıyordun, utandığın için de Zeyd’e boşa diyemiyordun’ şeklinde açıklamıştır.”[23].
Bu saçmalıkları okuyup veya dinleyip de işin gerçeğini bilmediğinden veya araştıracak bilgiye ve imkana sahip olmadığından doğruluğuna inanan bir kimsenin Hz. Muhammed’in peygamberliğinden ve ahlakından şüphe veya nefret etmemesi mümkün müdür?
Düşmanlık yapan oryantalistlerden, İlhan Arsel, Turan Dursun, Bessam Tıybî ve Şeytan âyetleri’nin yazarı Selman Rüşdi’ye ve CHARLIE HEBDO mizah dergisine kadar Hz.Muhammed’in peygamberliği etrafında şüphe bulutları oluşturup insanları ondan nefret ettiren düşmanlar malzeme olarak bu saçmalıkları kullanmıyor mu?
Oysa ayet, Hz. Peygamber’in eşine sahip olması, yani boşamaması için yaptığı bütün ısrarlarına karşın geçimsizlik nedeniyle Zeydi’n eşini boşadığını, cahiliye Arap örfüne göre, hürriyetine kavuşmuş olsa bile evlatlığın boşadığı kadınla efendisinin evlenmesi kişinin annesi ve bacısı ile evlenmesi gibi çirkin görüldüğünden, Hz. Peygamberin ricası üzerine Zeyd’le evlenen ama mutlu olamayıp ondan boşanan ve onuru rencide olup ortada kalan Zeynep’le evlenmesinin toplumda aleyhine kullanılmasından korktuğunu anlatır. Allah, böyle bir yasağın olmadığını belirterek insanlardan değil, kendisinden korkması gerektiğini söylemektedir. Onun için Yeşilçam filmlerindeki aşk senaryolarına çevrilen olayın tefsirlerde anlatıldığı şekille hiçbir ilgisi yoktur.
Din kültürünün bütün alanlarında Kur’an’dan ve genel olarak İslam’dan soğutan, uzaklaştıran, nefret ettiren ve kişilerin düşmanlık yapmasına sebep olan bir din anlatımı olduğunu görüyoruz. Oryantalistinden haham ve papazlara kadar, emperyalizmin sözcülüğünü yapan ve çıkarlarına hizmet eden çok sayıda aydın, akademisyen, yazar, gazeteci ve sinemacılara kadar, seküler, pozitivist, Marksist, laik ve modernist aydınlardan İslam sevmez çevreler bu kültürde anlatılanları mal bulmuş mağribi gibi kullanarak her vesile ile gece gündüz İslam’ı ve Müslümanları karalamak için kullanmaktadırlar. Bu anlatımın oluşturduğu şüphe ve nefret duygusuyla insanların, özellikle Kur’an’ı ve Peygamberi okuyup da doğru öğrenmemiş kişilerin İslam’dan ve genel olarak dinden uzak durması, dini hayatına karıştırmayıp deist olması çok görülmez.
Onun için Muhammed İkbal’in “Sufilere selam olsun, bize dini getirdiler. Fakihlere selam olsun, bize dini getirdiler. Kelamcılara selam olsun, bize dini getirdiler. Fakat öyle bir din getirdiler ki Allah da şaştı, Peygamber de şaştı, melekler de şaştı” (Muhammed İkbal) tespiti haksız yahut abartma değildir.
Bu kültürün toplumda nasıl pazarlandığını veya insanlara din olarak sunulduğunu görmek için yığınla örnek arasından mesela televizyon ekranlarında dinî sohbetler yapan bir hadis Profesörünün anlatımlarına bakılabilir.
Toplumda muhtaç insanlar yaşam mücadelesi verirken abdestli kapitalistlerin servetleriyle keyif çatmasına kızarak İslam’ın infak, paylaşım ve sosyal adalet anlayışından deist bir sosyalizm çıkaran R.İhsan Eliaçık’ın “Adam çıkmış televizyondan “ölü din” anlatıyor. Üstelik bunun için de binlerce dolar para alıyor. Manzaraya bakınız: Önce kocaman harflerle zoom: “Cinler ne yerdi? Azzz sonra…”. Arkasından kameraya çapraz bakarak, fon eşliğinde, genizden gelen ve ekolu bir sesle cevap: Cinler tezek yerdi (!)… Öyle ya “Allah’ın kudretinden şüphen mi var (!)”[24] dediği gibi, menkıbe, hurafe ve duygusallıkla ve ibahilikle soslanmış layt bir dinden insanlar nefret etmesin de ne yapsın!
Sistemin pozitivist eğitim felsefesi ve sonuçları:
Ülkemizde yüzyıldır uygulanmakta olan pozitivist, laik, seküler batıcı eğitim öğretim sisteminin ürünü olarak kişiler deist veya ateist olduğu gibi, yanlış din kültürünün ve onu insanlara din olarak anlatan, yazan ve okutanların sebep olduğu nefretle dinden soğuyan ve deist yahut ateist olanlar az değildir.
Yarım imam dinden imandan, yarım doktor candan ettiği gibi, vahye paralel oluşturulan bu bulanık din kültürünün ülkemizde de insanları dinden şüpheye düşürmesi, soğutması, nefret ettirmesinin sonucu olarak nihilizm, deizm, ateizm, sekülerizm, komünizm, laisizm, vd. modern cahiliyenin karanlıklarına sürüklemesi nasıl kaçınılmaz bir sonuç ise, Batılılaştırılmak yahut batı toplumunun şirk veya inançsızlık bataklığına batırılmak istenen toplumumuzda da yüzyıldır eğitim öğretimde uygulanan batıcı laik, pozitivist ve seküler eğitim felsefesinin boşlukta bıraktığı insanların deist, nihilist, ateist, sev genç, vd. akımlara sürüklenmesi de kaçınılmaz bir sonuçtur.
Cumhuriyetin kuruluşunu izleyen dönemlerde eğitim öğretimde dinin dışlandığı, eğitim öğretiminin yasaklandığı, Kur’an’ın basım yayım ve okutulmasının yasaklandığı, yapanların takibata uğradığı ve cezalandırıldığı, Arapça ezanın yasaklandığı, genelinde bir şirk dini öğretilip uygulansa da, tekke, zaviye ve tarikatların yasaklandığı, bütün bunlardan daha korkunç olarak okulda, kitaplarda, basında, sinemada, siyasi nutuklarda Müslümanları dinin geri bıraktığı ve kalkınmaya engel olduğu, dindarların siyasetten ve yönetimden uzaklaştırıldığı göz önünde bulundurulursa, genç kuşakların neden deizme, nihilizme ve ateizme kaydığı daha iyi anlaşılır.
Bu sürecin sonunda toplumun Deizmi çoktan uyguladığını görmek için herhalde Uğur Mumcu’nun güldürmece bir dergide okuduğunu söylediği yazıda Türk’ün tanımını yaptığı aşağıdaki tespitlere bakmak yeterlidir.
“Türk, İsviçre Medeni Kanununa göre evlenen, İtalya Ceza kanununa göre yargılanan, Fransa idare hukukuna göre idare edilen, Almanya Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununa göre muhakeme edilen, Alman kara ve deniz ticaret hukukuna göre ticaretini yapan, öldüğünde İslam Hukukuna göre gömülen kişidir”.
Hukuk, siyaset, ekonomi, eğitim öğretim ve diğer alanlarda Allah’ın dinine bu şekilde yabancılaşan toplumun uygulanan positivist eğitim öğretim felsefesiyle dinine, inancına, ahlakına, yaşam tarzına, gelenek ve göreneklerine, tarihine, kısaca dininden ve kültüründen miras aldığı bütün değerlerine de nasıl yabancılaştırıldığını, bunun bir sonucu olarak namaz oruç, hac, umre, başörtüsü gibi ritüel bazı motifler dışında, hayatını dinin öğretileriyle dizayn etmeyen toplumun çoktan deistleştiğini biliyoruz.
Toplumun ve özellikle geçlerin iman ile inkâr arasında, İslamî değerler ile batıcı laik seküler değerler arasında, geleneğe bağlılık ile Batıyı taklit etmek arasında, kısaca Müslümanca inanmak ve yaşamak ile batılı gibi nihilist, deist, ateist, laik, seküler, yaşamak arasında bocaladığını biliyoruz. Bunu bilmeyenler veya görmeyenler Anadolu’nun çoğu muhafazakâr ve gelenekçi çevrelerinden gelerek yüksek öğretim kurumlarında okuyan gençlerin çoğunun davranışına, ilişkilerine, giyimine, yaşam tarzına ve hayat felsefesine bakmaları yeterlidir. Öyle ki Orta Anadolu’nun muhafazakâr bir şehrinde işyerine gitmek için zorunlu olarak geçtiğim bir Eğitim Bilimleri Fakültesinin koridorlarından geçerken bazı gençlerde gördüğüm müptezellik karşısında neredeyse Felak ve Nâs surelerini okuma ihtiyacını hissediyorum.
Gençlerin Deist ve Ateist Olmaması İçin Ne Yapmalı?
Bildiğimiz gibi din, yazının başında niteliklerini sıraladığımız Kur’an’ın kendisidir. Allah onu din olarak indirmiş ve herkesin ona inanıp öğrettiği şekilde yaşamasını istemiştir. Hz. Peygamberin sünneti, onun uygulamasının adıdır.
Gençlerin ve bütün halkın dini doğru anlaması ve yaşaması için onu kaynağından doğru öğrenmesi gerekir. Muharref bir din anlatan ve yaşatan tarikatlara ve cemaatlere bırakmadan bunu İlahiyat ve Diyanet mensuplarının halka anlatması ve öğretmesi onların görevidir.
“O halde aldanmamak için İslam’ı saf kaynağından öğrenmek gerekir. Harama düşmemek, başkasını helal dairesindeki husus ve davranışlardan alıkoymamak, mekruhu haram, küçük günahı büyük günah ya da tam tersi olarak göstermemek için İslam’ı saf kaynağından öğrenmek gerekir. Zira İslam, basiret üzere ayakta durması ve diğer dinlerin “Körü körüne iman et! Gözlerini yum ve beni takip et! Cehalet takvanın anasıdır!” anlayışından uzak olması hasebiyle, Müslüman için bu idrak şarttır:
“De ki: “Benim yolum budur: Ben yalnızca Allah’a çağırıyorum. Ben de bana uyan kimseler de ne yaptığımızın çok iyi bilincindeyiz. Şüphesiz Allah’ın şanı pek yücedir ve ben ona ait vasıfları başkasına yakıştıran müşriklerden değilim.” (Yusuf, 12/108)””[25].
Şüphesiz bütün okullarda okuyan gençler bizim çocuklarımızdır. Hiçbirinin şu veya bu cahiliye anlayışına ve yaşayışına düşmesine Müslümanlar olarak razı olamayız. Selden kurtarılmış mal gibi bir kısmına Kur’an, Allah, Peygamber, din iman, edep ve ahlak, tesettür, ibadet ve itaat, ahiret, vd. öğretirken, diğerlerini görmezden gelerek yıkıcı, bozucu cahiliye anlayışlarına ve kültürlerine terk etmek bir Müslümanın kabul edeceği bir durum değildir. O halde ne yapmalı?
Bize göre yapılacak şey şudur: Hepimizin çocukları olan bütün gençlerin deist veya ateist, laik veya seküler olmasının önüne geçmek için, sigara, alkol, uyuşturucu, çetecilik, bölücülük, şiddet ve cinayet kurbanı olmaması için ortaöğretimde ikinci dört yılın müfredatını mutlaka İmam Hatip Ortaokulu müfredatına dönüştürmek ve oradaki ortamı burada da sağlamak gerekir.
Bunun için ders yükünü hafifleterek orta okulda okutulmakta olan kültür derslerinin bazısı Lise kısmına aktarılmalı, Kur’an ve Meali, Hz. Muhammed’in Hayatı ve Ahlakı, İlmihal Bilgisi, dersleri yoğunlaştırılmış olarak okutulmalı ve öğrencilerin Kur’an, Allah, Peygamber, insan, iman ve küfür, dünya hayatı, ahiret hayatı, iyilik ve kötülük, hesap ve kitap, mükafat ve ceza, cennet ve cehennem, edep ve ibadet, gibi her Müslümanın bilmesi ve inanması gereken temel İslamî bilgileri ve kulluk görevini öğrenmesinin sağlanması gerekir.
Değilse, mevcut müfredat, program ve anlayışla okul çevrelerinde ve toplumda gördüğümüz uyuşturucu, alkol, sigara, gasp, soygun, çete, şiddet ve tecavüz, terör olaylarının katlanarak çoğalmasının, hatta neredeyse evlenme katsayısı seviyesine gelmiş boşanmaların ve çocuk sefaletlerinin önüne geçmek mümkün değildir. Bu sistem ve müfredatla gençlere İslam’ı öğretmenin ve nihilist, deist, ateist olup cahiliye karanlığına düşmekten korumanın mümkün olmadığı şekil-A’da görülmektedir.
Bu görev bütün aydınların ve kurumların olduğu gibi, en başta siyasi otoritenindir. Bütün zorluklarına karşın bugün için yapabilecek imkana ve güce sahip siyasi otoritenin bunu ihmal etmesi Allah’a ve topluma karşısı büyük bir vebal olur.
[1] - Prof. Dr. Mustafa Öztürk – Karar, 23 Ağustos, 2014
[2]- Yusuf Kaplan, İslam Dünyasının Püsküllü Belası: Neo Selefiler, Yeni Şafak, 14 Eylül 2014.
[3] - Yusuf Kaplan, Tasavvufa Saldırmak Tuzağı Yutmaktır, Yeni Şafak, 8 Mayıs 2016
[4]-Yusuf Kaplan, Tasavvufa Saldırmak, İntihara Kalkışmaktır, Yeni Şafak, 9 Mayıs 2016
[5]-Otuz altı Osmanlı padişahının tarikata ve tekkeye bağlı olduğunu görmek isteyenler Yaşar Nuri Öztürk'ün “Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar” kitabına (s, 249-250) bakabilirler.
[6] -Muhammed Bahauddin el-Baytar, en-Nefahâtu’l-Akdesiyye fi Şerhi’s-Salavati’l-Ahmediyye el-İdrisiyye, 9, Daru’l-Cîl, Beyrut, 1. baskı.
[7] -Müslim, fedail 42
[8] -Buhari, enbiya 48.
[9] -Nihat Hatipoğlu, Sabah gazetesi, 28 Kasım 2014
[10] -Divan-ı Kebir'den Seçme Şiirler, 1/3-4-5, tercüme, Mithat Bahari Beytur, MEB Yayınları no: 1148, İstanbul, 1965, ikinci baskı. Şark-İslam Klasikleri, no: 37.
[11] - Hatâyî (Şah İsmail) Divanı, 156’dan naklen Ahmet Yaşar Ocak, Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri, 202, İletişim Yayınları, İstanbul 2005.
[12]-Bunu Ahmet Mahmut Ünlü (Cübbeli Ahmet)’in seslendirdiğini sosyal medyada görüyoruz.
[13]-Bkz. Bayram Ali Öztürk, http://www.youtube.com/watch?v=-IFOfXzbVN8
[14]-Celaleddin Süyuti, el Hâvî li’l Fetava, 2/453, Tahkik, Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, Matbaatu’s Saade, Mısır, 1959.
Kültürel anlatımlara göre tasavvuf meşhurlarının Hz.Muhammed’le yüz yüze görüşüp konuştuğunu görmek için bkz. Ferzende İdiz, Rü’yetu’n-Nebi Meselesi, AKADEMİAR (Akademik İslam Araştırmaları (Dergisi),135-166, Ankara 2016, sayı 1, yıl 2016. Derginin akademik nitelemesine bakmayın, gerçekte paralel din olan tasavvufun seslendirildiği ve savunulduğu bir yayın organıdır.
[15]-Celaleddin es-Suyuti, Tenviru’l-Halek fi İmkâni Ru’yeti’n-Nebiyyi ve’l-Melek, 35, Resailu’s-Suyuti içinde, şerh ve tahk. Said Muhammed el-Lahham, Âlemu’l-Kütübi, 1966, Beyrut. Suyuti’nin tasavvufun hurafelerini insanlara din olarak sunduğunu görmek için onun kitaplarından Te’yidu’l-Hakikati’l-Aliyye ve Te’yidu’t-Tarikati’ş-Şaziliyye, kitabına da bakınız.
[16] -Suyuti, el-Havi li’l-Fetava, 2/453, Mısır 1959
[17] -Fethullah Gülen, Sonsuz Nur, 1/180, 2007
[18] -Fethullah Gülen, Sonsuz Nur, 1/587-588, 2007
[19]-Ölmüş bulunan Resulullah ile uykuda veya uyanık olarak görüşmenin olabileceğini söyleyen bu sarhoş yahut deli saçmalıkları ve görüştüğü söylenen kişiler hakkında geniş bilgi için bakınız. Ferzende İdiz, age. 135-166.
[20]- Ebu Abdillah Muhammed el-Kurtubi, el Cami li Ahkami’l Kur’an. 20/121-122, Daru’l Kâtibi’l Arabi, Kahire 1967. Yine bkz. Hâkim, Müstedrek 2/430, hadis no: 3494; Cahız, el Beyan ve’t Tebyin, 2/92; el Meydani, Mecmau’l Emsal, 2/593, Şevkani, el Fevaidu’l Mecmua, 126 127; Encyclopaedi of Religion And Ethics, 7/204’den naklen Nusrettin Bolelli, Kadınların Hadis İlmindeki Yeri, 28, MÜİF Yayınları, İstanbul 1998.
İbnu’l Cevzi, Hakim’in böyle uydurma bir rivayeti nakletmesine şaştığını söyler. Bkz. Kitabu’l Mevdûât, 2/268-269, Süyuti el Leali’l Masnûa, 2/142 143’den naklen Ali Osman Ateş, a.g.e. 147. Zehebî, Telhis’inde Hakim’in rivayet ettiği bu hadisin uydurma olduğunu belirtir. Cahız’a (öl. 255/868) göre bu ifade, H. III. asrın başlarında halk arasında söylenen bir sözdür.’ Bkz. Bünyamin Erul, Tatar Âlimlerden Rızaeddin B. Fahreddin (1859–1936) ve Hadisçiliği, 92; Ayrıca bkz. Kadir Gürler, Kadınların Okuyup Yazması Meselesi, 165 172; M. E. Özafşar, Hadis ve Kültür Yazıları, 107.
[21] -Kurtubi, el-Cami’ li Ahkami’l-Kur’an (Tefsir), 3/29, Âli İmran/14.ayetin tefsiri. İhyau’t-Turasi’l-Arabi, Beyrut.
Talmud’a göre kadın, dinî mekteplere alınamaz. Çünkü hafif akıllıdır ve ona din eğitimi şart değildir. “Kim kızına Tevrat öğretirse, ona kötü bir şey öğretmiş olur” cümlesi haham Eliazer’indir. (Mişna, Naşim (kadınlar), Sotak kısmı 216). Onun için kadınlara okuma yazma öğretmeyi yasaklayan tüm hadisler asılsızdır. (Şuayb Arnavut, Hadisler ve Zihinlerdeki Sorular, 276)
[22]-Geniş bilgi için bakınız. Kurtubi, Age. 1/301-302’den naklen Talip Özdeş, Kur’an ve Cinsiyet Ayrımcılığı, 98-99
[23] -Bkz. Kurtubi, el-Cami’ li Ahkami’l-Kur’an, 14/189-190, Daru’l-Kâtibi’l-Arabî, Kahire, 1967. Ahzab/37.ayetin tefsiri.
[24]-Dinin Afyon Yüzü, Haber10, 21 Ekim 2008. Yine bakınız. Söz ve Adalet, 32 37, yıl 1, sayı, 8 9, Eylül Ekim 2008
[25] - Yusuf el-Karadâvî, Günümüzde Müslüman Gençliğin Vazifeleri (Vâcibu’ş-Şebâbi’l-Müslim el-Yevm), 39-40, çev. Gamze Özden, Beyan Yayınları, İstanbul 2016
İNCELEME
Sayı 60 (2018)