Söyleşen: Hatice İ. Erdem
“Haklı savaş” nedir? Bu kavramın tarihi gelişimindeki önemli dönemeçler nelerdir ve bu dönemeçler kavramın yorumlanışını nasıl etkilemiştir?
İnsanlık tarihi kadar eski olan savaşlar bazen medeniyetleri yok etmiş, bazen yenilerini ortaya çıkarmış, bazen milyonlarca insanın ölmesine sebep olmuş, bazen de ülkelerin sınırlarını değiştirmiştir. Dünya siyasetinin şekillenmesinde önemli rol oynayan savaşların haklılığı, nasıl ve hangi şartlarda başlatılacağı, hangi sınırlar içinde tutulması gerektiği siyasal bilimciler ve felsefeciler arasında çok eskiden beri tartışılmaktadır. İşte tüm bu tartışmaların ve düşüncelerin birikiminden ortaya çıkmış olan “haklı savaş” teorisi kısaca adaletsizlik ve/veya saldırı karşısında şiddet kullanımını meşrulaştıran, hem hayati hem de ahlâki olarak savaşa başvurmaya izin veren yaklaşımdır. Her ne kadar ilk ortaya atıldığında henüz sistematik bir yapıya sahip olmasa da zaman içinde savaşların haklılık kriterleri birbirinden bağımsız iki ayrı başlık altında toplanmıştır: jus ad bellum olarak bilinen ve savaşa girmenin haklılığını değerlendiren kriterler ve jus in bello olarak bilinen ve savaş sırasında uyulması gereken davranışların sınırlarını belirleyen ilkeler. Bu çok sınırlı tanımlamadan sonra tarih içindeki evrimini inceleyelim kısaca.
M.Ö. 540-480 yılları arasında yaşamış olan Herakleitos savaş konusu ile adalet kavramını işlemiş ve ikisi arasında felsefi bir bağın kurulabileceğinin ilk işaretini vermiş, M.Ö. 455-400 yılları arasında yaşamış olan Atinalı tarihçi ve general olan Thukididis Miloslular ile Diyalog eserinde Milosluların kendilerini “haklı” olarak gördükleri için kazanmayı umduklarını belirtmiş, yine M.Ö. 427-348 yılları arasında yaşamış olan Antik Çağ’ın en önde gelen filozoflarından biri olan Plato da bazen barış için savaşmanın gerekliliğini savunmuş ancak belli sınırlamalar içerisinde tutulmasının altını çizmiştir.
Görüldüğü gibi “haklı savaş” denilince bir çok insanın aklına ilk isim olarak 354-430 yılları arasında yaşamış Hristiyan felsefeci Aziz Augustinus ve Orta Çağ gelse de savaşların haklılığının veya haksızlığının tartışması çok öncelere dayanmaktadır.
Ancak “haklı savaş” kavramını incelediğimizde kabaca üç önemli dönüm noktası görmekteyiz. Aziz Augustinus ile başlayan ve “klasik dönem” olarak adlandırılan ilk zamanlarda Hristiyanlığın ilkelerine bağlı bir “haklı savaş” tanımı karşımıza çıkarken 1492-1546 yılları arasında yaşamış olan İspanyol ilahiyatçı Francisco de Vitoria, Francisco Suarez (1548-1617), Alberico Gentili (1552-1608) ve Hugo Grotius (1583-1645) gibi erken aydınlanma dönemi düşünürlerinin katkılarıyla dini etkilerden sıyrılmış, daha çok doğal hukuk kapsamında ele alınan ve sekülerleşmeye başlamış yani dünyevi temellere dayandırılmış bir kavram görmekteyiz. O dönemden 20. yüzyıla kadar uzun bir sessizlik yaşayan “haklı savaş” kavramı, Soğuk Savaş yıllarında nükleer tehdidin yüksek olduğu ve tümden yok oluş senaryolarının etkisiyle savaşa ve savaşmaya karşı tepkilerin arttığı dönemde Amerikalı teolog Paul Ramsey (1913-1988) tarafından yeniden gündeme getirilmiş ve Michael Walzer (1935- ) gibi düşünürler tarafından da savaş hakkında yürütülen entelektüel tartışmaların merkezine oturmuştur. Günümüzde Paul Ramsey, James Turner Johnson (1938- ) ve Michael Walzer gibi düşünürler tarafından yorumlanan “haklı savaş” teorisinin yaşadığımız son İsrail-Filistin savaşıyla beraber artık tamamen öldüğünü, oluşması yüzyıllar sürmüş olan jus ad bellum ve jus in bello kriterlerinin ortadan kalktığını ve uluslararası platformda artık kimsenin “haklı savaş” demeye yüzünün olmayacağını düşünüyorum.
Klasik dönemden modern döneme geçişte haklı savaş düşüncesi nasıl bir evrim geçirmiştir ve bu evrimin sebepleri nelerdir?
Klasik dönem olarak adlandırdığımız zaman dilimi “haklı savaş” teorisinin tamamen Hristiyan kriterleri ile yorumlandığı dönemdir. Hristiyanlığın, İmparator I. Theodosius (347-395) tarafından devlet dini ilan edilmesinden sonra Roma ordusundaki Hristiyanların dinlerinin söylemi gereği savaşmayı reddetmeleri üzerine devletin varlığını sürdürmek ve düşman saldırılarından korunmak için harekete geçen din adamları, savaşmaktan başka çare kalmadığı durumlarda askerliğin gerekli olduğunu savunmuş ve bunu İncil öğretileri ile desteklemişlerdir. Savaşmak artık erdemli, adaletli ve gerekli bir hareket olarak tanımlanmış hatta dünya devletinde adaleti elde etmek için savaş kaçınılmaz olarak tarif edilmiştir.
Burada önemli bir noktanın altını çizmek istiyorum. Önceleri savaşmayı tamamen yasaklayan, Matta 5:39’daki “Fakat ben size derim: ‘Kötüye karşı koyma; ve senin sağ yanağına kim vurursa ona ötekini de çevir’ ” ayeti gereği tamamen pasif bir tutum takınan Hristiyanlık, devlet dinine dönüşüp içinde var olduğu siyasal yapının devamını sağlamak için tamamen söylem değiştirmiş ve din adamları sayesinde sadece savaşmaya izin veren değil aynı zamanda savaşmayı sevap olarak gören bir yapıya evrilmiştir. Zira Augustine’in teolojik yaklaşımında haklı savaş, komşuya duyulan sevgiye dayanır; komşunun iyiliği için uğraşmak hatta öldürmek bile karşıdakine duyulan bencilce olmayan bir sevginin neticesidir ve iyi bir Hristiyanlık göstergesidir.
Burada dinin veya herhangi bir inancın manipülasyona ne kadar açık olduğunu, aynı metnin menfaatler doğrultusunda ne kadar farklı biçimde yorumlanabileceğini, aynı metinden savaşmanın da savaşmamanın da çıkartılabileceğini görmekteyiz. İnançların bu şekilde kullanılması ve kitleleri harekete geçirmesi tarihin her döneminde olduğu gibi günümüzde de gözlemlenmektedir. Bu tamamen farklı bir konu olsa da bizler bu olgulara şahitlik etmekteyiz. Elimizdeki aynı Kur’an metni ile kimi kadınların dövülebileceğini savunurken diğeri İslam’ın buna izin vermediğini veya kimi inanmayanlar ile savaşmanın devamlı bir durum olduğunu ileri sürerken diğeri sadece saldıranlar ile savaşılabileceğini söylemektedir. İnançların menfaatler doğrultusunda kullanılması konusunda uyanık olmalı ve metinlerin orijinaline sadık kalınarak hüküm verilmesi konusunda ısrarcı olmalıyız.
Gelelim konumuza; ilk başlarda tamamen Hristiyanlık çerçevesinde ele alınan haklı savaş teorisi, modern döneme gelindiğinde dünyadaki, özellikle Avrupa’daki, konjonktür gereği artık eskisi gibi sadece İncil ve Tevrat’tan desteklenir olmaktan çıkmış, her ne kadar yine dini referanslar taşısa da konuya artık doğal hukuk bağlamında yaklaşılmaya başlanmış ve dolayısıyla sekülerleşmeye ve Tanrısal hukuktan ayrışmaya doğru ilerlemiştir. Bu bağlamda aynı zamanda evrenselleşmeye de başlamıştır. Örneğin önceleri Hristiyanlara hitap eden teori, Vitoria’nın yorumlarıyla İspanyollar tarafından zulme uğratılan yerlileri de kapsar duruma gelmiş ve tüm insanların doğal hukuktan kaynaklanan hakları olduğu inancıyla harmanlanmıştır. Yani özetle özgürlüğün, canın, malın korunmasının meşruluk temeli dinsel olmaktan çıkmış, inancı veya orijini ne olursa olsun tüm insanların doğal hukuktan kaynaklanan haklarının olduğu ve bunların ihlalinin de “haklı savaş” nedeni olduğu kabul edilmiştir.
Modern dönemde haklı savaş düşüncesi, uluslararası hukukla nasıl entegre olmuştur ve bu entegrasyonun önemi nedir?
XVIII. yüzyıla kadar hâkim olan görüş, her devletin istediği sebebe dayanarak savaş ilan etme yetkisinin olduğuydu. Bu dönemde Avrupa’da meydana gelen savaşlar, silahların tahrip gücünün savaş alanı ile sınırlı olduğu ve toplumun diğer kesimlerinin cephede yaşananlarla ilişkilerinin fazla olmadığı savaşlardı. Fakat XX. yüzyılda savaşlar, zorunlu askerlik müessesesi, tahrip gücü oldukça yüksek yeni silahların kullanılmaya başlanması ve bazı amaçların, sembollerin ve ideolojilerin savaşa katılımda yaygın olarak kullanılması ile topyekûn ve genel nitelikli boyutlara ulaşmıştır. Yıkıcılığın boyutlarının artması ve büyük kayıplar nedeniyle 1900’lü yılların başına kadar dinî, felsefi ve ahlâki temellere dayanan haklı savaş kavramı ile sınırlandırılmaya çalışılan savaşlar artık hukuk kuralları ile sınırlandırılmaya çalışılmıştır. Bu amaçla ilk evrensel uluslararası örgüt olan Milletler Cemiyeti kurulmuş fakat bu antlaşma ile savaşmak yasaklanmamış, sadece savaşmaya bazı sınırlamalar getirilmiştir. Ama unutulmamalıdır ki savaşma hakkı ilk defa uluslararası hukuk bağlamında ele alınmıştır.
Ancak yine belirtmem lazım ki Milletler Cemiyeti ile kuvvet kullanmak tamamen yasaklanmamıştır. Savaşmanın yasaklanması 1928 yılında imzalanan Brian-Kellog Paktı ile sağlanmaya çalışılmıştır. Pakta göre taraflar, savaşı bir dış politika aracı olarak kullanmamayı, sorunların oluşması hâlinde barışçıl yöntemlere başvurmayı kabul etmişlerdir. Ama bu belge de her ne kadar iki dünya savaşı arası dönemde barış için umut havası yaratmış olsa da hiçbir somut getiri sağlamıştır.
İnsanlık için onarılması güç ve ağır yaralar açan dünya savaşlarının ikincisine engel olamayan Milletler Cemiyeti yerine savaş sırasında ve sonrasında yeni bir örgütlenmenin gerekliliği ortaya çıkmış ve 1945 yılında yürürlüğe giren Birleşmiş Milletler (BM) Antlaşması ile evrensel nitelikli siyasi bir örgüt daha kurulmuştur. Ancak BM Antlaşması’nın maddeleri daha ziyade savaşı önlemeyi (jus ad bellum) amaçlar yapıda olduğundan savaşın çıkması durumunda nasıl davranılması gerektiği (jus in bello) ile ilgili hukuki durum açıkta kalmıştır. İlerleyen dönemlerde bunun eksikliği hissedilmiş ve Uluslararası İnsancıl Hukuk’un önemli taşlarını oluşturan Cenevre Protokolü’nün (1949) getirdiği düzenlemeler de uluslararası teamül hukukunun bir parçası olarak kabul edilmiş, bu antlaşmada yasaklanan hareketlerin savaş hukukunun ihlali olduğu ileri sürülmüş ve bu açık kapatılmaya çalışılmıştır. Ama bugünkü uluslararası düzende önemli yeri olan BM Antlaşması ve diğer hükümler, uluslararası düzeyde Milletler Cemiyeti’nden daha etkili bir rol üstlenmiş olsa da “sözde” kuvvet kullanmayı yasaklamış ve istisnai olarak izin verdiği durumlarda da yine “sözde” bunun çerçevesini çizmiştir.
Maalesef burada “sözde” demek zorunda kalıyorum. Şöyle açıklamama izin verin: Günümüzde savaşların haklılığına karar veren makam olan BM ve özellikle de Güvenlik Konseyi’nin (GK) olaylar karşısında uyguladığı belirli kriterleri ve doğruları olmadığını zaten biliyorduk. Bunun belli başlı sebepleri hukukta olan açıklara, örgütün kuruluşundan sonra ortaya çıkan ve net biçimde değinilmemiş olan konulara (nükleer silahlar, terör olayları, müdahale ihtiyaçları, öncelikli savaş kavramları) ve de özellikle GK’yi oluşturan daimi üyelerin siyasi çıkarlarına bağlamak mümkündür. Ama artık son olaylarla (İsrail-Filistin savaşı) birlikte dünyanın ortak iyiliği ve menfaati yerine üyelerinin menfaatlerini ön planda tutan, “daimi üye” adı altında sadece beş ülkeyi ayrıcalıklı kılan, adalet ve eşitlikten tamamen uzaklaşmış bir yapının hiçbir hukuki duruşunun kalmadığı ortadadır zira mevcut yapıda karar veren yine gücü elinde bulunduran devletlerdir. Yani BM’nin bir yapı olarak üye ülkelerin menfaatlerini hak ve adalet ölçüleri içinde muhafaza ettiğini söylemek artık hiç mümkün değildir. Bu durumda da haklı savaş teorisinin uluslararası hukuka entegre edilmiş olmasının pek bir öneminin kalmadığına inanıyorum.
Günümüzde “haklı savaş” kavramı, uluslararası politikada nasıl kullanılıyor ve bu kullanımın etik ve hukuki sonuçları nelerdir?
XX. yüzyıla kadar uzun süre sessiz kalan “haklı savaş” teorisi; Soğuk Savaş’ın gerginliğinin yüksek boyutlarda yaşandığı, Vietnam Savaşı’nın sıkça eleştirildiği, nükleer caydırıcılığın ve topyekûn savaş korkusunun hâkim olduğu dönemde Vietnam Savaşı’nı ve Amerika’nın nükleer güç elde etmesini savunmak, savaşa ahlâki bir boyut kazandırmak adına yeniden canlandırılmıştır. Böylece Amerikan halkı arasında oluşan iki faklı kutba -savaş karşıtı pasifist tavır (dove) ile her durumda savaşa sarılan tavır (hawk)- belli şartlar altında ve belli sınırlarda güç kullanımını yasallaştırmak için bir alternatif sunulmuştur. Ama haklı savaş tanımının güncel hayatta sıkça kullanılmaya başlanması 11 Eylül 2001 saldırıları ile olmuştur. Bush yönetimi 11 Eylül 2001 olayları ile masum vatandaşlarına saldırı yapıldığını, kendilerinin de “meşru müdafaa” haklarını kullanmakta olduklarını belirtmiş ve savaş yönündeki siyasi kararlarını “haklı savaş” ile meşrulaştırmaya çalışmıştır. Böylece, meşru müdafaa kapsamında başka devletlere saldırmak, saldırmayı planlamak ya da müdahalelerde bulunmak, “haklı savaş” kavramı ile meşrulaştırılmaya başlanmış ve Pandora’nın kutusu açılmıştır.
Burada hatırlatmak isterim ki ne ilk dönem teologlarının ne modern dönem düşünürlerinin ne de BM’nin kabul ettiği ortak kriterler barındıran bir haklı savaş teorisinden bahsetmek mümkün değildir. Zira her düşünürün ve BM’nin içinde bulundukları şartlar ve gereklilikler doğrultusunda haklı savaş teorilerini oluşturdukları bir gerçektir. Zaten bunu günümüzde de açıkça gözlemliyoruz. Bu bağlamda haklı savaş teorisinin sonra da teorinin somut ayağı olan uluslararası hukukun ortaya koyduğu etik değerlerin hukuki sonuçlarından bahsetmenin bugün mümkün olmadığı gözükmektedir. Hukuk tamamen ayaklar altına alınmış, bir tek güçlünün sözünün geçtiği, masum insanların canlı yayında katledildiği ve daha da beteri bunu kınayanların cezalandırıldığı bir yapı içinde hangi hukuktan bahsedebiliriz ki?
Tezinizde İslamiyette Haklı Savaş isimli bir bölüm var. O bölüme istinaden İslam’da savaş hukuku ve ahlâkının evrensel ilkeleri nelerdir? Hz. Peygamber hayatında bu ilkeleri nasıl evrensel bir örnekliğe dönüştürmüştür?
Uluslararası ilişkilerin barış içinde sürdürülebilmesi ve sağlam temellere oturması için karşılıklı güven ve haklara saygı büyük önem taşımaktadır. Kur’an, gerek özel gerekse toplumlar arası ilişkilerde Müslümanlara verdikleri sözleri tutmayı, (Maide 5/1, Nahl 16/91, 92, 94) insanlara adaletle davranmalarını, kin ve düşmanlık yüzünden zulüm ve haksızlığa yönelmemelerini (Nisa 4/58, Maide 5/2, 8) tavsiye eder. Bunların uygulanmaması durumunda da insanın tabiatında mevcut olan çatışma ve savaşma eğilimini yokmuş gibi saymaktansa onun varlığını kabul eder ve yasalar koyup tahribatın sınırlı tutulmasını sağlamaya çalışır. İşte koyduğu bu yasalar incelendiğinde Kur’an’ın da haklı savaşı ve bugünkü uluslararası hukukun benimsediği kriterleri desteklediğini görüyoruz.
Konumuza geçmeden önce, İslam inancında genel kabul gören fakat Kur’an’da bahsedilmeyen ve haklı savaş düşüncesinin tamamen karşısında yer alan darül harp ve darül İslam kavramlarına kısaca değinmek istiyorum. İslam’ın yayılma döneminde kurulan mezhepler, dinin toplumu harekete geçirici gücünden yararlanmak isteyen siyasetçilerin etkisinden bağımsız kalamamışlar ve bunun neticesinde de birbirlerinden oldukça farklı görüşleri ortaya koymuşlardır. Buna karşın Kur’an birbirleriyle itilaf eden mezheplerin otoritesinde ittifak ettikleri tek ortak kaynaktır ve Kur’an’a göre ne darül harp ne de darül İslam diye bir ayrım vardır. Biraz sonra konuşacağımız gibi İslam sadece savunma savaşına izin verir, yoksa inançlı olanların inançsızlarla inançları yüzünden devamlı bir savaş hâlini kesinlikle onaylamaz. İslam’ın “barış”ı genel durum, “savaş”ı ise istisnai durum olarak tanımladığı yadsınamaz bir gerçekliktir. Bu konumuz açısından önemli bir tespittir.
Gelelim “Haklı Savaş Teorisi”nin Kur’an gözünden değerlendirilmesine: Kur’an, Hristiyanlıkta olduğu gibi “bir yanağına vurana, diğerini uzatmak” şeklinde bir yaklaşım benimsememiş, her ne kadar bağışlamayı üstün tutmuşsa da mutlak pasifizmi onaylamamıştır. Bu yüzden Müslümanlar sadece saldırıya uğradıklarında ve/veya yok edilmek istendiklerinde, yani bugün uluslararası hukukun da “haklı savaş” sebebi olarak kabul ettiği durumlarda savaşa çağrılmışlardır:
“Kendilerine zulmedilmesi dolayısıyla onlara karşı savaş açanlarla savaşma izni verildi.” (22, Hac, 39)
“Sizinle çarpışmaya girenlerle Allah yolunda siz de çarpışın. Ama haksız yere saldırmayın. Çünkü Allah sınır tanımaz azgınları sevmez. (…) Mescid-i Haram’da, onlar sizinle çarpışmaya girinceye kadar siz de onlarla çarpışmaya girmeyin. Eğer sizinle çarpışmaya girerlerse siz de onları öldürün.” (2, Bakara, 190-191)
“Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkartmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez… Allah sizi; ancak din hakkında sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran, çıkarılmanıza yardım eden kimselerle dost olmaktan yasaklar.” (60, Mümtehine, 8-9)
Öte yandan tüm bunlara rağmen birçok durumda Müslümanlara uğradıkları saldırılara ve hakaretlere karşı sabırlı olmaları da önerilmiştir:
“İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen en güzel olan bir tarzda kötülüğü uzaklaştır; o zaman görürsün ki seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dostun oluvermiş…” (4, Fussilet, 34-35)
Görüyoruz ki Müslümanlara düşmanca tavır takınmayanlarla, onları yurtlarından çıkartmaya çalışmayanlarla ve onlarla savaşmayanlarla savaşma izni verilmez. Yani bazı din alimlerinin ve/veya mezheplerin ileri sürdüğü gibi herhangi bir saldırı olmadan, sadece inanç farklılığı ve/veya toprak genişletmek arzusu ile şiddet uygulamak onaylanmaz.
Kur’an’da ayrıca savaş başladıktan sonra uyulması gerekli prensipler yani jus in bello ilkeleri de açıkça belirtilmiştir. Örneğin saldıran taraf saldırısından vazgeçtiği takdirde Müslümanların da saldırıyı durdurmaları gerekmektedir:
“Eğer onlar barışa eğilim gösterirlerse sen de ona eğilim göster ve Allah’a güven.” (8, Enfal, 61)
“Eğer çarpışmaktan vazgeçerlerse artık zulüm yapanlardan başkasına düşmanlık edilmez.” (2, Bakara, 193)
Ayrıca, savaş sırasında orantılı güç kullanılması gerektiği de Kur’an’da söylenir:
“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, ancak aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez.” (2, Bakara, 190)
“…O hâlde, azgınlık edip size saldırana, size saldırdığı şekilde ve ölçüde saldırın.” (2, Bakara, 194)
O zaman özetleyecek olursak Kur’an’ı okuduğumuzda, hem Haklı Savaş Teorisi’nin ve uluslararası hukukun “haklı” olarak kabul ettiği savaş başlatma ve sürdürme sebeplerinin onaylandığını hem de bu iki yaklaşımın “haksız” olarak tanımladığı eylemlerin bir çoğunun yasaklandığını görüyoruz. Bu bağlamda İslam’ı saldırgan, farklı fikirlerin ve inançların barınmasına izin vermeyen, şiddeti savunan bir din olarak tanıtmak en basit ifade ile haksızlıktır.
Son olarak savaş karşıtlığının, geleneğin özellikle şehitlik algısı ile karşılıklı değerlendirmesini soracak olsam neler söylersiniz? Yani bir Müslüman vicdani retçi olabilir mi? Bunun İslam tarihinde bir örneği var mı?
Öncelikle “şehitlik” kavramının doğru olarak algılanmasının gerekli olduğuna inanıyorum zira en çok istismar edilen İslami kavramların başında geliyor. Kur’an’da “şehit” kelimesi Mustafa İslamoğlu’nun tanımıyla “hayatını imanına şahit kılana” denir. Dolayısıyla bugün kullandığımız “şehitlik” kavramını bu tanım aklımızda bulunarak kullanmalı ve sadece Allah yolunda ölenleri bu kapsama sokmalıyız.
Kur’an’a göre insanların Allah için ölmeyi göze almaları ve/veya ölmeleri, inancın en yüksek noktalarından biridir. Allah’a ve İslam’a inanan bir insan için Allah yolunda savaşıp şehit olmaktan ve bunun neticesinde inandığı sonsuz hayatta cennete girmekten daha mutluluk verici bir şey yoktur. Bu yüzden ölüm Müslümanlar için bir son değil sadece başka bir başlangıçtır. İşte tam da bu yüzden bugün Filistin’de yaşayan ve ölümü rahatlıkla göze alan insanları görüyoruz. Onlar ölümü içinde yaşadıkları zulüm ve işkenceden kurtulmanın bir aracı olarak görüyorlar, varlıklarının sonu olarak değil. Bu yüzden Allah’a gönülden inanan, Allah yolunda savaştığından emin olan bir Müslüman için savaş karşıtlığı söz konusu olamaz ve olmamalı da.
Sorunun devamındaki vicdani ret farklı bir olay. Her ne kadar Kur’an Müslümanlara saldırıya uğradıklarında “Hoşunuza gitmemekle birlikte, savaş üzerinize yazılmıştır” (Bakara, 216) dese de başka bir ayette de “Dinde zorlama yoktur” (Bakara 256) demektedir. Öyleyse İslam’da insanların askere gitmeye, savaşa katılmaya veya katılmamaya kendi iradeleri ile karar verme yetkisi vardır diyebiliriz. Ama unutulmamalıdır ki Allah yolunda savaşan ile savaşmamayı seçenin de durumu aynı olmayacaktır. Allah Kur’an’da “mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda savaşanları” bir çok ayetinde övmektedir. 61/10-11 buna örneklerden sadece biridir.
10: Siz ey iman edenler! Sizi elem verici bir azaptan kurtaracak bir alışverişe yönlendireyim mi?
11: Allah’a ve Elçi’sine güvenirsiniz, Allah’ın davası uğrunda mallarınızla ve canlarınızla cihad edersiniz: Böyle yapmanız sizin için daha hayırlıdır; tabi eğer bilgiyle hareket ederseniz.
Tabi ki en doğrusunu Allah bilir.
92. Sayı (2023)