Şehit Hakikate Önce Hayatı, Sonra Canıyla Tanıklık Edendir

Mehmet Birsin ile şehit ve şehitlik üzerine…

Söyleşen: Fethi GÜNGÖR

Şehadet konulu 26. sayımızın söyleşi köşesi için isimler müzakere edilirken ilk akla gelen, dostum Mehmet Birsin oldu. Muş Alparslan Üniversitesi İlahiyat Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd.Doç.Dr. Mehmet Birsin ile söyleşi yapmaya karar vermemizin sebebi, konuya ilişkin derinlikli akademik çalışmaları yanında cesaretle ve açık bir dille şehadet konusunu ele alması oldu. Fıtır bayramını vesile bilerek kendisiyle söyleşi yapma teklifimizi kabul ederek sorularımızı içtenlikle cevaplayan Mehmet hocanın değerli görüşlerini ilgiyle okuyacağınızı umut ediyorum.

 

Mehmet Hocam, söyleşimize şehitlik kavramının etimolojisiyle başlamak istiyorum. Şehit ve şehadet kelimelerinin lugat anlamı nedir, kavramsal anlamlarıyla nasıl ilişkilendirilmiştir?

Şehadet kelimesi, “ş-h-d” kök fiilinin mastarı, şehit kelimesi mübalağalı ism-i failidir. Kelime ‘hazır olmak’, ‘mevcut olmak’ ve ‘tanık olmak’ anlamlarına gelir. Buna göre şehadet tanıklık ve mevcut olmak anlamına gelirken “şehîd” “hazır olan, mevcut olan ve tanık olan” anlamlarına gelmektedir. Bu bakımdan kavram, özü itibariyle tanıklık yapmak ile ilişkilidir. Diğer bir ifadeyle bilgi ve hakikat değeri olan bir hususta bilgi sahibi olmak, onun hakikatine tanık olmak ve buna tanıklık etmektir. Bu yönüyle Tirmizî’nin, Da’vât 82, İbn Mâce’nin, Duâ 10’da naklettikleri hadislerde ifade edildiği gibi, “eş-Şehîd” Allah’ın esmasındandır. Kavramı değerlendiren İbn Manzûr, Allah’ın, bilgisinin mutlaklığı itibariyle ‘alîm’, bilgisinin gizli (batın) olanı kapsaması bakımından ‘habîr’, zahir yani açık olanı bilmesi bakımından da ‘şehîd’ olduğunu ifade etmektedir. Kur’an’da Allah’ın her şey üzerindeki yanılmaz tanıklığı dokuz yerde ‘şehîd’ formunda ifade edilmektedir.

 

Sevgili hocam, bu noktada araya girip şehit kavramının tanıklıkla nasıl bir ilişkisi olduğunu açmanızı rica edebilir miyim?

Sorunuza cevap vermeden önce “şehîd” kelimesinin hem etken ortaç (ism-i fâil), hem de edilgen ortaç (ism-i mef’ûl) kipi olduğunu belirmem lazım. Çünkü kelimenin kavramlaşmasında bu iki anlamla da ilişki kurulmaktadır. Etken ortaç olarak “hazır olan ve tanık olan,” edilgen ortaç olarak ise  “tanık olunan” anlamındadır. Şehit tanık olan ve tanık olunandır. Allah yolunda ölen ve öldürülenlere şehit denilmesi hem tanık olmaları hem de kendilerine tanık olunmaları bakımındandır.

Etken ortaç anlamında şehit, üzerindeki kanlı kefeni ve yaralarıyla uğruna can verdiğinin hak ve karşısına dikildiği yapıların batıl olduğuna tanıklık etmektedir. Diğer taraftan Âl-i İmrân Sûresi’nin 169 ilâ 171. âyetlerinde ifade edildiği gibi, Allah’ın kendisine verdiği rızkın ve nimetlerin de tanığıdır. Sahabenin şehit olurken üzerlerindeki kanlı elbiselerini tanık (şâhit) olarak gördükleri hakkında rivayetler mevcuttur. Ammâr b. Yâsir, Hucr b. Adiyy ve Zeyd b. Sûhân gibi sahabiler şehit edildiklerinde üzerlerindeki kanlı elbiselerle gömülmelerini vasiyet etmişlerdir. Bu kanlı elbiselerin, kendilerini haksız olarak öldüren kişilere karşı şahit olacağını söylemişlerdir.

Edilgen ortaç (feîl vezninde ism-i mef’ûl) kabul edildiğinde ise şehit, inancına, sadakatine, dürüstlük ve yiğitliğine Allah’ın, Rasulü’nün ve müminlerin tanıklık ettiği kişi demektir. Tıpkı Hz. Peygamber’in Uhud şehitlerini defnederken “ben kıyamet gününde onlara şahitlik yapacağım” (el-Buhârî, Cenâiz 75; Meğâzî 26) buyurması gibi. Bu anlamda şehit, cennetlik oluşuna şahitlik edilen veya Allah’ın ve meleklerin kendisine yapılan ikrama şahitlik ettiği kişidir. (Bakınız: Fussilet, 41/30).

 

Şu halde şehit, bir taraftan tanıklık yaparken diğer taraftan da kendisine tanıklık yapılmaktadır. Peki, bu tanıklığın ortak bir kavramı var mıdır? Bu tanıklığı önemli kılan nedir sizce?

Tanıklığın değeri, doğru ve hakikat ile kurduğu ilişkiye göre anlam kazanmaktadır. Bu nedenle Kur’an, hakikat ile örtüşen tanıklığa “kavle’l-hakk” (Meryem, 19/34); örtüşmeyene ise “kavle’z-zûr” (el-Hacc, 22/30) demektedir. Kur’an şehit kavramını birçok âyette (el-Bakara, 2/133, 143; Âl-i İmrân, 3/99) hakikate tanıklıkla ilişkili kullanıyor. Uhud savaşında şehit olanlar için “Allah sizden tanıklar (şuhedâ) edinsin” (Âl-i İmrân, 3/140) ifadesini kullanıyor. Bu bakımdan şehidin tanıklığı, en değerli varlığı olan canın fedası kadar içten ve tereddütsüz bir tanıklıktır. Bu içtenlik beraberinde örnek oluşu getirmektedir.

Hakikatin kutsallığı ise “Hakk” olandan kaynaklanıyor oluşu nedeniyledir. Hak, mutlak hakikat olan Allah’tan gelmektedir. (el-Bakara, 2/147). ‘Hakk’ ile hakikati birbirinden ayırmak epistemolojik bir yanlıştır. Çünkü Hakk’tan ayrı bir hakikat tasarlamak, hakikatin içini boşaltmaktır. Basitçe ifade etmek gerekirse, evrenin varlığının dahi hak/gerçek olabilmesi “Hakk”ın varlığını ikrara bağlıdır. Hakka bağlanan her şey hakikat olur ve kendi başına bir değere dönüşür. Ancak, hakikat bilinmeyi, takdir edilmeyi gerektirir. İşte, şehit hakikati bilen ve bu bilgisinden şüphesi olmadığına canını tanık gösterendir.

 

Bu durumda “Hakk”ın yolu hakikatin yoluna mı dönüşmektedir?

Elbette, Allah’ın hem apaçık hakikat, hem de gerçeği ızhar eden “el-hakku’l-mubîn” (en-Nur, 24/25) olduğu göz önüne alınınca, O’nun yolu ile hakikat büsbütün örtüşmektedir. Bu durumda Allah’ın yoluna çağırmak hakikatin yoluna çağırmak anlamına gelmektedir. İnsanlığı akıl dışılıktan, menfaatperestlikten, zulüm ve haksızlıktan uzaklaşmaya çağırmaktır. Doğru ve hak olana aykırı bir çağrı Allah’ın yolu ile ilgili olamaz.

 

Mehmet hocam, sizce bu bağlamda, şehadet deyince ilk akla gelen cihad kavramıyla Allah’ın Müslümanlara yüklediği sorumluluğu günümüzde nasıl anlamalı ve açıklamalıyız?

İslam’daki cihat emri en geniş şekliyle hak ve hakikati yaygınlaştırma çabasıdır. İnsanı hakikatten uzaklaştıran engellerin ortadan kaldırılması için gösterilen çabadır. Bu nedenle cihat hak ve adalet kavramlarının dışına taşırılamaz. Diğer bir Kur’ani kavram olan ‘iyiliği yaygınlaştırma ve kötülükten alıkoyma’ (el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker) ilkesi cihadın içeriğini doldurmaktadır. Bu ilkeye göre, emredilen şey ‘maruf’tan; yasaklanan şey ‘münker’den başkası olamaz. Bu şekilde cihad, bozulmamış (selim) insan doğasının kavrayıp üzerinde uzlaşabildiği temel değerleri (ma’ruf) yaygınlaştırmaktır. Bu uzlaşıyı tahrip eden iş ve uygulamaları izale etme gayretidir.

 

Yani, cihat deyince silahlanıp savaşa gitmeyi anlamak isabetli değil.

Cihat kavramı savaştan daha geniş bir kavramdır. Ancak, savaşı da içerisine alır. İslam, Müslümanların bütün savaşlarını değil, haklı savaşını meşru görmüştür. Meşru savaşlardan ilki, toplumun varlığını korumayı amaçlayan savunma savaşıdır. (el-Bakara, 2/190). İkincisi, savaşı sona erdirmiş olan anlaşmanın bozulmasıdır. (et-Tevbe, 9/13). Üçüncüsü, Müslümanların siyasal varlığı demek olan devletin egemenliğini koruma ve insanın varlığına ve inançlarına baskı ve işkenceyi ortadan kaldırma gerekçesidir. (el-Bakara, 2/193; en-Nisâ, 4/75-76). Bütün bu nedenleri kapsayan üst ilke Hanefi hukukçulardan Meydânî’nin ifade ettiği gibi “Allah’ın dinini aziz tutmak ve insanlardan fesadı savmak”tır. Kâsânî’nin ifade ettiği gibi savaş (cihad), başlı başına bir amaç olarak farz kılınmamıştır. Ana amacın aracı (vesâil) olması için farz kılınmıştır.

Allah yolunda savaşmak Nisâ Sûresi’nde zulmü defetmek ile tahsis edilmiştir. İlgili âyette yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Nasıl olur da Allah yolunda savaşmayı ve “Ey Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu topraklardan kurtarıp özgürlüğe kavuştur ve rahmetinle bizim için bir koruyucu ve destek olacak bir yardımcı gönder!” diye yalvaran çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar için savaşmayı reddedersiniz?” (en-Nisâ, 4/75-76).

Büyük müfessir Zemahşerî âyetin tefsirinde, “Allah’ın yolu” kavramının zayıf düşürülmüş ve mazlumlaştırılmış insanların yardımına koşmak ifadesiyle tahsis edildiğini ifade etmekte ve Allah’ın yolu (fî sebîlillah) kavramının ‘âmm olup bütün hayır ve iyilikleri içerisine aldığını söylemektedir. Diğer bir âyet, “Allah’ın yolu”nda olmakla, dünya hayatının gelip geçici kazançlarını elde etme çabasını birbirinden ayırmaktadır:  

“Ey iman edenler, Allah yolunda [sefere] çıktığınız zaman karşılaştığınız durumu açıkça kavramaya çalışın ve size barış teklif edene -bu dünyevî hayatın gelip geçici kazançlarına duyduğunuz (özlem ve) istekle- “sen mümin değilsin!” demeyin. Çünkü asıl kazanç Allah katındadır. Siz de bir zamanlar aynı durumdaydınız, ama Allah size karşı lütufkâr davranmıştı. Öyleyse muhakemenizi kullanın: Şüphesiz Allah, yaptığınızdan her zaman haberdardır.” (en-Nisâ, 4/94). Bu âyetler, ancak haklı ve zorunlu bir savaşın meşru görüldüğünü açıkça göstermektedir.

 

Tekrar ana konumuza dönecek olursak, buna göre şehit meşru bir savaşta can veren kişi mi olmaktadır?     

Kur’an, şehitliği, genel anlamda hakikate tanıklık etme; dar anlamda da Allah’ın yolunda verilen bir savaşta öldürülen kişi için kullanmaktadır. Dar anlam ile geniş anlam hak üzere bulunmak noktasında birleşmektedir. Kur’ani bir kavram olan şehit ve şehitliği kavramanın anahtar kavramı ma’ruf olan hak ve hakikat üzere olmaktır.

 

Şehitlere ve şehitliğe eleştiri yöneltilmesi söz konusu olabilir mi? Gözümüzün önünde Bosna, Çeçenistan, Afganistan, Gazze, Irak ve şimdilerde Suriye’de cereyan eden katliamlara karşı çıkıp canını feda eden yiğitlere olumsuz sıfatlar yakıştıranlar çıkabildi.

Şehitlik hayatla sorunlu olmak, hayatı ıskalamak değildir. Şehit, yaşamayı bilmeyen, hayatı sevmeyen değil, insan onuruyla bağdaşmayan zulüm ve akıl dışılığı meşru araçlarla düzeltmeye çalışan kişidir. Şehit, kavgadan nemalanan değil, kavgaya son vermek isteyendir. Şehit zulmeden değil, nihayetinde zulme ve gadre uğrayandır. Kur’an’ın “Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin” demesi, şehitlere ölü denilmesine razı olmayışı hakikatin ölümsüz oluşuyla ilişkilidir. Şehitler ölümsüz olanı aradıkları için dünya ehlinin idrak edemeyeceği şekilde yaşarlar ve Rabblerinin katında özel bir rızıkla rızıklandırılırlar. (Âl-i İmrân, 3/169-171).

 

Toparlamak gerekirse Kur’an’daki şehitlik kavramını nasıl anlamalıyız?

Kur’an’daki şehitlik kavramını doğru anlamak için ‘Hakk’, hakikat, Allah’ın yolu, cihad, el-emru bi’l-ma’rûf kavramlarını bir bütün olarak değerlendirmeyi gerektirmektedir. Hakikat “Hakk”’tan gelmekte, Allah’ın yolu hakikat ve adalet ile özdeşleşmekte, cihad insanlığın salah ve ıslahı için çaba harcama haline gelmektedir. Ancak böyle bir savaş meşrudur. Ve bu savaşa meşru amaç için katılıp öldürülen şehittir.

 

Meşru savaşı da biraz açabilir miyiz? Siyerden, sünnetten konumuza ışık tutacak rivayetlerden de örnekler verebilir misiniz?

Meşru savaş hakkında Hz. Peygamber’den çeşitli rivayetler haber verilmiştir. Bunların birinde, “Hz. Peygamber’in huzuruna gelen bir adam; Ey Allah’ın Rasulü! Allah yolunda savaş nedir? İçimizden birileri öfke duyduğu için; bir diğeri kavmine destek vermek için savaşıyor.” dedi. Hz. Peygamber hemen başını kaldırdı -başını sadece adam ayakta olduğu için kaldırdı- ve şöyle dedi: ‘Kim Allah’ın sözü en yüce olsun diye savaşırsa, o Allah’ın yolundadır, buyurdu.” (Buhârî, İlm 45).

Bir başka rivayette, Hz. Peygambere cesaretini göstermek, kavmine destek vermek ve insanlara gösteriş yapmak için savaşan kişilerin durumu soruldu. Hz. Peygamber cevaben buyurdu ki, “Kim Allah’ın sözü en yüce olsun diye savaşırsa, o Allah’ın yolundadır.” (Buhârî, Tevhîd 28; İbn Mâce, Cihâd 13). “Bir bedevi Hz. Peygamber’in yanına gelerek şöyle dedi: ‘Bazı kişiler namının duyulması, övülmek, ganimet elde etmek ve konumunun görülmesi için savaşıyor.’ Hz. Peygamber cevaben buyurdu ki, ‘Kim Allah’ın sözü en yüce olsun diye savaşırsa, o Allah’ın yolundadır.” (Buhârî, Cihâd 25). “Kim taassup sancağı altında savaşarak asabiyete çağırırsa veya asabiyete yardım ederse bu cahiliye savaşıdır.” (Müslim, İmâra 13).  Bu hadislerden Hz. Peygamber’in meşru bir savaşta meşru bir amaç ile bulunmuş olmayı şart koştuğu görülmektedir.

 

Mehmet Hocam, fukahaya kısaca değinip geçtiniz. Söyleşimizin son kısmını fıkıh alanında sürdürsek sizce de uygun olur mu? Fakihler, bu günkü deyimiyle İslam hukukçuları şehitliği nasıl tanımlamışlardır?

Kur’an’ın dilinde şehit, hakikatin tanığı olmuş ve hak üzere olduğuna mü’minlerin tanıklık ettiği kişidir. Bu niteliklere sahip iken öldürülmüş bir kişi elbette zulmen öldürülmüştür. Batıl ehli hak ehlinden bir mü’mini zulmen öldürdüğünde öldürülen mü’min şehit vasfını elde etmektedir.

Hanefi fakihlerinden Haskefî (1088/1677), şehidi, “kısas gerektirecek bir aletle zulmen öldürülen temiz (cünüp, hayızlı ve nifaslı olmayan) mükellef müslüman” şeklinde tanımlamaktadır. Bu tanım üzerinde düşündüğümüzde önceki fukahanın şu unsurların altını çizdiği görülmektedir. Bunlardan ilki,  ölümün öldürücü niteliği bulunan bir silahla/araçla tam kast ile gerçekleşmiş olmasıdır. Hataen öldürmeler şehitlik kapsamında değildir. Doğal ömrünü tamamlayarak ölen veya bir yerden yuvarlanarak, ateşte yanarak, enkazın altında kalarak veya boğularak ölen kişi de şehit olmaz.

İkincisi, maktulün haksız bir şekilde yani, mazlum olarak öldürülmüş olmasıdır. Yani mahkemece verilen kısas veya hadd cezasının tatbiki sonucunda öldürülen kişi şehit olmaz. Yine hadd veya tazir gerektiren bir suç işlemiş olan kişiye cezanın tatbiki esansında veya haksız yere bir topluluğa saldırdığı için topluluk tarafından öldürülen kişi de şehit olmaz. Yırtıcı bir hayvan tarafından öldürülen kişi de hayvanın fiiline zulüm veya adalet niteliği verilemeyeceği için şehit olmaz.

Üçüncüsü, öldürülen kişi akıllı ve ergenlik çağına ulaşmış yani, mükellef olmalıdır. Tanımda yer alan bu şart tartışmalıdır. Ebu Hanife bunu sıhhat şartı saymıştır. Bu nedenle de çocuk ve akıl hastasının (mecnun) şehit olmadığına kanaat getirmiştir. Hanefi imamlardan Ebu Yusuf ve Muhammed’e (imameyn) göre maktulün mükellef olası şart değildir. Bu iki imam, çocuk ve akıl hastasının mazlum olarak öldürüldüklerinde şehit oldukları görüşündedirler. Şâfiî de çocuk ve akıl hastalarını şehit kabul etmiş ve şehitlere tatbik edilen hükümlere tabi kılmıştır.

Dördüncüsü, manevi temizliğe sahip olmalı yani, cünüp, hayızlı ve nifaslı olmamalıdır. Bu hususta, zifafa girdiği gecenin sabahında cihada çağrılıp gusletmeden savaşa katılan ve şehit olan Hanzala’yı melekler tarafından yıkandığı için istisna sayarlar.

Beşincisi, öldürülen şahsın olay mahallinde ölmesi yani, şehadetinin eskimemesidir. Öldürücü darbeyi aldıktan sonra olay yerinden taşınan, konuşan veya bir şeyler yiyip içmiş kişinin şehadetinde mütres olduğunu yani eskidiğini söylemişlerdir.

 

Mehmet hocam, bu şartları sıraladınız, ancak yanlış anlaşılmaya müsait şartlar yok mu sizce?

Yanlış anlamaları önlemek için hemen belirtmem gerekir ki, İslam hukukçuları, üçüncü, dördüncü ve beşinci maddede ifade edilen şartları şehidin teçhiz ve defin ahkâmını tespit için ortaya koymuşlardır. Bu şartları taşıyan şehidin hem dünya hem de ahret şehidi olduğunu kabul etmişlerdir. Örneğin, şehadeti geciken yani hastanede tedavi görürken şehit olan kişinin yıkanarak defnedileceğini söylemek için bu şartları sıralamışlardır.

 

Bir de şehidin yıkanıp yıkanmaması, cenazesinin kılınıp kılınmaması meselesi var.

Bu konuda fıkıh mezhepleri arasında bazı görüş farklılıkları bulunmaktadır. Hanefilere göre, yukarıda saydığımız şartları taşıyan şehit, yıkanmadan kanlı elbiseleriyle kefenlenir ve cenaze namazı kılınarak defnedilir. Malikiler ve Şafiîler ise, şehidin yıkanmaması ve kefenlenmesi hakkında Hanefilerle aynı görüşü paylaşmakla birlikte cenaze namazının kılınmaması gerektiğine kaildirler.

 

Şehit hükümlerine tabi olmada öldürenin inanç ve kimliğinin bir etkisi var mıdır?

Şehitlik kavramı, esas itibariyle, müslüman bir kişinin savaş halinde olunan düşman (harbî) tarafından fiilen veya sebebiyet vermek yoluyla öldürülmesi ile gerçekleşir. Fıkhın esas aldığı anlam budur. Ancak Hanefi hukukçular âsilerin (bâğî) ve yol kesen eşkiyanın öldürdüğü kişileri de bu hükme dâhil etmişlerdir. Hanefilere göre müslümanların meşruiyeti hakkında ittifak ettikleri bir siyasal otorite bulunduğunda isyan edenlere karşı savaşmak farzdır. Bu konuda Hz. Ali’nin Hariciler ve Sıffin’de Muaviye’ye karşı verdiği savaşları esas almışlardır. Hz. Ali’yi haklı kabul etmişler ve onun yanında savaşıp öldürülenleri şehit kabul etmişlerdir. Bu yaklaşımı genişleterek adil imam ile birlikte savaşıp kâmil şehit olmuş kimseler olarak kabul etmişlerdir. Böyle bir savaşta öldürülen meşru otorite yanlılarının (adalet ehli) yıkanmadan namazları kılınarak defnedileceğini kabul etmişlerdir. Kâmil şehitliğin inkâr ehlinin öldürmesiyle olacağını kabul eden Maliki ve Şâfiîler, âsilerle girilen savaşta öldürülen adalet ehline mensup askerlerin yıkandıktan sonra cenaze namazlarının kılınacağını söylemişlerdir. Elbette bu yaklaşımlar “dünya ve ahiret şehidi” olarak tabir edilen kâmil şehitlik kavramının içeriğini belirlemeyle ilgilidir.

 

Mehmet hocam, sözün sonunda bir parantez açmak vacip oldu. Fıkıh, şehitliğin hangi türlerinden söz ediyor? Bu detaya bir nebze girebilir misin?

Elbette, kâmil şehitlik adı da verilen hem dünya hem de ahiret şehitleri hakkında yukarıda bilgi verdik. Şehitliğin diğer türü dünya şehitleri olarak adlandırılmıştır. Yani görünüş, zahir itibariyle hiçbir eksikliği görülmeyen şehitlikler vardır. Savaş meşrudur, maktulün bilinen gayr-ı meşru bir niyeti yoktur. Ancak gerçek görünenden farklıdır. Bunlara kâmil şehit muamelesi yapılır. Yıkanmadan kefenlenir ve Hanefilere göre cenaze namazı kılınarak defnedilir.  Allah katında ise bu kişiler şehit sayılmazlar. Çünkü meşru bir niyete sahip değillerdir. Savaşa katılıp öldürülen münafıkların durumu bu türün örneğidir. Kahramanlık, soy asabiyeti için savaşanlar da bu gruba dahil olur. Bir diğer şehit türü ise kendisine şehitlere uygulanan dünveyi hükümler tatbik edilmez, ancak Allah katında şehit sevabı alır. Bu tür şehitliğe baktığımızda iki nitelik göze çarpmaktadır. Biri haklı ve meşru bir çizgide bulunma, diğeri mazlum olarak öldürülmedir. Örneğin Hz. Peygamber: “Malı için öldürülen şehittir” (Buhârî, Mezâlim 33; Müslim, İman 6) buyurmuştur. Yani, meşru bir şekilde sahip olduğu malın haksız olarak elinden alınmasına engel olmaya çalışırken mazlum olarak öldürülen kişi şehittir. Konu ile ilgili nassları değerlendiren İslam hukukçuları canı, malı, ailesi, bir müslümanı veya zimmîyi savunurken öldürülen kişinin şehit olduğunu ifade etmişlerdir.  Bu şehit türüne Allah’ın dinini yüceltmek için savaşmış ancak maktul düşmeyip doğal ölümle hayatları sona erenleri de dâhil etmişlerdir. Çünkü hadis kaynaklarının ‘Allah yolunda ölme’yi de şehitlik kavramı içerisinde ele alındığı görülmektedir. Bu bağlamda “Allah’ın yolunda ölen şehittir.”  (Müslim, İmâra 51; İbn Mâce, Cihâd 17; Nesâî, Cihâd 48) hadisi aktarılmaktadır. Başka bir rivayette Hz. Peygamberin;“Kim bütün kalbiyle Allah’tan şehitlik dilerse, yatağında ölse dahi, Allah, onu şehitlik mevkiine nail eder.” buyurmaktadır. (İbn Mâce, Cihâd 15). Bu rivayetler hayat biçimini esas almaktadır.  Hakikate tanıklık ile tüketilen bir ömrün, yani  ‘şâhid’ olarak geçirilen bir ömrün “şehîdlik” payesi ve sevabı kazandıracağı ifade edilmiştir.

 

Doğal afetlerde veya ağır hastalıklar sebebiyle ölenler de rivayetlerde şehid olarak mı tanımlanıyor?

Çeşitli hadislerde elem verici trajik bir ölümle hayatları sona erenlerin de şehit olacağı ifade edilmiştir. Örneğin, Hz. Peygamber hasta bir sahabiyi ziyaret ettiğinde “ailesinden biri, ‘ölümünün Allah’ın yolunda öldürülmeyle gerçekleşen bir şehadet olmasını isterdik’ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber; ‘O zaman ümmetimin şehitleri az olacak demektir: Allah’ın yolunda öldürülme şehitliktir, taundan ölüm şehitliktir. Hamilelik nedeniyle ölen kadın, boğulan, yanan ve akciğer hastalığından ölen şehit olarak ölmüştür.” buyurdu. (İbn Mâce, Cihâd 17). Buna benzer birçok rivayet kaynaklarda yer almaktadır. Fıkıh bilginleri bu hadislere dayanarak deprem, yangın, boğulma gibi trajik ölümlerle can veren Müslümanların ahirette şehit sevabı alacağını söylemişlerdir. Allah yolunda yaşadığına şahitlik edilen kişi olan Müslüman, trajik bir ölüme duçar olduğunda, Allah’ın, rahmetiyle kendisine şehit sevabı vermesi şehitlik kavramının özüyle çatışmaz. Hak üzere olanın, mazlumen öldürülmesi ile trajik bir olay neticesinde ölmesi arasında ayniyet yoksa da yakınlık vardır. Elbette kavramın kazandığı bu boyutun hakiki anlamının önüne geçmemesi gerekmektedir. Şehitliği nebiler, sıddikler ve salihlerle birlikte anılan yüksek bir paye yapan yalnızca öldürülmek değil, hak ve hakikate tanıklık eden bir hayat sürmektir. Bu hayata sahip iken mazlum olarak öldürülmektir. Yoksa yaşamaya değer bulunmayan bir şey için öldürülmeyi dilemek sahici şehitlik değildir. 

 

Mehmet hocam, mübarek bayram gününde bize zaman ayırarak sorularımıza doyurucu cevaplar verdiğiniz için çok teşekkür ederiz.

Söyleşi köşenizde konuk ettiğiniz için ben teşekkür ederim.

Follow