Mustafa DEMİR
Bütün Müslümanların ömürlerinde en az bir kez yapmayı çok istedikleri gibi, haccı ben de yerine getirmeyi ve bu tecrübeyi yaşamayı çok istiyordum. Allah’a şükürler olsun ki, O’nun rahmet ve yardımıyla bu arzumu yerine getirmiş bulunuyorum, elhamdülillah. Hayatımızdaki günceli ve bireyselliği iptal edip beş günlük tam toplumsallaşma sürecimizi Riyad’tan çıktığımız yolculukla başlattık. Değişik saatlerde yola çıkan diğer arkadaşlar ve aileleri ile birlikte yaklaşık 120 kişi geceyi Taif’te bir İstiraha’da (kapalı ve açık alanları bulunan soysal aktiviteler ve dinlenme mekânı) geçirdik.
Arife günü sabahleyin beş araba konvoy halinde İstiraha’dan ayrılıp Mekke’ye giden Hada (dağ) yolu üzerindeki Mîkat yerine gittik. Onlarca tertemiz duş kabini ve tuvaletleri ile park alanı, ihram ve başka ihtiyaç malzemesi satan dükkânlarla seyyar satıcılar ve büyük bir camisi bulunan Mîkat yerinde ihrama girip yolumuza devam ettik. Sevinç, heyecan ve coşku içinde getirdiğimiz telbiyelerle öğleden önce Arafat meydanın giriş yerine vardık. Arafat Hac Parkı’nda yer kalmadığı için arabalarımızı boş arazideki yolda bırakıp bir minibüsle Arafat’ta Türkiyeli kafileler için ayrılan çadırların bulunduğu yere gittik. Her taraf Türkiye bayrakları, şehir ve hac organizasyon şirket adları yazılı afişlerle doluydu. Burada hepimizin aynı çadırlara girmesi mümkün olmadığı için değişik çadırlara girmek üzere küçük gruplara ayrıldık.
Öğle salâtını yan tarafımızdaki ağaç gölgesinde oturanların bize açtıkları yerde ikame ettik. Tam biz salâtı bitirdiğimizde bir anons duyuldu: Bütün Türkiyeli hacı adayları vakfeye birlikte durup vakfe duasını Türkiye Diyanet İşleri Başkanı yapacakmış ve bu nüsuk/ritüel canlı yayınla TRT kanallarınca bütün dünyada yayınlanacakmış. Açıklamayı duyunca yanımdaki arkadaşlara baktım, bakışlarından edindiğim izlenime uygun olarak biz de katıldık…
Arife Günü’nü Arafat’ta değişik insanlarla tanışarak, konuşarak hatta tartışarak geçirdikten sonra, akşam Arafat-Müzdelife servis otobüsleriyle Müzdelife’ye gittik ve orada kafileler için ayrılmış çadıra yerleştik. Arafat’taki çadırlar demir direkler üzerine serilmiş brandalardan oluşuyordu, yerde de eski kilimler vardı. Fakat Müzdelife’deki çadırlar çelik borularla ve daha kaliteli brandalarla yapılmış. Yerde halıların serili olduğu çadırlar portatif ev gibiler. Bölme çadırları indirildiğinde birçok aile bağımsız olarak kalabilir.
Çadırlara yerleştikten sonra akşam ve yatsı namazlarını birleştirerek ikame ettik. Saat 23.00’te Müzdelife vakfesini ve duayı yaptık. Vakfe yapılıp dua edildikten sonra saat 24.00’te Diyanet ve ona bağlı olarak gelen Türkiye’li kafileler diyanetin fetvası üzerine taşlama yapmak üzere Cemerat’a gittiler. Biz bağımsız ve serbest/sivil hacı adayları boşalan çadırdaki bölme brandalarını indirip oda haline getirdik ve daha rahat bir şekilde orada sabahladık. Sabahleyin dünyanın her yerindeki Müslümanlar Kurban Bayramı namazı için camilere akarken biz de akşamdan topladığımız taşlarımızı alıp gün doğmadan Cemerata (Şeytan taşlama yerlerindeki her sütuna cemre dendiği için böyle adlandırılmış) yürüyerek gittik. Taşlama, Cemerat diye adlandırılan yapılar içinde üç katta yapılabilecek şekilde yükseltilen oval sütunlara nohut tanesi büyüklüğünde taşlar atılarak yapılmaktadır.[1]
Bayramın birinci günü kolay ve izdiham yaşamadan sadece büyük şeytanı temsil eden birinci sütunu taşladık. İnsanlar taşlama yerlerine varmadan önce yapılmış özel yollar ve yürüyen merdivenlerle üç kata yönlendiriliyor. Taşlama katına giren herkes kendisine göre bir strateji ve yöntem belirleyip yedi taşı sembolik sütuna atıyor. Bu olayın görülüp yaşanmadan anlatılması zordur. Aslında hacdaki birçok kuralın yerine getirilmesi de böyledir. Onun için burada ayrıntılarıyla anlatmaya çalışmayacağım. Yalnız şunu söylemek yerinde olabilir; hac süreci boyunca gündelik yaşamın günceli otomatik olarak iptal oluyor. İnsanı görevini tam olarak yapabilme sorumluluğu kuşatıyor; içiniz bu heyecan ve duygularla doluyor. Başka hiçbir şey düşünmüyorsunuz. Yaptığımız vakfe, dua, taşlama, tavaf ve sa’y süreci içinde ortamın kuvvetli bir eğitici-öğretici etkisini hissediyor ve bütün insanlar içinde bir insan olduğunuzu daha iyi anlıyorsunuz. Tüm insanlar gibi bir insan; o kadar…
Veda tavafında birinci şavtta yürürken ön taraftan çok etkileyici bir dua sesini işittim. Hemen sesin sahibini görmek için bakındım ve onu gördüm. Yaklaşık altmışlı yaşlarında, boyu posu yerinde, hafif esmer, başında iki ucu tepesinde toplu bir ucu arkaya sarkmış ve değişik bir şekilde örtülmüş kahverengi yaşmağı, ceviz yeşili cellabiyesi ile cesur ve bilinçli Müslüman tipi çizen bir adam… Hızlıca ona doğru yürüyüp yanına yaklaştım ve söylediklerini anlamaya çalıştım. Omzunun hizasına kadar kaldırmış olduğu sağ elinin işaret parmağını arkaya ve öne doğru, göğsü hizasında tuttuğu sol elini de yumruk yapmış ve başparmağını yukarı dikmiş ve yukarı aşağı sallıyor. Bir taraftan da ellerinin hareketine uygun bir ritimde ve biraz yüksek sesle sanki karşısındaki birisi ile konuşur gibi dua ediyor; işte DUA budur, Rab ile söyleşi… Sesi el, kol ve parmak hareketlerine göre yükselip alçalıyor. Artık birlikte yürüyorduk ve ondan ayrı kalmamak için insan selinde büyük çaba sarf ediyordum.
Sözlerinin bir kısmını anlıyor, anlamadığım kelimeleri düşünerek boşlukları dolduruyordum. Söylediklerinin bir kısmını heyecanla tekrarlıyordu. Cesur devrimci Yemenlilere benzediği için, onu bu hac döneminin İbrahim’i ilân edip “Yemenli İbrahim” adını verdim. Çünkü barış, güven ve huzurları için dua ettiği ülkeleri heyecanla sayarken Yemen’e ayrı bir vurgu yapıyordu. Kendisine bir şey soramazdım, çünkü gerçekten o tek başına bir ümmet olmanın bilinci ile işlevini yerine getirmeye çalışan Hz. İbrahim gibiydi…
Yemenli İbrahim, Filistin, Afganistan, Çeçenistan, Suriye, Mısır, Yemen, Tunus, Irak, (özellikle vurgulayarak) Suudi Arabistan ve başka mazlum milletlerin özgürlüğü için, Allah’tan yardım talep ediyordu. Özellikle Yemen, Libya, Irak ve Suriye için barış, huzur, güven ve devrimlerinin başarıya ulaşması için Allah’tan çok acil olarak yardım istiyor ve “Acil” kelimesini “Acil, acil, acil!” diyerek defalarca tekrarlıyordu. Ben de kendisine “İnşallah, inşallah, inşallah!” ve “Âmin, âmin!” diyerek eşlik ediyordum. O da bunun farkındaydı ve az sonra bize otuz yaşlarında bir genç daha katıldı ve birlikte iki defa döndük. Böyle bir kahraman Müslüman’la karşılaştığım için çok memnundum. Ne zamandır böyle bir durumu arzuluyordum. Mukallit bir kalabalık içinde bir İBRAHİM bulmanın mutluluğunu yaşadım, Elhamdülillah…
Üçüncü şavtta Hacer-i Esved’ in hizasına yaklaştığımızda İbrahim’in yanına yakışıklı, çok temiz giyimli, uzun boylu orta yaşlı bir Suudi Arabistanlı yaklaştı ve ona bir şeyler söylemeye başladı. Suudlu, İbrahim’e böyle sözler söylememesini, herkesin yaptığı gibi dua etmesini söylüyordu. İbrahim önce onu dinlemedi, Suudlu ısrarla sözlerini tekrarlayınca, İbrahim de ona, ne yaptığının bilincinde olduğunu ve aynı sözleri söylemeye devam edeceğini yüksek sesle haykırdı. Ve Yemenli İbrahim yüksek sesle Ebu Cehil ve destekçilerinin yok olacağını, İslâm memleketlerinde devrimlerin süreceğini haykırıyordu. Biz de “Âmin!” ve “İnşallah” diyorduk. Anlaşılan Suudlu (belki de yetki verilmiş görevli) rahatsız olmuştu. İbrahim ona yüksek sesle tamamını anlayamadığım bir şeyler söyleyince, Suudlu oradan sağa geçip ilerleyerek gitti, biz aynı şekilde dua ve âminlerle yürüyüşümüzü sürdürdük. Beşinci şavtı tamamladığımızda Yemenli İbrahim yedincisini tamamlamıştı. Slogan atar gibi, HAYKIRIŞ VE HIÇKIRIK ÇIĞLIKLARIYLA duasını tekrar ederek dışarı doğru yürüdü; “Ya Rabbi, Ya Rabbi, Ya Rabbi! Ebu Cehillere ölüm, Yemen’deki, Libya’daki, Suriye’deki, Afganistan’daki, Mısır’daki ve Irak’taki Müslümanlara acilen, acilen, acilen zafer!” İşte bunlar; Yemenli İbrahim’in ömür boyu unutamayacağım sözleri… (Oldukça mütevazı Arapça bilgimle böyle güzel bir tavaf yaşadım, elhamdülillah!)[2]
Arafat ile Müzdelife’de vakfe ve ikisinde de birleşik salât; Mina’ daki Cemerat’ta taşlama, Kâbe’yi tavaf, Safa ve Merve arasında sa’y… Bunların hepsi birkaç milyon insanla aynı anda yapılıyor. Hac, tam bir toplumsallık tecrübesidir. Her şey bir yana, hac bir yana değil; hac da bütünde bir parça…
Veda Tavafını bitirince Mescidi Haram’ın merdivenlerinde biraz oturup dinlendikten sonra terasa çıkıp oradan Kâbe’yi ve tavaf edenleri izledik. Muhteşem bir görüntü... Bir üst kata çıktık, oradan da gördüğümüz aynı manzara. Yüz binlerce insan bir merkez etrafında dalgalar halinde dönüyor, dönüyordu. Arafat, Müzdelife ve Cemerat’ta saatlerce birlikte olan insanları da düşünürsek Maide sûresinin 97’nci ayetinde geçen “kıyamen lin nâsi” ifadesini daha iyi anlayabiliriz. Kâbe ve hac olayı üzerine düşünüp ‘kıyam’ kavramı bağlamında şunu söyleyebiliriz: Orası insanlık için kuvvetlerin bileşkesinin oluştuğu güvenli ve güven verici bir merkez… Pekâlâ! Ama o insanlar nerede? Buradakilerin onlar olduğu söylenebilir mi? Kendi adıma Yemenli İbrahim ve Afganistanlı Nimetullah için, evet! Ya diğerleri!!!???
Mekke’ye gittiğimiz ilk günlerin birinde çeşitli yerlere ziyarete giden bir kafileye ait bir otobüse bindim. Yola koyulduk, derken, Hira dağı göründü, altındaki düzlükte bulunan yolda otobüsümüz ilerlerken, ben dağın tepesindeki mağarayı düşünmeye dalmışım… Otobüs durunca ayıldım ve hızlı bir şekilde inip tam karşısında durdum. Evet, işte dağ ve dağlar! O an şu ayetin anlamı canlandı hayalimde… “Lev enzelna hazel Kur’an âlâ cebelin leraeytehu haşian mutesaddian min haşyetillah ve tilkel emsalu nedribuha linnasi leallehum yetefekkeruun / Eğer Biz, Bu Kur’an’ı bir dağa indirmiş olsaydık, sen onu Allah’a olan bağlılığı ve saygısından ötürü baş eğmiş, paramparça olmuş görürdün. İşte biz bu örnekleri insanlara iyice düşünsünler diye veriyoruz!” (Haşr 59: 21). Sonra da şu soru geçti içimden: Dağlar paramparça olurdu; ya insanlar, sen, ben, o, hepimiz ne olduk? İstenen bilince erdik mi, mübarek mesajlarla?
“Hacc” kavramı, hac menâsiki ile birlikte şu anlamlara da gelmektedir:
Az önceki bilgiyi şu nedenle paylaştım: Hac sezonunda dünyanın değişik yerlerinden gelen insanların, geldikleri memleketlerine sadece valizlerin ağırlıklarını artırarak geri gitmeleri doğru değildir. Bu noktada yukarıda da paylaştığım gibi bir anlamı da “tartışma, münakaşa, müzakere” olan hac uygulaması, bu yönüyle de değerlendirilmelidir.
Matbaa, fotokopi gibi, yani mekanik çoğaltma araçlarının olmadığı eski zamanlarda şöyle bir uygulama varmış: Dünyanın değişik yerlerinden gelen bilginler kendi aralarında söyleşiler yaparlar, yazdıkları kitapları birbirlerine sunarlar, aralarında tartışırlardı (yani; hacc ederlerdi). İsteyenler, istedikleri kitabı, risaleyi, mektubu ve konuşma metnini hac süresi boyunca Kâbe’de bulunan yazıcıların çoğalttıkları el yazması nüshalardan edinirlermiş. Bu bağlamda bir kısmı tekrar olacak ama Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu hocadan dinlediğim aşağıdaki sözlerini paylaşmak istiyorum: “Hac, tam bir bilgi alış-veriş ortamıdır. Hac günlerinde değişik ülkelerden gelen bilginler elyazması kitaplarını getirirler ve birbirlerine sunarlardı. Kitaplar üzerinde tartışmalar yapılırdı. İsteyenler için orada hazır bulunan hattatlar (yazıcılar) tarafından istenen kitabın nüshaları hemen yazılırdı. Mekke ve Medine’de karşılıklı bilimler öğreniliyordu. Bu yanıyla Hac müthiş bir “network” merkezidir.”[3]
Hacla ilgili farklı gözlem anlamında Edward W. Said’in şu tespitlerini paylaşmak ilginç gelebilir: “Her hacı şeyleri kendine özgü bir biçimde görür; ama bir hac yolculuğunun yönelebileceği şeylerin, girebileceği kalıpların, biçimlerin açığa çıkaracağı hakikatlerin de bir sınırı vardır. Şark’taki tüm hac yolculukları kutsal topraklardan geçiyordu ya da geçmek zorundaydı; kaldı ki bunların birçoğu, geniş bereketli Şark’tan Yahudi-Hıristiyan/Yunan-Roma gerçekliğinin bir kısmını kurtarmaya ya da bu gerçekliği yeniden canlandırmaya yönelik girişimlerdi aslında.”[4]
“Kinglake’nin (Alexander William Kinglake) Eothen’i (1844) ile Burtun’ın (Richard Burton) Medine ile Mekke’ye Bir Hac Seyahatinin Kişisel Öyküsü (1855-1856) gibi yapıtların biçimi, yazarlar sanki bir maceraya değil de bir şark pazarına yapılan alışveriş yolculuğunu anlatıyorlarmışçasına katı bir tarihdizimsellik ve vazifeşinas bir çizgisellik taşır. … Kinglake, hiçbir Şark dilini bilmediğini kaygısızca itiraf etse de, bu bilgisizlik onu Şark hakkında, Şark kültürü, zihniyeti, toplumu hakkında kapsamlı genellemeler yapmaktan alıkoymaz.”[5]
“Seyahat eden bir maceracı olarak Burton, topraklarında yaşadığı insanların yaşamını paylaştığı kanısındaydı. Şarklı olmayı becermek konusunda T.E. Lawrence’dan daha çok başarılıydı; dili kusursuz konuşmakla kalmıyordu, İslâm’ın kalbine sızabilmiş. Hintli Müslüman bir hekim kılığında Mekke’ye hacca gitmişti.”[6]
[1] Bu uygulamanın anlam ve yorumu hakkında Ali Şeriati’nin Hac kitabındaki ilgili bölümün okunmasını önemle öneriyorum.
[2]Afganistan’lı Nimetullah; O da benim gibi azıcık Arapça biliyormuş. Bir sonraki yılda gerçekleştirdiğimiz Hacda kendisini bilinçli bir Müslüman olarak gördüğüm için, yılın Hacısı olarak onu seçtim. Veda tavafını birlikte tamamladık. Yaşı benden küçüktü, ama Afgan Cihadının tarihini biliyordu. Gulbeddin Hikmetyar, Muhammed Rabbani ve hatırlayıp sorduğum diğer mücahitleri tanıyormuş. Nimetullah, o güzel sesini hafif yükselterek ve hıçkırıklarla ağlıyordu, bazen de gürleyerek dua ediyordu. Bütün tavafı birlikte tamamladık. Veda tavafını tamamlamamız, bizi hüzünlendirdi ve ikimiz de ağlayarak birbirimize sarılıp vedalaştık.
[3] Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu, İstanbul Medeniyet Üniversitesi’ndeki Felsefe Seminerleri Programından.
[4] Edward W. Said, Şarkiyatçılık/Batı’nın Şark Anlayışları, Çeviren: Berna Yıldırım, s. 180, Metis Yayınları, Dokuzuncu Basım, İstanbul-2016
[5] Edward W. Said, (a. g. e.), s: 205
[6] Edward W. Said, (a. g. e.), s: 207
60. Sayı (2018)
Günlük