Câmi' Olan Allah, İnsanı Tevhid ile Toplar

Mustafa İSLAMOĞLU

LÜGAVÎ ÇERÇEVE

El-Câmi’, Kur’an’da yer alan esma-i hüsnadandır. Allah’a isnatla isim formunda gelir. Eşsiz ve benzersiz toparlayıcı, varlığı derleyip toparlayan, hesap günü insanları bir araya toplayan sonsuz ve mutlak özne demektir.

C-m-‘a kökü, toplama ve bir araya getirmeye delalet eder. Beyn ile birlikte “evlenmek, ilişki kurmak” anlamına gelir (4:23). İnsan topluluğuna el-cem’ denilir (3:155). Ekseru cem‘an, “çok mal biriktiren” demektir (28:78). Cem’in zıddı “ayırma” anlamındaki fasl’dır.

Yevmu’l-cumu’a, “toplanma günü” demektir, Müslümanların haftalık zorunlu cemaat namazına cumu’a (Cuma) adı, o beldede yaşayan İslam cemaatini bir araya getirdiği için verilmiştir. Mü’minleri bir araya topladığı için İslam mabedine cami’ adı verilir. Cemî’ “topluluk, tümü, hepsi, ordu” anlamındadır (36:32). Mecmû’ “toplanıp bir araya getirilmiş” demektir.

İctimâ’, toplanma veya toparlanma demektir. İctimâ’ ile mucâvera arasında fark vardır. İlki üç veya daha fazla birim arasında gerçekleşir, ikincisi iki birim arasında gerçekleşir.

Cemâ’ah, Türkçeye “cemaat” olarak geçmiştir. Belli bir amaç için gönüllü ve iradeleriyle bir araya gelmiş topluluğu ifade eder.

Câmi’, ism-i fail kalıbıdır. Toplama işini adet hâline getiren özneye verilen isimdir. El-Câmi’, Allah’ın ismidir. Kullanıldığı yerler dikkate alındığında, “herkesi layık olduğu yerde, layık olduğu insanların arasında toplayan eşsiz ve benzersiz, mutlak ve sonsuz özne” vurgusunu taşır.

 

 

NAZARÎ ÇERÇEVE

 

Câmi’ olan Allah, insanı tevhîd ile toplar

Parçalanmaktan ve dağılmaktan münezzeh mutlak bütün (es-Samed), sadece Yaratan’dır. Yaratılan ise bunun tersidir: Parçalanır ve dağılır. Zira tüm yaratılmışlar âlemi, bileşik varlıklardan oluşmuştur. Varlıklar, terkiplerini korudukları oranda kimliklerini muhafaza edebilirler. Eğer terkipleri bozulur ve dağılırlarsa onlar artık başka bir varlığa dönüşürler. Kimlikleri ve isimleri de değişir.

Câmi’ olan Allah, sadece yaratılmışlar âlemini oluşturan her bir varlığı bileşik olarak yaratan değil aynı zamanda onları bulunduğu terkip üzere bir arada tutandır. O, bunu yasalarıyla yapar. Eşya, kendisini bir arada tutan yasaların boyunduruğundan çıkınca dağılır. Bu dağılmanın ardından onu başka bir terkip ile toparlayan yine Câmi’ olan Allah’tır.

Câmi’ isminin insanın maddi tarafına yönelik bir tecellisi olduğu gibi, insanın manevi tarafına yönelik bir tecellisi de vardır. Zira insanın manevi tarafı da dağılır. Şirk, küfür, günah, fısk, nifak gibi durumlar insanı dağıttığı ve parçaladığı için yasaktır. İnsanın manasının dağılması, maddesinin dağılmasından daha kötü sonuçlar doğurur. Rabbimiz insanı tevhîde çağırmakla, insanı dağılmaktan korumaktadır. Zira şirk insan ruhunu parçalar, tevhîd ise insanı dağılmaktan ve parçalanmaktan korur.

Câmi’ olan Allah’ın mü’minde inşa etmeyi murad ettiği bir akıl vardır. Biz buna İslam aklı diyoruz. Temyiz, yani seçip ayırmak, İslam aklının özelliklerinden biridir. İslam aklı kategorik değil analitik düşünür. Fakat bu, Batı tipi indirgemeye dayalı parçalayan bir analiz değil şeyleri yaratıldığı yere koyan temyize dayalı bir analizdir. Zira İslam aklının başat özelliklerinden biridir cami olmak. Cami olan İslam aklı; dağıtmaz toplar, parçalamaz bütünleştirir, ilişki kesmez ilişki kurar, bağı koparmaz kopmuş olanları bağlar. Kur’an, yoldan sapmışlar için “Onlar Allah’ın kurulmasını emrettiği bağları koparırlar” (2:27) der. Basiret sahiplerini tarif eden bir ayet ise “Onlar ki Allah’ın kurulmasını emrettiği bağları kurarlar” (13:21) der.

Kur’an’ın, Hz. Peygamber’in örnekliğinde inşa ettiği İslam aklı başlangıçta cami idi. Bu cami, akıl sahiplerini muvahhid birer mü’min kılıyordu. Topluluklarını duygu, düşünce ve eylem birliği sahibi bir cemaat kılıyordu. Mabedlerini cami kılıyordu. Haftalık toplantılarını Cuma kılıyordu.

Cami olan İslam aklı mü’minlerin duygu, düşünce ve eylem dünyalarını birbirinden koparmıyordu. Aksine onları bir araya topluyor ve bütünleştiriyordu. Bu bütünlük dini ve hayatı algılamada da kendini gösterdi. Allah Rasulü, bu bütünselliğin parçalanmasına asla izin vermedi. Ruhbanlık eğilimleri gösteren bazı sahabeleri frenlemiş, “Ben size güzel bir örnek değil miyim?” diye azarlamıştı. Mekke’nin fethi sırasında, “Bugün intikam günüdür,” diye nara atan komutanını görevden almıştı. Namazda ayakkabıları çıkarma meselesinde kendini körü körüne taklit etmek isteyenlere mani olmuştu. Sahur vakti yastığının altına beyaz ve siyah ip koyduğunu söyleyen sahabeye kafasını çalıştırmadığını söyleyerek çıkışmıştı.

 

Cami olan İslam aklının parçalanma süreci

Fakat çok geçmeden cami olan İslam aklı parçalandı. Bu parçalanma, üç farklı bilgi sistemi üzerinden kurumlaştı: 1. Burhan bilgi sistemi. 2. Beyan bilgi sistemi. 3. İrfan bilgi sistemi. Burhan ve İrfan bilgi sistemleri kadim geleneklerden besleniyorlardı. İlki aklı, ikincisi keşfi araç olarak kullanıyordu. Fakat Beyan bilgi sistemi bunlara alternatif olarak Müslümanların eliyle kurulmuştu. Araç olarak nassı kullanıyordu.

Aklı araç olarak kullanan Burhan bilgi sistemi, kadim felsefe geleneğine yaslandı. Keşfi araç olarak kullanan İrfan bilgi sistemi; kadim, mistik ve batınî geleneklere yaslandı. Nassı araç olarak kullanan Beyan bilgi sistemi, kahir ekseriyeti Kur’an’ın nüzulünden sonra üretilen rivayet kültürüne yaslandı.

Cami olan İslam aklı için en tehlikelisi, bu sonuncusuydu. Zira felsefe, muhafazakâr ve gelenekçi kesimler tarafından zaten yabancı menşeli bir ürün gibi görülüyordu. Müslümanlar ona karşı temkinli yaklaştılar. Bu temkin, hicri 5. yüzyıldan sonra felsefe düşmanlığına kadar vardırıldı. Bir de tabiatı icabı felsefe, seçkinlerin uğraş alanıydı. Bu da ona baştan kaybettiriyordu. Ne de olsa Kur’an, “İnsanların çoğu akletmez,” diyordu.

Mistik ve batınî geleneklere yaslanan İrfan bilgi sistemi mensupları daha şanslılardı. Bunun sebebi, mistik eğilimlerin geniş halk kitlelerini kolayca etkilemesiydi. Geniş kitlelerin dışarıya olan ilgisini kesip kendi iç dünyasına yönelttiği için, yöneticilerin hoşuna da gidiyordu. “Bir dost bir post yeter bana,” diyen insan tipi, yöneticiler için en muteber tipti. Nitekim destek vermekte gecikmediler. Böylece mistiklerin nüfuzundan da istifade etmiş olacaklardı.

Rivayet kültürüne yaslanan Beyan bilgi sistemi, bu üç sistem içinde şansı en yüksek olandı. Bir kere kendini doğrudan nassa nispet ediyordu. Tabi ki bu nass tanımı kişiye göre değişiyordu. Bu kişinin fıkıhçı mı, hadisçi mi, siyerci mi, kelamcı mı, tefsirci mi oluşuna göre bir nass tarifi çıkıyordu ortaya. Nass adı altında hayli geniş bir ambarın kapağı açılmış, herkes işine yarayacağını düşündüğü malzemeyi içine atıyordu. Bu ambarı en çok dolduran da hadisi bir ideoloji hâline getiren hadisçiler oldu. Öyle ki ilerleyen yüzyıllarda diğer İslâmî ilimlerin attıkları, hadisçilerin attıkları yanında devede kulak bile değildi.

Beyan bilgi sistemi, medreseyi mekân edindi. İrfan bilgi sistemi tekke ve zaviyeyi mekân edindi. Burhan bilgi sistemi bu üçünün içinde mekânsız kaldı. Bir ara kendisine Halife Me’mun’un şahsında çok iyi bir hami bulmuştu. Beytu’l-Hikme altın çağını onun zamanında yaşadı. Me’mun hikmet delisi olmalıydı ki Bizans imparatoru III. Michael’e (842-867) karşı kazandığı zaferin savaş tazminatına karşılık sadece kitap istiyordu. Bu tarihte eşi görülmemiş bir şeydi. İslam’ın toprak fetihlerinden daha büyük bir fetihti insanlığın kadim ilim mirasının fethi.

Müslüman Bağdat, dünyanın cins kafalarını inanç, ırk ve kültür farklılığına bakmaksızın bünyesinde toplamıştı. Harranlı Sabii allame Sabit b. Kurra ve matematikçi el-Battani’yi, bedevi torunu Arap allame el-Kindi’yi, Hintli el-Fezari’yi, Yahudi astronom Maşaallah’ı, Zerdüşti Nevbahti’yi, Sasani ilim merkezi Cündişapur’un mirasını taşıyan Nasturi hekim Yuhanna b. Maseveyh ve Cebrail b. Buhtişu’yu, deist filozof ve hekim Zekeriyya er-Razi’yi, Lahmilerin eski başkenti Hire Hristiyanlarından cins kafa bir yetim olan allame hekim Huneyn b. İshak’ı Bağdat’ta ilim sofrası etrafında toplamıştı. Cabir b. Hayyan, Nazzam, Cahız, Ebu Nasr Farabi, İbn Sina, Biruni, İbn Rüşd ve diğer İslam alimleri, Beytu’l-Hikme’de atılan temeller üzerinde yükselen binanın taşlarıydı.

İlim o kadar değer bulmuştu ki tercüme edilen veya yazılan kitaba, ağırlığınca altın vadedilmişti. Mütercimlerin aylık beş yüz dinar (altın lira) aldığı kayıtlara geçmişti.

Giderleri vakfiyelerden karşılanan Beytu’l-Hikme projesi bir devlet projesi olarak kalmadı. Öğrenme aşkı yüksek tabakaya sirayet etti. Bir seyyah Bağdat’ta Dicle kıyısında Beytu’l-Hikme türünden 100 ilim merkezi (Hizâne) gördüğünü nakledecektir. Bu model İslam coğrafyasının farklı bölgelerine taşınacak; Basra, Musul, Necef, Kahire, Kayravan, Meraga, Kurtuba’da Beytu’l- Hikme’nin benzerleri kurulacaktır. Sırf Fatımilerin Kahire’de kurduğu Daru’l-Hikme’de 1.600.000 kitap olduğu nakledilir. Rey (Tahran) kütüphanesinin sadece katalogları 10 cilt tutmaktadır. Yüzyıllar sonra ortaya çıkacak olan ilk İslam medreseleri, bilginin üretildiği bu Beytu’l-Hikmelerin üçüncü sınıf bir kopyası olmaktan öteye gidemeyecektir.

O dönem Batı dünyasının ilim açısından durumu içler acısıydı. Yunan’dan Roma’ya intikal eden kadim dünyanın ilim mirası, bulunduğu izbe kütüphanelerde kilise tarafından lanetlenmiş ve yok olmaya mahkûm edilmişti. Kilise bu kitaplara ilgi duyan kim varsa onu da lanetliyordu. 431’de felsefe ve tabiat ilimleriyle uğraştıkları için İznik Konsilince aforoz edilen Nasturius ve Nasturiler buna bir örnekti.

Beytu’l-Hikme’ye ilgi Mutasım ve Vasık dönemlerinde de sürdü. Büyük umutlarla kurulan ve az zamanda İslam fetihleri kadar büyük iş başaran Beytu’l-Hikme, hadisçilerin desteğini almak isteyen Mütevekkil tarafından işlevsizleştirildi. Kazan kaldırmış yeniçeriyi susturmak için önüne atılan sadrazam kellesi gibi, bu bilgelik akademisi de hasımlarının öfkesini yatıştırmak için işlevsizleştirildi.

 

Kur’an’da Câmi’ ismi

Kur’an’da câmi’ ismi üç yerde gelir. Bunların ikisi Allah’a isnatla kullanılır. İlki Âl-i İmran Suresi’nin 9. ayetinde, ikincisi Nisa Suresi’nin 140. ayetinde yer alır. Câmi’ isminin dört özelliği vardır:

1. Medeni bir isimdir, nüktesi şu olsa gerektir: İman edenlere: “Ey İslam cemaati! Ağır bir muhalefet sınavının ardından iktidarla sınanıyorsunuz. Eğer vahyin çağrısının etrafında Allah Rasulü’nün imametinde cem olursanız, Allah sizi cennetinde cem edecektir. Sakın bu birliği bozmayın!” İnkâr edenlere: “Ey inkârcılar! Eğer vahyin çağrısına karşı kâfirler güruhunda olmayı tercih ederseniz Allah sizi ahirette cehennemlikler güruhu içinde toplayacaktır.”

2. Geldiği iki yerde de terkip olarak gelir: İlki, “insanlığı toplayan”; ikincisi, “ikiyüzlüleri toplayan” şeklindedir. Bunun nüktesi şudur: Câmi’ ismi Allah’ın zatına değil fiiline dönük bir isimdir. Bu ismin tecellisi ancak nesnesinin varlığına tabidir. Allah, toparlanması gereken yaratılmışlar var olduğu için Câmi’dir.

3. Geldiği iki yerde de ahirete müteallik olarak gelir: Allah dünyada da Câmi’dir ahirette de. Fakat dünyada Câmi’ isminin tecellisini sebeplere bağlamıştır. Ahirette ise Câmi’ ismi doğrudan tecelli edecektir. İnsanoğlu, “Allah bu kadar insanı nasıl toparlayacak?” demesin. O’nun Câmi’ diye bir sıfatının olduğunu asla unutmasın. Bu kâinatı içindekilerle birlikte yoktan var eden, insan türünü vardan var edip ahirette toparlayamaz mı?

4. Câmi’ ismi, ef’al-i hüsnada karşılığı olan isimlerdendir. Allah’a isnatla, hemen her çeşit fiil formuyla (cema’nâ, necma’a, yecma’u) gelir. Yine hemen tamamına yakını ahirete müteallik bağlamlarda gelir. Bu da esma-i hüsna ile ef’al-i hüsna arasındaki anlam bağını gösterir. Kur’an’ın olağanüstü edebi boyutunun sayısız delillerinden biri de bu olmuş olur.

 

Allah câmiu’n-nâs’tır

Allah’ın el-Câmi’ oluşuna iman, Allah’a imanın bir parçasıdır. Zira Rabbimiz kendini Kur’an’da bu isimle vasfetmiştir. Mü’mine düşen, O kendisini nasıl vasfediyorsa O’nu öyle bilmektir.

İnsanın düşüncesi dağılır, duygusu dağılır, gönlü dağılır, kendisi dağılır, iç dünyası dağılır. Bazen olur ki insan kendi kendisini toparlamakta zorlanır. İşte böylesi zor zamanlarda Allah’a Câmi’ ismi üzerinden iltica edilir. Bu isim bazen iman üzerinden, bazen vicdan üzerinden, bazen akıl ve irade üzerinden tecelli eder. Ama her daim Kur’an üzerinden tecelli eder. İnsan bu tecelli ile kendini toparlar. Eğer insan kendini toparlamazsa, unutmamalıdır ki, onu Allah kıyamet günü kendi gönlüne bırakmadan toparlayacaktır: “Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi saptırma ve bize katından bir rahmet bahşet: çünkü yalnızca Sensin hiç karşılıksız sınırsızca lûtfeden.” “Rabbimiz! Geleceğinden kuşku duyulmayan o günde Sen insanlığı bir araya toplayacaksın! Çünkü Allah vaadinden asla dönmez.” (Âl-i İmran 3:8-9)

 

87. Sayı (2023)

Başyazı

 

 

 

Follow