Mustafa İslamoğlu ile Hayat Kitabı Kur’an Üzerine
Mülakatçılar: Fethi Güngör, Fatih Okumuş, Muharrem Baykul
Muhterem hocam, öncelikle mülakat için vakit ayırdığınızdan dolayı teşekkür ederiz. Kur’ani Hayat Dergisi vesilesiyle sizinle yeni tanışacak okuyucularımız için, Mustafa İslamoğlu’nu kendi ağzınızdan kısaca tanıyabilir miyiz?
Ben de bu vesileyle Kur’ani Hayat Dergisi’ne uzun ömürler diliyorum. Allah mübarek etsin. Gelişi güzel oldu. İnşaallah yürüyüşü de güzel olur. Yüce Kur’an’ı hayata aktarmada bir vesile olur inşaallah. Kayseri’nin Develi ilçesinde 28 Ekim 1960’ta doğdum. İçinde doğduğum ev bir ilim yuvasıydı. İlk tahsilimi doğduğum ilçede yaptım. Annemi 3,5 yaşımda kaybettim. Öksüz büyümenin avantaj ve dezavantajlarını gördüm. İlk Arapça eğitimimi ve ilk Münebbihat gibi basit metinleri, sarf nahiv gibi metinleri pederimden okudum. Orta öğrenimimi aynı ilçede yaptım. Yüksek öğrenimimi önce Kayseri’de daha sonra Kahire’de yaptım. Edebiyat merakım erken yaşlarda başladı. İlk şiirim yayınlandığında 16 yaşındaydım. Daha sonra rahmetli Cahit Zarifoğlu’nun editörlüğünü yaptığı Mavera dergisinde okuyucular sayfasında yazılar yazmaya başladım. Şiir, günce, deneme, eleştiri gibi edebi ürünlerim Yaşar Kaplan beyin çıkardığı Aylık Dergi’de yayımlandı. Daha sonra müteaddid dergilerde yazdım. İlk kitabım da bir şiir kitabıdır: Heyelan. İslami ilimlere ta başından beri ilgim vardı. Asıl yoğunlaşmam 80’li yılların ortasında başladı. Kahire yıllarında hem okudum, hem okuttum, hem yazdım. İmamlar ve Sultanlar, hatta Yürek Devleti Kahire’de kaleme alındı. Döndükten sonra tefsir derslerine başladım. Talebe yetiştirme faaliyetlerim 1983’te başlamıştı. Eğitim faaliyetlerinin resmi hüviyete bürünmesi 1989’da Akabe Vakfı ile oldu. Aynı yıl yine Denge Yayınları kuruldu. Fakirin her ikisinde de emeği, çabası oldu. 1992 yılından itibaren de Tefsir Dersleri başladı. Meal, tefsir derslerine başladığımda düşündüğüm bir şey değildi. İlk yaptığım meal sayfası şu an elimde duruyor. İlginçtir, baktığımda üzerinde 1995 tarihini gördüm. Demek ki, ilk kez gündemime 1995’te girdi meal. Asıl gündemime giren meal bundan 11 sene evvel 1997’nin sonunda başlayan sesli ve görüntülü tefsir projemizdi. O tefsir projemiz eşliğinde zaten bir meal yapıyorduk. Çünkü görüntülü çekimlere ders hazırlıyordum. Bu çekimlere elimde herhangi bir mealle gelmiyordum. Gerek 29 Haziranda Hitamuhu Misk programıyla sona eren 15 yıl süren derslerde, gerekse 11 yıl süren stüdyo derslerinde elime herhangi bir meal alıp da mealden tefsir dersi vermiş değilim. Elime hiç meal almadım bu süreçte. Dolayısıyla kendi mealimizi veriyorduk. Zaten bu bir zaruretti. Madem bu bir zaruret, bu meali yapacağız, bu mealden başkaları da faydalansın diyerek yola çıktık. Dolayısıyla bu kendini bize tahmil eden, bize yükleyen bir vazife oldu. Evliliğimizi 1985 yılında yaptık, 5 emanetimiz var. Sözün özü; Kur’an’ın talebesi olmaktan başka iftiharı olmayan Allah’ın aciz bir kuluyum.
Hocam, Türkiye’deki ve dünyadaki Kur’an çalışmalarının durumu hakkında bilgi verebilir misiniz?
Türkiye’deki ve dünyadaki Kur’an çalışmalarını önce ikiye ayırabiliriz: Birincisi akademik camiada yapılan çalışmalar, ikincisi sivil çalışmalar. Yine bir başka açıdan ikiye ayırabiliriz: Oryantalist zihniyetle yapılan çalışmalar. Bunu da kendi içinde ikiye ayırabiliriz: Yabancı oryantalistlerin yaptığı çalışmalar, yerli oryantalistlerin yaptığı çalışmalar. İkincisi de oryantalist zihniyetle olmayıp içerden olan, yani kendisini içerden bilen; yani inananların, müminlerin yaptığı çalışmalar diye yine ikili bir kategori ortaya koyabiliriz. Birinci kategoride biraz açacak olursak, akademik çalışmalar maalesef akademik dünyanın iniş ve çıkışlarına bağlı olarak iniş çıkışlar gösteren bir eğilim taşıyor. Akademik dünya zenginleşince özgürleşince kalitesi artınca akademik çalışmaların da kalitesi artıyor. Ama maalesef yurtiçi çalışmaları için en azından birçoğu için aynı şeyi söyleyemem. Tabii ki istisnaları var, onların hakkını asla yemek istemem. Zaten Türkiye’de YÖK sistemi, İlahiyat eğitimini İlahiyat Fakültelerini yani dini eğitimin zeminini kaydırdı. Maalesef YÖK’ün Türkiye’de bilinçli bir biçimde kalitesiz ilahiyatçı hedefi şu an itibariyle tutmuş gözüküyor. Tabii ki istisnaları tenzih ederek söylüyorum burada. Ankara Okulu’nun çalışmalarını küçümsemem, Marmara İlahiyat’ta yapılan bazı hocaların ferdi gayretlerini, çabalarını asla küçük göremeyiz; ama bunlar hepsi istisnai düzeyde kaldı. Bir de maalesef akademik çalışmalar daha çok “icada dayalı”, ’’yaratıcı’’ olmaktan çok, suyuna tirit çalışmalar oldu. Belki bunda da temel faktör insan unsurundan kaynaklandı. Yani nitelikli insan unsuru ilahiyatları tercih etmedi. Tercih etmemesinin birçok sebebi vardı. İçinde yaşadığımız toplumda dinin algılanış biçimi, devlet-din ilişkilerinin hastalıklı mahiyeti, dinin yükselen bir değer olup olmaması, istihdam meselesi vb. gibi birçok faktör var burada, ama en başında kaliteli insan unsurunun dini ilimler alanına geçmemesi, o alanı tercih etmemesi. Bunun birçok sebepleri olabilir, bahs-i diger o. Bundan mütevellit araştırmalarda bir kısırlık, kalite düşüklüğü yaşandığı kanaatindeyim.
Yurt dışındaki çalışmalar için de belki benzer şeyler söylemek mümkün, ama bazen kayan bir yıldız gibi semamızda yıldızlar da görüyoruz. Yüzyılımızda yapılan çalışmalar içerisinde mesela bir Abdullah Dıraz’ın çalışmasını saygı ve minnetle anmak lazım. Yani bir Kur’ani Ahlak eseri ve daha doğrusu doktora tezi. Yine Aişe Abdurrahman’ın o muhteşem çalışmalarını burada anmalıyım! et-Tefsiru’l-Beyani’si küçücük iki ciltten oluşmasına rağmen dev eserlerdir diyebilirim. Ve yine el-İ’cazu’l-Beyani li’l-Kur’an ve Mesailu İbni’l-Ezrak adlı eseri Aişe Abdurrahman’ın, özgün çalışmalardan biridir. Ağzına kadar yepyeni araştırma ve bulgularla doludur. Bunun dışında Suudi Arabistan’da bazı çalışmalar var, fakat bu çalışmalarda bir tutukluk görüyorum. Sanki genç yeteneklere çalışmayı sipariş eden hocaların şuraya dokunmayın, buraya dokunmayın gibi bir takım dokunulmaz alanlar koydukları izlenimi uyanıyor. Mesela Külliyatu’l-Elfaz gerçekten çaplı bir çalışma. İki ciltlik çalışmadır. Berik b. Said el-Karni Riyad’da iki ciltlik doktora tezi olarak hazırladı. Tefsir ilminde şimdiye kadar kavaid ve davabit cinsinden ne varsa, bu kuraldır, bu kaidedir diye bunun sorgulamasını yapmış, karşılaştırmalı örneklerle, tahkik yoluyla ve istikra yöntemiyle. Mesela şu yaygın bir kanaattir. Zerkeşi de bu kanaate katılır. Kur’an’da nerde er-Rîh gelirse olumsuzdur, er-Riyah gelirse olumludur. Bu kural gibi algılanmış olmasına rağmen ekseriyet bile değil sadece galibiyet ifade eden bir tesbittir. İstisnası boldur. Külliyatu’l-Elfaz’da buna benzer tüm külli kaidelerin hesabı verilmeye çalışılmış. Yine Riyad Üniversitesi’nde yapılmış 19. yüzyıl tefsir akımlarını ele alan üç cilt çalışma vardır mesela. O çalışmada ben bir şey bulamadım. Bu tip çalışmalar sağda solda oluyor. İran’da mesela Ebu Müslim el-İsfehani’nin tefsiri üzerine birden fazla doktora çalışması yapıldı. Bir tanesi zikredilmeye değer güzel bir çalışma, ama yine de ben yeterli görmüyorum. Tabii, Fazlurrahman’ın çalışmalarını ayrıca zikretmek lazım. Belki hepsi değilse de Nasr Hamid Ebuzeyd’in özellikle Mefhumu’n-Nass’ı zikretmek lazım. Gerçekten Ulumu’l-Kur’an alanında temel bir eleştiri getirmiş bir eserdir. Yemen’de yapılmış birkaç çalışma elime geçti. Buna benzer daha başka çalışmalar var. Türkiye’de çıkmış çalışmalar da var. Prof. Mehmet Okuyan’ın ahiret hakkındaki çalışması, Kur’an’dan yola çıkarak yapılmış özgün çalışmalara güzel bir örnek. Sözün özü, her şeye rağmen Kur’an’ın mucizeliği devam ediyor, Kur’an manalar sunmaya, ilgi odağı olmaya devam ediyor. İnşaallah kıyamete kadar da böyle devam edecek.
Hocam ilk sayımızda Aişe Abdurrahman ile ilgili dergimizde bir makale yayınlamıştık. Bunun gibi kayda değer çalışmaları dergimizde “Tefsir” ve “Müfessir” bölümlerimizde yayımlamayı istiyoruz. Ancak bu ilmi ve akademik çalışmalar bir yana Kur’an, Müslüman toplumların gündelik hayatına ne kadar müdahil olabiliyor? Sizin tespitleriniz, gözlemleriniz neler?
Kur’an Müslüman toplumların gündelik hayatına ne kadar müdahil oluyorsa o toplumlar o kadar Müslüman’dır. Yumurtasız omlet ne kadar mümkünse, Kur’an’sız Müslümanlık da o kadar mümkündür. Böyle bir iddia varsa eğer bu iddianın altı boş olmalı. Günümüzde Müslümanların yaşadığı problemin temelinde Kur’an’dan uzaklaşmayı, Kur’an’sız bir Müslümanlık modelinin yaygınlaşmış olmasını görüyorum. Bunu görmem boşuna değil. Çünkü 1400 yıllık ümmet tarihimizde vahiy ilk muhataplarının akıllarını karanlıklardan aydınlığa çıkardı. Bir başka ifadeyle, eşkıyadan evliya çıkardı. İlk muhataplarını deve çobanı olarak aldı, cihangire, müçtehide, mücahide çevirdi. Bu bir vaka, bu inkâr edilemez tarihi bir gerçek. Bunu kim yaptı? Bunu Kur’an yaptı. Çünkü Rasullullah’ı inşa eden de Kur’an’dı. Eğer biz bunu Rasul yaptı diyeceksek o zaman Rasul ne ile inşa oldu, dememiz lazım. Bu sorunun cevabı da aynı kapıya çıkar: Kur’an. Bunu Kur’an yaptı. Yani Kur’an’ı göz ardı ederek ilk neslin ortaya koyduğu o dâhiyane iman hamlesini hiç kimse izah edemez. İnsanlığın şahit olduğu en büyük iman hamlesini Kur’an’ı göz ardı ederek izah etmek mümkün değildir. O halde Kur’an tarihte bir kez yaptığı şeyi bugün niye yapmasın? Sosyolojik bir kuraldır bu, bir kez olan bir daha olabilir. Dolayısıyla, bu gücü niye tekerrür etmiyor, sualinin iki muhtemel cevabı var. Ya Kur’an’dan kaynaklanıyor, ya ümmetten kaynaklanıyor. Kur’an değişmediğine göre o şık iptal oldu. Geriye kaldı, ümmet. Yani bizden kaynaklanıyor. Demek ki bizim Kur’an’a bakışımız değişti. Yani bu değişikliği de fakir, Kur’an’ı nesneleştirme adı altında tahlil ediyor. Kur’an’ı nesneleştirdik! Kur’an özneydi. Kur’an’ın öznemiz olduğu çağlarda biz de tarihin öznesiydik. Tarihin yatağını biz belirliyorduk. Tarih nerden akacak, biz tespit ediyorduk, yatak açıyorduk, çığır açıyorduk, şir’a açıyorduk. Ve Kur’an bizi inşa ediyordu Biz hayatı inşa ediyorduk. Kur’an bizim ustamızdı biz de insanlığın ustasıydık. İnsanlık bizim arkamızdan geliyordu. Biz çiziyorduk onun akacağı yatağı. Ama ne zaman ki Kur’an nesneleşti, biz de tarihin nesnesi olduk. Yani Kur’an bizim elimizde nesneleşince biz de tarihin elinde nesneleştik. Tabiri caizse Kur’an’ı nesneleştirmenin cezasını tarihin nesnesi olmakla ödedik. Önceleri tarihin çığırını biz açıyorduk, nesneleşince tarihin yatağında akan çer-çöpe döndük.
Kur’an-ı Kerim’in şahsiyeti ve toplumu inşasında karşılaşılan en önemli sorunlar nelerdir?
Kur’an’ı Kerim’in şahsiyeti ve toplumu inşasında karşılaşılan en önemli problem aslında Kur’an’ı tasavvur biçimimiz. Kur’an tasavvurumuz, vahiy tasavvurumuz, vahye nasıl yaklaştığımız, nasıl baktığımız. Biraz önce nesneleşme dediğim şey de o işte. Kur’an şahsiyeti ve toplumu inşa ederken siz Kur’an’ın eline kendinizi ne kadar, nereye kadar teslim ediyorsunuz? Ve Kur’an inşa edermiş gibi yaparken aslında siz Kur’an’ı mı inşa ediyorsunuz? Kur’an’lar mı inşa ediyorsunuz? Yani kitaba mı uyuyorsunuz, kitabına mı uyduruyorsunuz, problem burada. Onun için şahsiyeti ve toplumu inşa ederken öncelikle ferdin Kur’an’a yaklaşmada bir vahiy tasavvuru olması lazım. Bu vahiy tasavvuru da Kur’an tarafından inşa edilmiş olması lazım. Vahiy ilahi bir inşa projesidir. Eğer böyle yaklaşmazsanız siz vahyi ölü kitaplar mezarlığına göndermiş olursunuz. Eğer siz vahye böyle yaklaşmazsanız inşa edici, hayat veren, -Kitab’ın kendisi böyle diyor: lima yuhyikum, Allah ile Rasulü’nün diriltici davetine icabet edin diyor, oradaki lima yuhyikum nedir? Bu vahiydir. Demek ki vahiy diriltirmiş. O halde, vahye ölü metin muamelesi yapan vahyi bizzat öldüren demektir. Vahye karşı cinayet işlemektir bu. İşte bizim temel sorunlarımızdan biri budur.
İkincisi, Kur’an’ın şahsiyeti ve toplumu inşasında ikinci yaşadığımız problem bizim özellikle içinde yaşadığımız toplumların maalesef tarihsel süreç içerisinde geleneğin ağır baskısına maruz kalmış olması ve Kur’an’ın her an yenileyen her an tazeleyen her dem canlandıran o hayatına talip olmamış olması. Bu da İbn Haldun’un tıpkı siteyi, medineyi tarif ederken medeniliğin yani umranın giderek bir toplumu tefessühe sürüklediğini, yani umranın aynı zamanda bir toplumun ölümünü de kendi içinde getirdiğini söylemesine benziyor. Bu bir kısır döngü müdür, bir paradoks mudur, bir kader midir? Ne diyeceğimiz, nerden baktığımıza bağlı; ama ilginç olan da şu ki, Kur’an’la yola çıkıyorsunuz, Kur’an’la inşa oluyorsunuz, Kur’an’la büyüyorsunuz, Kur’an’la medeniyet kuruyorsunuz, Kur’an’la disiplinler geliştiriyorsunuz, Kur’an’la devlet oluyorsunuz, Kur’an’la fütuhat yapıyorsunuz fakat bütün bunları elde ettiğiniz Kur’an’ı bütün bunları elde ettikten sonra ihmal ediyorsunuz, arkaya atıyorsunuz. En basit ifadesiyle bu vefaya sığmaz.
Hocam, bu süreç “ve men nu’ammirhu nunekkishu fi’l-halk” âyeti bağlamında daha iyi anlaşılabilir mi?
Kemaluhu zevaluhu, bir şeyin kemali o şeyin zevalidir. Yani tekrar şu anda vahye dönüş, kutsal kitaba dönüş yüzyılına girdik. 18. yüzyıl sömürgecilik yüzyılıydı, 19. yüzyıl küresel işgallerin yüzyılıydı, 20. yüzyıl ideolojik savaşlar yüzyılıydı, 21. yüzyıl vahye dönüş, kutsal kitaba dönüş, ahlaka dönüş, dine dönüş yüzyılı olacaktır inşaallah. Yani değerlere dönüş. İdeolojilerin insanlığa söyleyeceği yeni bir şey yok. İdeolojiler dinin yerine göz diktiler, dinin kesip attığı tırnak kadar bile olamadılar. Eğer kutsal kitaba dönüş söz konusuysa Kur’an rakipsizdir. Kur’an’ın rakibi yoktur. Dindarların “yobazlığından” şikâyet ettiler, kendileri öyle bir seküler yobazlıklar icad ettiler ki, kadim yobazlık onun yanında çok masum kaldı. Ve Müslümanlar şuna sevinsinler ki indiği günkü kadar ter u taze bulunan bir vahye sahipler. Yani değerlerini ürettikler kaynak el değmemiş bir biçimde kendilerine kadar 1400 yılın tortusunu aşarak önlerine gelmiş bulunuyor. Ben bundan daha büyük bir şans, bundan daha büyük bir değer bilmiyorum.
Gerek Batı’da ve gerekse Doğu’da yaşayan “modern” insanı Kur’an-ı Kerim’le buluştururken hangi mesajlar özellikle vurgulanmalı ve nasıl bir üslupla aktarılmalı?
Kur’an, üslup açısından hayat kadar sade, hayat kadar karmaşık, hayat kadar zengin, hayat kadar farklı. Onun için Kur’an’da karşılığını bulamadığınız bir hayati durum yoktur mesela. 24 peygamberin hayatı anlatılır. Aslında bu 24 farklı hayat durumuna tekabül eder. Hatta bu 24 farklı tipolojiye, 24 farklı psikolojiye, 24 farklı duruşa tekabül eder. Onun için Kur’an’ı modern insana sunarken bir eksiklik duyacağımızı sanmıyorum. Mutlaka modern insana sunmamız için gerekli olan araçları da Kur’an bize sunar. Burada asıl mesele şudur: Kur’an’ı sunarken hangi özellikleri vurgulanmalı ve nasıl bir üslupla aktarılmalıdır? Bir kere hakikaten şu bir gerçek ki, bizler zamanımızın çocuklarıyız. Ve kendi şimdi ve buradamızdan yola çıkarak bir şeyler yapacağız. Kur’an’sa, 1400 yıl evvel 23 yılda tamamlanmış bir metin. Böyle bir metni, 1400 yıl sonra daha farklı bir topluma, farklı bir zaman, zemin ve algı biçimine, yani farklı bir dünyanın insanlarına aktarırken karşılaşacağımız en önemli sorun, “din dili” sorunudur. Kur’an şairi Akif’ten ödünç alarak ifade edersek; asrın idrakine söyletme sorunudur. Kur’an’ın hakikatleri değişmez değerlerdir. Fakat unutmayalım Kur’an ilahi bir vahiydir ve insanlık tarihi boyunca birçok vahiy gelmiştir. Eğer “değişmez değerlerin dildeki tezahürü de tektir” iddiasında bulunacaksak, o zaman vahyin de insanlığa bir kez gelmiş olması lazımdı.
Vahiy insana bir kez değil birçok kez gelmişse –ki, bu hakikattir- o zaman değişmez değerlerin ebedi hakikatlerin dildeki tezahürü tek bir biçimde olmaz, farklı farklı tezahürler biçiminde olur. Farklı asırların birbirinden farklı idrakine vahyi taşımak için, o asrın “din dilini” oluşturmak İslam ümmetine, o ümmetin ulemasına düşmektedir. Değil mi ki, hakikat tek olsa da farklı farklı asırların farklı farklı idrakleri vardır. Ezeli ve biricik hakikatin öbür adı olan ve insanlığın değişmez değerlerini ifade eden İslam vahyinin değişmez hakikatleri, farklı farklı asırların farklı farklı idraklerine farklı dillerde iletilmesinin sebebi de budur. Bugün yaşadığımız problem o dili bulma problemidir. O dili bulamadığımız sürece Kur’an’a yarar yerine zarar bile verebiliriz. Kur’an mesajını iletme adı altında Kur’an mesajına haksızlık edebiliriz. Hatta Kur’an’ın şikâyetçi oldukları arasına girebiliriz. Yani vahyin sahibi olan Rabbimizden “Ben bu kadar güzel bir mesaj yolladım, fakat sen bu kadar berbat bir biçimde aktardın!” azarına müstahak olabiliriz. İçinde dünyanın en büyük elması olan bir paket düşünün ama sardığınız paket dünyanın en berbat paketi olmuş olsun. Yani bana layık mı, dese Kur’an haklıdır bu manada. Dolayısıyla bizim asrın idrakine söyletme konusunda hangi dili yakalayacağız sorusuna cevap verme problemiz var. Bugün yaşadığımız problem bu.
Kur’an’ı Kur’an’a yaraşır bir biçimde iletmek lazım. Allah’ın kelamına yaraşır bir din dilini nasıl bulacağız, bu dili nasıl oluşturacağız ve tabi ki muhataplara nasıl taşıyacağız? Bu suallere cevap vermek için sadece Kur’an’ı bilmek yetmez; aynı zamanda bu mesajı taşıyacağımız muhatapların hayatlarını, şimdi ve buradalarını, içinde bulundukları ızdırapları, yaşadıkları çağın problemlerini, paradigmalarını, zaaflarını, üstün ve zayıf yönlerini bilmek de şart. Sadece Kur’an’ı bilmek doğru bir din dili oluşturmaya yetmiyor. Aynı zamanda çağınızı da bileceksiniz. İlahi kelamın kendi şimdi ve buradasında ürettiği insanlığın değişmez değerlerine ilişkin zamanlar ve zeminler üstü ebedi hakikati siz bu çağda o idrakle yeniden üreteceksiniz. Taşımak budur, aslında çeviri de budur, meal de budur.
Hayat Kitabı Kur’an: Gerekçeli Meal-Tefsir isimli eseriniz 29 Haziran 2008 tarihinde Hitamuhu Misk programında okuyucusuyla buluştu. Gerekçeli meal ne demektir? Türünün ilk örneği sayabileceğimiz yönleri neler? Örnekleri var mı? Özellikle son yüzyılda telif edilmiş meal-tefsirlerle mukayesesi yapılabilir mi?
Gerekçeli meal, adı üstünde, verdiği manalara, yaptığı tercihlere gerekçelerini de sunan, sebeplerini de sunan, okurunu adam yerine koyan okuruna saygı duyan ve okurunun “Neden bu meal, neden şu değil de bu mana?” diye soru sorabileceğini hesaba katıp cevap veren mealdir. Kaynak metin iştikak, lafız, ibare, mana, maksat, sarf, nahiv, belagat zamirlerin mercileri, kıraat farklılıkları, cümlenin bizatihi bize sunduğu birden fazla imkân, metni müteşabih oluşundan dolayı bize sunduğu birden fazla mana vb. gibi sebeplerden dolayı önümüze birden çok mana sunabilir. Meale sadece bir tanesini çıkarmaya mecburuz. Çünkü okuru birden fazla meal ve mana ile karşı karşıya bırakmak üç yol ağzına dört yol ağzına bırakıp da ben sana yolu gösterdim iddiasında bulunma gibidir. Böyle yapıyorsanız, bu yollardan hangisinin doğru yol olduğuna ilişkin belge ve bilgileri vermeniz gerekir. Veya kendi tercihinizi yapıp gerekçelerinizi sıralamanız gerekir.
Metin bizim önümüze birkaç mana birden sunuyor. Bunun birçok gerekçesi var: Mesela, cümlenin yapısından kaynaklanır, fail de mef’ul de okuyabilirsiniz. İki ayrı mana var, hangisini alacağız? Şimdi, Bakara 37 için ne diyeceğiz fe-telekka ademu (Âdem Rabbi’nden aldı) mı, fe-telekka ademe (Adem’e Rabbinden ulaştı) mı? Bakara 102’deki mâ’lar ilgi zamiri ise “Harut ve Marut’a bir şeyler indirildiği”, olumsuz ise “hiçbir şey indirilmediği” manasına gelir. Salat’ın 18 manası, fitne’nin bir o kadar manası var. Her salat gördüğümüz yerin karşısına “namaz”ı koyarsak bu ciddiyetle bağdaşır mı? Değilse, tercih ettiğimiz farklı mananın hesabını vermeyecek miyiz? Şimdi iki ayrı mana var biz ne yapacağız? Bu mana belki çok fazla akidemize amelimize ilişkin değil. Ama bir başka yerde onlara ilişkin, hatta temel algımıza yönelik. Mesela yehdi men yeşa ve yudıllu men yeşa ibareleri temel din algımıza yönelik. Yani ilahi meşîet algımıza yönelik, hatta kader anlayışımızı tespit eden bir durumu var. Yeşa’ fiili iki özneyi birden görüyor. Hangisini tercih edeceğiz? “Dilediğini saptırır” mı diyeceğiz, “Dileyeni saptırır” mı diyeceğiz, yoksa “Dileyeni saptırmayı diler” mi diyeceğiz? Klasik meallendirmede olduğu gibi “Allah dilediğini hidayete erdirir dilediğini saptırır” dersek, bu takdirde vahyin inşa etmek istediği aklın çok uzağına düşmüş olmamız bir yana, ayrıca bir de metnin önümüze sunduğu mananın bir kısmını ketmetmiş olmanın vebalini üstlenmiş olmaz mıyız?
Mesela kıraat, bazen kul (de ki), bazen kale (dedi ki), ikisi de eşit sıhhattedir. Kul emirdir, kale mazi fiildir. Şimdi birini tercih edersen öbürünü tercih etmemenin sebebi nedir? Mesela “vema uberri’u nefsi (ben kendimi temize çıkarmam, çünkü insan benliği kötülüğü emreder) âyet-i kerimesi Yusuf Sûresi’nde Züleyha’ya mı aittir, Yusuf’a mı aittir? Şimdi Züleyha’ya aittir dersek bu bir yaklaşım. Haydi meali çıkardık, pasajı öyle tespit ettik, fakat Yusuf’a ait olma ihtimalini dışlama yetkimiz var mı? Okurdan bunu saklama yetkimiz var mı? Ya bu ihtimalden yola çıkarak çok daha harikulade yorumlar üretecek cins kafalı bir meal okurumuz varsa, bizim bunun hakkını ketmetmeye ne hakkımız var? Dolayısıyla Meal’in gerekçeli olması aslında bir zorunluluktur. Tercümenin karakteri icabı. Çünkü hiçbir tercüme metnin yerini tutmaz.
Tercüme nedir? Kaynak dildeki manayı yolda yol kazasına uğratmadan mümkün olduğunca aslına sadık kalarak hedef dile taşıma işlemidir. Öyle değil mi? Şimdi böylesine çetrefilli, böylesine zor, hele hele kaynak dil bir vahiyse, Kur’an gibi mucize-i baki olan, belagatiyle dudak uçuklatan ve gerçekten de eliptik metin olma özelliğiyle dünyanın en veciz, en icazı yoğun olan muciz-i beyan bir metin ise, sözü olağanüstü iktisatlı kullanan bir metin ise nasıl çevireceksiniz?
Çevirirken önünüze gelen zorlukları nasıl aşacaksınız? Dolayısıyla biraz önce saydığım ibareden kaynaklanan alternatif manalar var. Harekeden kaynaklanan alternatif manalar var. Cümlenin yapısından, binasından kaynaklanan alternatif manalar var. Kelimenin kendisinden kaynaklanan -müşterek kelime olur- alternatif manalar var. Edatın veya zamirin merciinden kaynaklanan alternatif manalar var. ‘Ala hubbihi mala da gider Allah’a da gider. “Allah’ı sevdiği için vermek” ya da “malı sevmesine rağmen vermek.” Şimdi ‘ala zamirini nereye raci kabul edeceğiz? Dolayısıyla bu gibi daha yüzlerce örnek var. Bunların önümüze çıkardığı alternatif manaları ne yapacağız? Eğer bu manaları yok sayarsak biz aslında metnin asli bir unsurunu yok saymış oluruz. Eğer yok saymazsak ne yapacağız? İşte bir tercih yapacağız. Tercihi yaptık diyelim, peki okur döner bize sorarsa niye bu tercihi yaptınız? Niye şunu yapmadınız da bunu yaptınız, bu zamir niye buraya gitti de buraya gitmedi, buraya da gider. Dolayısıyla iki yere de giden bir zamiri siz niye tek yere gidermiş gösterdiniz? Deliliniz nedir? İşte gerekçemiz orda. Veyahut da bu meful de okunur fail de, siz niye fail okudunuz da meful okumadınız? Meful de okunabiliyordu, derse niye fail okuduğuma dair gerekçe orda. Efendim bunun gizli öznesi şudur, bu değildir derse. Cin Sûresi’nde bakıyorsunuz bazı cümlelerin kaili Allah mı, cin mi? Orda enne mi, inne mi okuyacağınıza bağlı olarak değişir âyetlerin başındaki edat.
Peki ben dedim ki, yok inne okuyacağız enne değil. Niye diye sormak okurun hakkı değil mi? Okuru adam yerine koymak budur. Saygı duymak budur. Dolayısıyla işte gerekçeli meal bu yüzden lazım. Bu yüzden gerekçesini yazdım. Yani benim tercihim şudur, gerekçem budur, altta nottadır. Niye tercih etmediğimin gerekçesini hatta o manayı da yazdım, alternatif manayı da yazdım hatta dört alternatif varsa dördünü de arka arkaya dizdim. Çünkü biz bu alternatiflerden bir tanesini alıp da öbürlerini yok etme hakkını, göstermeme hakkını nasıl kendimizde görebiliriz? Öyle değil mi? Bu hak bize ait değil ki. O metnin bir parçası, önümüze o manayı sermiş. Mesela Bakara Sûresi’nin ilk âyetinden verelim örneği. “Ellezine yu’minune bilğayb… (O hidayete erenler ki, idraki aşan hakikatlere bütünüyle iman ederler)” veya “Onlar Allah’a başkalarının yanında olduğu gibi yalnız başlarına kaldıklarında da iman ederler” manasına da gelir. Çünkü bilğayb’taki ğayb orada bulunmamak manasına da gelir. Gaybın böyle bir manası da var. Dolayısıyla onu zayi etme hakkımız yok. Rahman Rahim olan Allah adına. Besmeleyi çevirelim. Bismillahirrahmanirrahim’i Allah adına diye çevirdim ben. Fakat Allah adıyla mı, Allah adına mı? Birini tercih edebilirsiniz, ama öbürünü yok sayamazsınız. İşte gerekçeli meal olması bunun için zorunlu.
Türünün ilk örneği sayabileceğimiz hususiyetleri 1) özellikle gerekçeli olması, 2) Kur’an’ı müfesser bir hitap olarak değil, müfessir bir hitap olarak gören bir zihniyetle hazırlanmış olması. Bu nedir? Genelde Kur’an’a yaklaşım, Kur’an tefsirin nesnesi olduğu şeklindedir. Dolayısıyla bu âyeti ben nasıl tefsir ederim veya nasıl çeviririm? Bu ayeti nasıl yorumlarım diye bakar, ama biz ilk soruyu şöyle sorduk: “Bu âyet hangi hakikati tefsir ediyor?” İşte Kur’an’ın müfessir olması budur. Yani bu çalışmamızı emsallerinden ayıran yönlerden biri budur. Yine çalışmamızı emsallerinden ayıran yönlerden biri -belki şu an itibarıyla benzersiz kılan boyutu- metnin kendisindeki o iç sesi, o harmoniyi, o şiirselliği hedef dile taşıma çabasıyla yapılmış olmasıdır. Yani “metnin belagatini, iç sesini, secisini ve kafiyesini tabiri caizse metindeki o olağanüstü şiirselliği” hedef dile taşıma kaygısıyla yapılmış bir mealdir.
Yine mealimizi emsallerinden ayıran önemli bir özellik daha, eşdeğerliliğe dikkat edilmiş olması. Eşdeğerlilik mealde çeviride ne demek? Kaynak dilde kelimenin kullanım sıklığı neyse hedef dilde de kelimenin kullanım sıklığı benzer bir biçimde taşımak. Bu manada Kur’an’daki nadir karşı kelimelere çeviride hedef dilde nadir karşılıklar kuralını baştan sona uygulamaya çalıştım. Mesela mu’avvikiîn kelimesine “caydıranlar” dedik. Bu kelimeyi ikinci bir yerde bulamazsınız, çünkü Kur’an’da da tektir. Yine Ahzab Sûresi 18. âyetinde nahb kelimesini “and” olarak çevirdik. Bu kelimeyi de orda nadir olarak bulursunuz. ‘Utullin kelimesini “kaba” diye çevirdik, çevirimizde bir başka yerde bunu bulamazsınız. Yine zenim kelimesini “fırıldak” diye çevirdik, Kur’an’da bir tek yerde gelir zenim. Bizim çevirimizde de hedef dildeki karşılığımızda da bir tek defa gelir zenim. Yine tek gelen deyyar kelimesini “mostralık” diye çevirdik. Mesela mutaffifin tek yerde geçer, “yolsuzluk yapanlar” diye çevirdik, çevirisi de kaynak dildeki de tektir. Mesela kedh kelimesini “yeldirmek” diye çevirdik. Kur’an’da da tektir, çeviride de tektir. Ri’ya kelimesini “görkem” diye çevirdik, Meryem Sûresi 74. âyetinde. Bir başka yerde daha yoktur. Kur’an’da da çeviride de tektir. Mesela hananen’i “sevecenlik” diye çevirdik. Senayı “parıltı” olarak çevirdik. Rîşen’i “zarafet” diye çevirdik, emşacı “katmerli bir karışım” diye çevirdik. Samidunu “kafa tutuyorsunuz” diye çevirdik. Lazibi “konsantre” diye çevirdik. Şevbeni “kokteyl” diye çevirdik. Ramzeni “sembolik” diye çevirdik. Ubsile/tubsile kelimelerini “ipotek edilecek” diye çevirdik. Erkesehum kelimesini “terslemek” diye çevirdik Nisa Suresi 88. âyette. Bakara Sûresi’nin 264. âyetinde salden kelimesini “cascavlak” diye çevirdik. Gerçekten de bir kez gelir ve karşılığı da bir kezdir. Yani eşdeğerlilik gözetilmiştir mealimizde.
Yine mevcut meallerde gözetilmeyen Arap dilindeki deyimler meselesi. Bu çok temel bir meseledir. Biz deyimler meselesinde deyimleri çevirmek gibi bir garabete düşmedik. Çünkü deyimler çevrilemez. Nasıl çevireceksiniz? Mesela saniye ‘itfihi, bunu nasıl çevireceksiniz, bunu çeviremezsiniz ki. Buna “gerdan kırmak” dedik. Türkçede bunun tam karşılığı nedir, diye düşündük. Sukitu fi eydihim, “ellerindeki düşürüldü” denmez. Nedir? “Elleri kolları dökülünce” dedik. Bizdeki karşılığı budur. Raybe’l-menun’u “feleğin sillesini yemek” diye çevirdik. Eğer deyimleri parçalarsanız hiçbir mana çıkmaz. Yani deyimlerin manaları bütündedir. Parçaladığınızda alakasız bir mana elde edebilirsiniz. Dolayısıyla Arapçadaki deyimsel ibareleri ve deyimleri, tabirleri Türkçedeki tam karşılığı nedir diye düşündük.
Hocam, “Vusulsüzlük usulsüzlüktendir,” derler. Bu mealin en önemli hususiyetlerinden biri usullü olması. Gerçi mukaddimede usulü anlatıyorsunuz; fakat meal-i şerifin istinat ettiği usulü umdeler halinde şifahen de özetleyebilir misiniz?
Hay hay. Biz usulde hangi çizgiye, hangi dil mezhebine müntesip olduğumuzu baştan ilan ettik ki, bizi eleştirecek olan, yargılayacak olan bu usul çerçevesinde eleştirsin, yargılasın. Mesela biz özellikle anlamda ve belagatte dilin estetiği açısından Sibeveyh’in yolunu izledik. Ferra, Zeccac, Ebu Ali Farisi, İbn-i Cinni, İbn-i Faris, Ebu Hilal el-Askeri, Abdulkahir Cürcani, Rağıb el-İsfahani ve Zemahşeri çizgisini izledik. Bunun karşısında bir çizgi de vardı. O çizgide Ebu Ebu Ubeyde Mamer b. el-Müsenna, Rummani, dilci İbn Hişam, Sekkaki, Kazvini çizgisi vardır. Biz bu çizgiyi izlemedik. Ne bunlar arasındaki fark? Birinci çizgi dile, doğal süreç içerisinde mutabakat yoluyla gelişen canlı bir organizma olarak bakar, dil semaidir der. Basra ekolü ise dili mühendisliğe açık bir şekilde algılar, dil kıyasidir der. Biz kıyasidir diyenlerin değil semaidir diyenlerin yanında olduk. Dolayısıyla ikinci takip ettiğimiz kural, usulde eş anlamlı kelimenin varlığını kabul etmedik. el-Furûk sahibi Ebu Hilal el-Askeri tarafında olduk, el-Elfazu’l-Müteradife sahibi Rummani tarafında olmadık. Tüm harfi cerhleri tüm edatları birbirinin yerine kullanılır diyen dilci İbn Hişam’ın yanında değil, hiçbir kelime diğer kelimenin manasının aynısı değildir diyen Askeri’nin yanında olduk. Bunu da ilan ettik. Yine kelimelerin asli manaları luğavi midir, şer’i manalar mıdır ihtilafında -ki birincisini Ebu Hanife ikincisini İmam Şafi temsil eder biliyorsunuz. Ve bu düzlemde bir sürü fıkhı ihtilaf çıkmıştır ortaya- biz kelimelerin asli manaları luğavi manalarıdır şer’i manaları değil, dedik ve mealimizdeki takip ettiğimiz yöntem de bu oldu. Onun için salât kelimesini her gördüğümüz yerde namaz diye çevirmedik. Salât kelimesinin gerçek manada çok anlamlı bir kelime olduğuna vurgu yaptık ve mealimizde en çok dipnotlardan biri de salat hakkındadır. Ve mesela cinn gördüğümüz yerde “cin” diye geçip gitmedik. Cin de gerçek manada çok anlamlı bir kelimedir. Fitne gördüğümüzde “fitne” deyip geçmedik. Fitne de gerçek birçok anlamlı kelimedir. Salâtın 18 ayrı manaya geldiğini nerde hangi manada hangi makamda kullanıldığını uzun notlarla tespit etmeye çalıştık. Eğer orda bir problem varsa metin içinde namaz yerine “salât” demeyi tercih ederek dipnotta açıkladık. Yani bunlar emek isteyen şeylerdir.
Yine bundan dolayı mesela half ile kaseme aynı manayı vermiştir, böyle bir ayrım birçok mealcimizde, müfessirimizde söz konusu bile olmamıştır. Half ve kasem ikisi de yemindir, demedik. İkisi arasındaki farkı vurguladık. Ve ikisini de Türkçe’ye farklı ifadelerle verdik. Elfeyna ile vecedna arasında fark var. Vecedna onlarca kullanılıyor, vecedna demek isteseydi vecedna derdi. Ama elfeyna ile vecedna arasında fark var. Çünkü “ihtilafu’l-esma’ tedüllü ‘ala ihtilafi’l-ma’na”, bu bir kuraldır. Mukit ile hasib esmasını birçok müfessir ve birçok mealci aynı manada görmüştür. Olur mu? Mukit hasib olsaydı mukit olmazdı. Hasib de mukit olurdu. İki ayrı kelime varsa iki ayrı mana vardır. Hananeni rahmeten ile açıklamışlardır. Biz buna katılmadık. Hananen de Arapçadır, rahmeten de Arapçadır. Rahmeten Kur’an’da kullanılmaktadır. Rahmeten demek isteseydi rahmeten derdi. İkisi arasında nüans vardır. Seyyiat ile zünub aynı değildir. İkisini de “günah” diye çeviremeyiz. Ecdas ile kubûr. Ecdası “kabirler” diye çeviren birçok meal var. Hayır, bunu aynı çeviremeyiz. Suva’ ile sikaye. Bakınız küçük bir mesele nasıl büyük bir sonuç üretiyor. Aslında melikin Yusuf Sûresi’nde Hz. Yusuf’un kabı suva’dır. Melikin kaybolan kabı sikayedir. Şimdi siz suva’ ile sikayeyi aynı şey, su kabı diye çevirdiğinizde kaybolanla Hz. Yusuf’un yükler arasından çıkan kabının aynı kap olduğunu söylemiş oluyorsunuz meal okuyucunuza. Oysaki Kur’an’ın kendisinde bu ikisi ayrı. Ayrı isimlerle anılıyor. Ayrı ayrı isimlerle anılıyorsa ortada iki farklı olay var demektir. Yani kralın su kabı kaybolmuştur, ama Hz. Yusuf’un su kabı bilmediğimiz bir şekilde Bünyamin’in çuvalına girmiştir. Belki de Hz. Yusuf tarafından Bünyamin’e hediye edilmiştir. Hediye edildikten sonra da kralın su kabı, yani sikayesi aranırken Yusuf’un suva’ının yüklerin arasından çıkması karşısında zaten ilahi senaryoyu gören Hz. Yusuf sesini çıkarmamış olmalıdır. Buyurun. Nerden nereye vardık. Eş anlamlılığı kabul edecekseniz bu nüansları kabul etmemiş oluyorsunuz. O zaman da bu sonuçlara varmıyorsunuz gibi.
Yine mesela şek, rayb, mirye. Üçü de farkı kuşku türünü ifade eder. Biz, baştan sonuna karşılaştırın Kur’an’da şek gelen yerlerin hepsinde “şüphe”, rayb gelen yerlerin hepsinde “kuşku” ve mirye gelenlerin hepsinde de “tereddüt” karşılığını görürüsünüz. Yani biri hedef dili kaynak dile çevirmek istese bu üçünü aynı bulamaz. Yine i’rad, tevelli, zerhu. Bu üçünde de caydırma ve vazgeçirme farklı vurgular taşır. Yine ğadap, la’net, suht, bu üçünü de aynı çevirmek ne kadar doğru olur. Üçü de ayrı manaları ifade eder. Dolayısıyla mealimizin farklılıklarından biri de budur. Yani yakın anlamlı kelimeleri eş anlamlı saymayarak anlamları arasındaki vurguyu, nüansı ortaya çıkarmayı ve meale yansıtmayı hedeflemiştir.
Meal-Tefsirin Kur’an talebelerini hedeflediğini söyleyebilir miyiz? Gerekçeli Meal-Tefsir’i okumak için okurun sahip olması gereken asgari donanım ne olmalıdır?
Bir kere şunu söyleyeyim. Meal tefsirimizi yok saysak bile, Kur’an’ı okumak için bile asgari bir donanıma ihtiyaç vardır, özellikle meali okumak için değil. Yani bu şu manaya gelmiyor. Kur’an’ı seçkinci bir grup anlar, başkası anlayamaz, Kur’an’ı ancak elitler, seçkinler anlar anlamına gelmiyor. Fakat özellikle bu meali okumak için elbette bir donanıma ihtiyaç var. Çünkü meal sıfırdan başlamıyor. Meal tabiri caizse bir konsantre metin içeriyor, süzme bir metin bu meal. Öncelikle tefsir ıstılahına aşina olmalı mealden azami oranda istifade edecek olan. Bu mealden istifadeyi arttırmak için bizim üslubumuzun bilinmesi lazım. Meal yazarının durduğu yer iyi bilinmeli. Mealden herkes mutlaka bir şey alır. Zaten her not herkes okusun diye yazılmamıştır. Her not herkese hitap etmez. Bazı notlar vardır ki, onun muhatabı toplumda sadece Arapçaya vakıf olanlardır. Onlar erbabıdır ve onlar okursa istifade ederler. Onun için mealdeki her not herkese hitap etmiyor. Ama mealin kendi içi herkese hitap ediyor. Meal bölümü yani metnin bizzat meali okuyan herkese hitap ediyor, herkesin anlayacağı sadelikte yazıldı. Metnin iç sesi ve şiiriyeti Türkçeye azami oranda taşınmaya çalışıldı. Seci ve kafiyeler çeviride de ortaya çıksın diye çok ter döküldü. Meal sürükleyici bir üslupla yazılmaya özen gösterildi.
Telif sürecinde en zorlandığınız, en çaresiz kaldığınız, kendinizi en coşkulu, en hüzünlü, en heyecanlı, en mutlu hissettiğiniz anlara bir iki örnek verebilir misiniz? Telif sürecinin “en”leri nelerdi?
O enleri hiç unutmam, unutamam. En hüzün verici yaşadığım olay bilgisayarımın 1998’de çökmesi oldu. Bilgisayarımın çökmesiyle mealimin bir kısmı da çöktü. O üç gün deli gibi gezdim tabiri caizse. Ta ki kaybolan metin üç ayet hariç kurtarılana kadar, en üzüntülü anımdı. En heyecanlı anımı 1999 depreminde yaşadım. Yüksekte oturuyor idik. Binamız sallanırken, anneleri çocuklarının isimlerini sayarken, ben “Eyvah mealim,” diyerek hemen ilk dizüstü bilgisayarıma koştuğumu hatırlıyorum. Taşındığımız yeni yerde meal bitene kadar yengeniz tabiri caizse mealimin muhafızı kesildi. Bazen çalışma odasının anahtarını alıp yastığının altına koyuyordu. Yine en unutulmaz anlardan biri, yanlış hatırlamıyorsam mesaim 18. saatine girmişti, en sonunda Yasemin ablanız geldi, “Çıldıracaksın, artık yeter!” deyip kollarımdan tutup kaldırdı. Yine Kur’an’dan –sanırım Al-i İmran Sûresi’ndeki- bir âyetin üç gün beni uğraştırdığını, üç gün rüyamda dahi gördüğümü, âyeti meallendirdiğimi, tefsir ettiğimi hatırlıyorum. Yani aklımın ağrıdığını hatırlıyorum. Yine bazı durumlarda manaya ulaşamadığımı hissettiğimde, mana çok yüksekte durduğunda, boyum kısa kaldığında gözyaşlarımı tutamadığımı hatırlıyorum. “Allah’ım bununla sen neyi murat ediyorsun,” diye. Hiçbir mana beni tatmin etmeyip, “Allah’ım muradın nedir,” diye başımı yumrukladığım olmuştur.
Sûre girişleri özgün ve Meal’in her satırı, her kelimesi gibi büyük bir emek, işçilik ve arkeoloji çalışması ürünü. Sûrelerin kimlik kartlarını ayrı bir kitap olarak neşretmeyi düşünmez misiniz?
Bu ilginç bir tevafuktur. Teşekkür ederim bu talep için. Bu talep başkalarından da geldi ve 3-4 gün evvel kendi içimde de bir karara vardım. Bir risale olarak sûrelerin kimlikleri inşallah neşredilecek.
Bu meal bir tefsirin ön çalışması mı? Yoksa sürmekte olan bir tefsirin özeti mi?
Her ikisi de. Bu meal Akabe Vakfı’nda 15 yıldır süren sözlü tefsirin özeti. Fakat aynı zamanda yazılmakta olan, yazılması mukadder olan Tefsîru’l-Kur’an ve Te’vilu’l-Furkan isimli tefsirimizin de nüvesi, çekirdeği inşallah. Allah nasip ederse; bu meal sırasında kısmen yazılmıştı. Bakara Sûresi bitmişti. Diğerleri de vaktin elverdiği oranlarda yazılmıştı. Bundan sonra başa dönüp tefsirimizi tamamlamak için çabalayacağız. Birçok Kur’an talebesi bizim tefsir derslerimizin bant çözümlerinin kitaba geçeceğini sanıyor. Bu, mecbur kalınmadıkça başvurulmaması gereken bir yöntem. Hem kolaycılık olur, hem de sözlü dille yazılı dilin tabiatı farklıdır. Bizim yazılı tefsirimiz, sözlü –görüntülü ve sesli- tefsirimizin çözümleri olmayacaktır. Onlar kaldığı yerden yeniden ve yazı diliyle yazılacaktır. İlginç olan şu: Bu meal aslında sebeb-i nüzul sırasına göre hazırlanmıştı. Fakat ilk baskı çeşitli gerekçeler yüzünden Mushaf sırasına göre basıldı. Sebeb-i nüzul sırasına göre basımı inşaallah önümüzdeki aylarda olacak. Bu müjdeyi de vermiş olalım böylece.
“Fakat çocuğu doğurunca dedi ki: “Rabbim! Onu kız doğurdum, oysa Allah onun ne doğurduğunu ve erkeğin kız gibi olamayacağını çok iyi biliyordu.” (Âl-i İmran 3/36) Son bölümün de Cenab-ı Hakk’ın sözü olduğu tercihi yapıldığına göre, Meal-Tefsir’in usulü gereği kısaca gerekçesi izah edilmeli değil miydi? Erkeğin kız gibi olamayacağı sözü Hanne’ye ait olamaz mı?
Olabilir. O da bir ihtimaldir. Fakat bizim tercihimiz ötekisidir. Tercihimizin gerekçesini yazmamız gerekirdi. Demek ki yazmamışız. Bu da bizim kusurumuzdur. Noksanımızdır. Kul kusursuz olmaz. İnşaallah bu sorular sorulsun, bazıları bu meale katkıda bulunsun diye Allah’ım bize bazı şeyleri unutturdu, zuhul oldu, noksan olduğumuzu ve insan olduğumuzu gösterdi. Hepsi tamam olsaydı bu katkılar nasıl olacaktı? Dolayısıyla teşekkür ediyorum. İnşaallah müteakip baskılarda tekâmül ederek bu gibi noksanlıkları da tamamlarız.
İmam Şafii Hazretleri el-Ümm’ü hiçbir zaman bitirememiş. Siz meali bitirebildiniz mi? Tepkilerden memnun musunuz?
İmam Şafii (ra) yazıp bitirmiş aslında. O kusursuz hale getirememiş. Müzeni’ye -hem akrabası hem talebesi olurdu- oku evladım demiş. Okumuş, uştub keza, uktub keza, şurayı sil bunu yaz, burayı sil şunu yaz diye diye altını üstüne getirmişler. Yine okumuşlar uştub keza, uktub keza… Üçüncüsünde bir daha… Bu kez demiş ki: Bundan böyle Allah’ın kitabından başka hiçbir kitaba mükemmel demeyeceğim. Dolayısıyla onun bitirememesi bu. Hiç şüphesiz ki Allah’ın kitabı noksansızdır. Fakat bizler noksanız. Kuluz. Kusurluyuz. Sorunuzun cevabı elbette hayır. Meal bitmez. Mealin bitmesi demek anlamın bitmesi demek. Kur’an’ın anlamı tüketilemez. Kur’an bir anlam okyanusudur ki tüketilemeyen bir debisi, bir mana rezervi vardır. Dolayısıyla biz o anlam okyanusuna nefesimiz yettiği, gücümüz erdiği kadar ulaşabildik. Bu manada da hiç kimse Kur’an üzerine yaptığı herhangi bir çalışmaya bu son noktadır, bundan ötesi yapılamaz diyemez. Böyle diyen Kur’an’a haksızlık ediyor, haddini bilmiyor demektir. Tepkilerden memnunum. Allah emeklerimizi zayi etmedi. Elhamdulillah şu an itibarıyla okuyanların, fark edenlerin geri dönüşlerden memnunum. Hem okumayıp hem de eleştirenlerden bizarım. Bir de art niyetlilerden ve peşin hükümlülerden bizarım. Onları Allah’a havale ediyorum. Bu meal bir de ben meal yazayım diye çıkmadı. Böyle bir niyetin ürünü değil. Bu meal gerçekten de meallerin dünyasına yepyeni bir soluk taşımaya aday. Dahası bu meal bir ömrün hâsılatıdır. En azından emeğe saygı beklerim. Daha şimdiden okuyup dönenlerin tepkileri bana tüm yorgunluğumu unutturdu. Elhamdulillah diyorum. Rabbim bu abd-i acize Kur’an’ın altın zincirinde mütevazı bir halka olmayı nasip ettiği için şükründen acizim, Rabbime minnettarım.
Mealin 11 yıllık doğuş sürecinde ve bütün bir ilim yolculuğunuz sırasında en çok teşekkür ettiğiniz isimler kimler diye sorsak?
Teşekkür etmek istediğim ilk isimler hayat yolunda hayat arkadaşım olan ve bütün bu süreçte hep arkamda hissettiğim değerli eşim ve çocuklarım. Onlar kelimenin tam anlamıyla katlandılar. Böyle bir maratona katlanmak kolay değil. İçerisinde böyle bir çalışmanın yapıldığı evde sakin olmak da kolay değil. O evin çocuğu olmak da kolay değil. Yani keyfince bağıramaz, keyfince oynayamaz, koşamaz, zıplayamaz. Biz bu yıllar zarfında pazar nedir bilmedik. Hiç pazarımız olmadı mesela. Dolayısıyla önce aileme teşekkür ediyorum. Bana gösterdikleri sabır için. Sonra Akabe Vakfı’mızın değerli yöneticilerine ve müdavimlerine teşekkür ediyorum. Ve hepsinden öte benim sadık Kur’an talebelerime teşekkür ediyorum. Tefsir dersleri olmasaydı belki bu meal de böyle vücud bulmazdı. Ayrıca şu anda Hilal TV’nin kadrosunu da oluşturan eski görüntülü ve sesli televizyon çekimlerinin kadrosuna teşekkür ediyorum. Çünkü bu yıllar boyunca onlar hep benimle oldular. Dışarıda ne olup bittiğine aldırmaksızın bütün ekipleriyle çekimlerde bu maratonda yer aldılar. Yine meal basıma girmeden önce sadece 20 nüsha basılıp dağıtıldı, okuyup geri dönen alanında mutebahhir ilim adamlarına ve edebiyatçılara -ki isimlerini mealin girişinde teker teker saydım- teşekkür ediyorum.
Biz de size bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Allah ilminizi ve hizmetlerinizi bereketlendirsin.