Işıl Cıngıllıoğlu
Hristiyanlıkta ve İslamiyet’te Kadının Statüsüne Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım
Yazar: Fatmagül Berktay
Yayınevi: Metis
ISBN- 13: 978-975-342-096-9
Sayfa sayısı: 272
Fatmagül Berktay,1995
Metis Yayınları, 1996, 2021
İlk basım: Ocak: 1996
Sekizinci Basım: Şubat 2021
Kitap, Sayın Fatmagül Berktay tarafından bir doktora tezi (AÜSBF -Siyaset Bilimi) olarak hazırlanmış. Yazar, eski yaradılış mitosları ve üç kutsal kitabın dilini inceleme çabasıyla, sancılı ama keyifli bir yazım aşaması geçirmiş. Ataerkilliğin 6000 yıllık kökenlerini, bugün hâlâ varolduğu gerçeğini ve yeniden üretildiği kalıpları incelerken bu durumun bir umutsuzluk ve karamsarlık yarattığını da söylemiş. Kendi ifadesiyle: "Bir tür, karamsarlıkla başetme yolu olarak bu tezi yazıp ortaya çıkarmak istedim. Size düşman bir şey hakkında bilgi sahibi olmak onun üzerinde belli bir güç sahibi olmuşsunuz ve onunla baş edebilirmişsiniz gibi bir duyguyu da beraberinde getiriyor." Yazar "umut ilkesi"ni ayakta tutma saikiyle araştırmaya devam etmiş ve nihayetinde kitaba ciddi emek vermiş.
Kitabın planlaması açık ve anlaşılır: Ön Söz, Giriş ve Sonuç bölümleri arasında, esas konu dört temel başlıkta incelenmiş:
1.Bölüm: Ana Tanrıça'dan "Dölleyici Söz"ün Kudretine
2.Bölüm: Ataerkil Sistemin Ayırt Edici Özelliği Kadın Bedeninin Toplumsal Denetimi
3.Bölüm: İnsanı Kendine Karşı Bölen bir Kutuplaşma: Ruh-Beden Karşıtlığı
4.Bölüm: Bugünkü Köktendinci Yükselişin de Odağı: Kadının Konumu ve Denetimi
Yazar ön sözden itibaren okuyucusuna karşı şeffaf. Çalışmanın ön sözünde, hem dinin insan öznelliğini kavramaktaki yerini hem de kadınlar ve din arasındaki ilişkiyi neden masaya yatırdığını güzelce izah etmiş. Tam da bu noktada karşılaştığı "çözümü zor sorunlar"ı açık açık paylaşmış: "Bir kere din teoride ve pratikte farklı olabilir; yani farklı toplumsal ve tarihsel bağlamlarda insanlar tarafından hem algılanışı hem de uygulanışı farklı olabilir. İkincisi, kadınlardan sanki bütünsel ve bir örnek bir kategoriymişler gibi söz etmek yanıltıcı; çünkü kadınlar aslında sınıfsal, ruhsal, ulusal, etnik ve dinsel ayrımlar içinde bölünmüş olarak yaşıyorlar. Ayrıca kadınlar, erkek-egemen toplumların sınırlamaları içinde yaşamak zorunda kalmış olsalar bile, hatta erkil kültür içinde kendine özgü bir kadın kültürü yaratma ve yaşatma olanağı da her zaman var olmuş. Çünkü kadınlar, tarihin "kurban"ı oldukları kadar onun yapımına da katkıda bulunan etkin özneler durumundalar. Bu anlamda, baskı ve egemenlik yapıları aynı zamanda direnmenin de odakları ve bu gerçek, din de içinde olmak üzere, herhangi bir toplumsal/tarihsel olgunun basitleştirici ve indirgemeci yorumunu geçersiz kılıyor."
Ön sözden alıntı yaptığım yukarıdaki cümlelerde "herhangi bir toplumsal/tarihsel olgunun basitleştirici ve indirgemeci yorumunu geçersiz" kılıcak unsurlara değinmesine rağmen bir okuyucu olarak kitap bana tam da bu yönden; indirgemeci, basitleştirici, toptancı yaklaşımın ağırlığı ve alternatif yorumların çok kıt ve silik kaldığı hissini verdi. Okuyucuya bu ön uyarıları ve hatırlatmaları yapmış olmasına rağmen buradan hataya düşebilmesi, belki sosyal bilimlerin doğasıyla ilgili. O yüzden ilk eleştiriyi, okumayı sevdiğim bu sosyoloji alanının kendine dair getirmek istiyorum: Sosyoloji sürüyü izler, doğruyu izlemez. Sürünün ortaya koyduğu ile ilgilenir. Kur'an ise, sürüyü/çoğunluğu/sosyolojiyi yerer: "Çoğunluk akletmez, çoğunluk şükretmez,çoğunluk güvenilmez/güvenmez, çoğunluk zanna uyar" gibi cümleleri buna delildir. Kur'an'ın yerdiği ve güvenilmez bulduğu çoğunluğun sosyolojisi, bu kitabın temel tezi için referans gösterilmiş. Muhtemelen işin doğası gereği bir çok sosyolog bunu yapmıştır. Fakat kınadıkları ve hatta bazen hesaplaşmaya çalıştıkları anlayışı meşrulaştırmış olma gibi bir paradoksa düşmek kulağa acıklı geliyor.
Ön sözden, Fatmagül Berktay'dan alıntılayalım: "Dini yaşayan insanların öznel algılamalarının ötesinde, dinin nesnel yönleri ve işlevleri de vardır: Son derece etkili bir meşrulaştırma ve şeyleştirme aracı olması; katı toplumsal cinsiyet ayrımlarının ve kalıplarının oluşturulup pekiştirilmesinde oynadığı rol; kadının bağımlılığının ve aşağı konumunun bütün tek tanrılı dinlerde ortak olan ifade ediliş biçimi ve bu bağımlılığın değişmez kılınması gibi."
"Bu çalışma, tek tanrılı dinlerin somut içeriğinde yansıyan nesnel anlamı ve işlevleri üzerine odaklanıyor. Çünkü tek tanrılı dinlerin somut içeriğinde yansıyan nesnel anlamı ele alarak -dinsel ideolojinin farklı tarihsel toplumsal koşullarda farklı biçimlerde eklemlenebileceğini ve dolayısıyla değişik uygulamalara yol açabileceğini göz ardı etmeksizin- dini bir baskı ve iktidar söylemi olarak çözümlemek mümkün. Ayrıca dinsel ideolojinin incelenmesi bağlamıyla sınırlı olmak kaydıyla kadınları bütünsel bir kategori olarak ele almanın meşruluğunu da savunmanın mümkün olduğunu düşünüyorum. Çünkü dinsel metinler bize kadınlar arasındaki ayrımları göz ardı eden ve kadınların özgür bireyselliğini tanımayan bir ‘kadın’ kalıbı sunarlar ve dahası, bunun kabul edilebilir tek tanım olduğunu ileri sürerler." (Syf 13)
Kutsal metinler bir topluma ne zaman gelir? Zaman ve mekân seçimi için Tanrı zar mı atar? Benim "Kur’an'ın devrimleri ya da devirdikleri" diye ifade edeceğim perspektife, vahyin gelenekle ve statükoyla savaşına bakmak gerek. Hayır, genelde bu gözle pek bakmazlar. Kur'an'ın karanlık ilan edip mahkum ettiği aklı mahkum etmeleri beklenirken, o aklı bizzat Kur'an'a söyletirler. Böylelikle gelekselci çizgi kalınlaşır, meşrulaşır, insanlığın başına bela olma potansiyeli azalmak yerine artar. "Hayır bu böyle değil," diyen sesler görmezden gelinince, teğet geçilince, dışlanınca, ya da o sesler kısılınca zaten meydan çoğunluğun baskın söylem ve eylem tahakkümüne kalır ki böylelikle çoğunluğun algı ve yaşayışı mutlaklaştırılmış olur. Farklı anlayan, farklı algılayan, başka yorumlayan, başka yaşayanlara emek verilmemiş ve yer ayrılmamışsa; alternatif okumalar geçiştirişmişse bu akademik bir araştırmanın kalitesine de gölge düşürebilir. Zaten akademisyen titizliğinden önce, insani olarak karşılıklı dürüstlük vazgeçilmezdir. Kur’an'ın itiraz ettiğini alıp "çoğunluk böyle anladığı için/anladığına göre, Kur'an da böyle demiş" varsaymak ahlâki ve akli olarak sorunludur. Elbette kutsal metinler dokunulmaz değildir, sorgulanamaz değildir. Fatmagül Berktay’ın Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın başlığı altında açtığı tartışmayı alkışlıyorum. Onun şikayet ettiği kadın statüsü ve buna kaynaklık eden "dinî" yorumlara ben de karşı çıkıyorum. "İndirilmiş din", "uydurulmuş din" ayrımını bu sebeple önemsiyorum.
Bazılarının Kur'an'a yamamaya çalıştığı, öyle olduğunu varsaydıkları ve yorumun geçerliliğini çoğunluğun rağbetine nispetle mutlaklaştırdığı dinle Kur'an'ın ilgisi yoktur, diyorum. İster kınama, ister anlamlandırma konusu olsun, çoğunluk rağbetiyle "normal" diye sunulmuş "ana akım" bir gelenek dininin, Allah'ın diniyle ilgisi yok bence. Ya da en azından buna itiraz edenler var. Çünkü din özünde çoğunluğun, gücün, statükonun ve/veya geleneğin insanın aklını, vicdanını, iradesini budamasına "hayır" demektir. Kur'an'ın nelere "hayır" dediğine bakarsak dinin muhafazakâr yorumlanışının dinin özündeki özgürleştirici ruhun tam zıttı olduğu apaçık fark edilir.
Burada, özellikle dinini ana kaynağından öğrenmeye, fıtrata aykırı gelenek tortularından dini ayrıştırmaya çalışan insanlara hitaben bir konuda araya girmem lazım. “Hiç bir yorum mutlaklaştırılmamalı” şerhini tekrar düşelim ve altını çizelim. Şuradan devam edelim: Madem kutsal metnin dili yoruma açık, hatta birbirine zıt yorumlar çıkarılabiliyor, buna ne diyeceğiz? Bu soruyu soran çok olur. Çoğunluğun yorumu, azınlığın yorumu, istisnai yorum… Hangisini, neye göre tercih edeceğiz? Bu soruya kendimce bir temyiz yöntemiyle cevap vereceğim. Şuna bakarım ben: Metnin yorumlanışı insan unsurunu dışlıyor mu? Muhatabı adam yerine koyuyor mu? Bunu belli eder zaten. Kodlama diliyle üç sağ, iki ileri komut bildirimleri yerine; insana, insanlık kabiliyetince bir manevra alanı var mı yok mu görür okuyucu. İnsanın öznelliğinin fark edilip onaylandığı bir meydan var mı? "Meydanı insana bırakmayın!" diye bağıran birçok güç odağı (ister tekil, ister çoğul odaklar olsun) bu meydanı işgal etmeye hep kalkışmışlardır. İşte, benim sosyololojik değerlendirmelerde dikkat çekmek istediğim yön burası: Kur’an'ı insan aklına, insan vicdanına, insan iradesine açık okumalar yapanlar da var. Kitaba bütüncül bakıp insana onur ve değer, hayata anlam ve amaç katma üst hedefini, incelediği tüm konular ve ayetler için koruyan alternatif yorumlar da var. En azından bunu deneyenler var. Aslında herhangi bir hitabın (mesajın) karışık olup olmaması bir yana, unutmayalım: Muhatap insanoğlu. Trafikte kırmızı ışık kadar basit, açık ve net bir mesaj dilini bile her Allah'ın günü yalanlayan insanoğlu muhatap taraf. O halde insana güvenen ve insana güvenmeyen diye ayıralım yorumlar tarihini.
Kitabın başından itibaren Foucaultcu anlamda bir iktidar söylemi olarak dini söylemin ele alındığı belirtilmiş. Sayın Fatmagül Berktay'ın Din, Kadınlar ve Direnme başlığı kullandığı Giriş bölümünde ben kitaba bağlandım; çok isabetli olarak, din ve ideolojilerin nasıl etkili meşrulaştırma aracı olabildiğini bu bölümde incelemiş. "Din, içinde yer aldığı farklı toplumlarda, o toplumun özelliklerine uyum sağlayarak ve karşılığında o özelliklerin bazılarını değiştirerek farklı biçimlerde eklemleniyor. Dolayısıyla hangi din söz konusu olursa olsun hiçbir dinsel dogmanın başlangıçtaki saf hâlinde kalmadığını, daima toplumların maddi koşullarından kaynaklanan farklı özelliklerince değişime uğratıldığını gözlemleyebiliriz. Bu nedenle de gene hangisi söz konusu olursa olsun, belli bir dinsel toplulukta kadınların durumunu ve statüsünü incelerken yalnızca dinsel dogmanın özelliklerini değil o toplumun ekonomik ve toplumsal, siyasal ve kültürel bütün koşullarını göz önünde tutmak gerekir." (Syf 19)
Düşünce ve toplumsal gerçeklik arasındaki ilişki de giriş bölümü içinde göz önüne serilmiş: "Düşünceler ve ideolojiler, toplumsal gerçeklikten kaynaklanırlar; ancak karşılığında, davranışın sınırlarını belirlerler ve deneyimin anlamını tanımlarlar. Ve hiyerarşinin egemen olduğu bir dünyada, iktidar söylemlerine dönüşerek maddi bir güç hâline gelirler." (Syf 25)
Günümüzde kadınların yaşadığı en başat sorunlar, toplum ve kültürün cinsiyet üzerine belirlediği ön kabuller, kalıp yargılarla ilişkili ve bunların kaynağı, yani kadınlık ve erkeklik kalıpları ve imgeleri din üzerinden belirleyicilik kazandığı gibi yine din üzerinden "mutlak", "değişmez" ve "kutsal" sayılmış. Bu (dini) güç, erkekler tarafından yönetilmiş ve yönlendirilmiş. "Kadınların kendi kendilerini tanımaları, kendi kimliklerini özerk bir biçimde oluşturmaları, kısacası kendi adlarını kendilerinin koyması söz konusu olmamış." (Syf 22)
Buradan hareketle yazara göre, kadınların önünde en büyük engellerden biri dindir. Din, beden, aile, mülkiyet arasındaki ilişki incelendiğinde; toplumsal denetimin bedenin disiplin altına alınması üzerinden nasıl işletildiği anlaşılır. Patriyarki, yani ataerkil sistemin özü burada yatar. Tek tanrılı dinler, sosyolojik açıdan ataerkil olarak nitelenir ve ortak bir şablon ortaya koyarlar: Yazar, ne doğanın ne toplumun yasası olamayacak ve kanıtlanmamış olduğunu vurguladığı bu ataerkil ön kabul ve varsayımları maddeler hâlinde şöyle sıramış:
■ Kadınlar ve erkekler yalnızca biyolojik olarak değil ihtiyaçları, yetenekleri ve işlevleri bakımından da farklıdırlar. Ayrıca kadınlar ile erkekler arasında nasıl yaratıldıkları ve tanrıların onlara verdiği toplumsal işlevler açısından da fark vardır.
■ Erkekler "doğal olarak" daha güçlü ve akılcıdırlar, dolayısıyla egemen olmak ve hükmetmek için yaratılmışlardır. Kadınlar ise "doğal olarak" daha zayıf, akıl ve rasyonel yetenekler açısından da aşağı, duygusal bakımından dengesizdirler. Bu da onların güvenilmez ve siyasal katılım açısından elverişsiz kılar.
■ Erkekler dünyayı yorumlarlar ve düzene sokarlar. Kadınlar, çocuk doğurma ve yetiştirme yetenekleri dolayısıyla günlük yaşamın ve türün yeniden üretilmesi işlemini üstlenirler.
■ Erkeklerin, kadınların cinselliğini ve üreme yetilerini denetleme hakları vardır, kadınların böyle bir hakkı söz konusu değildir. Erkekler, insanlar ile tanrı arasındaki dolayımı kuran öznelerdir; kadınlar tanrıya erkekler dolayımıyla ulaşırlar. (Syf 32)
Kadınların kurban mı, tarihsel özne mi oldukları bu ataerkil varsayımlara karşı çıkma ve eksiksiz insan olduklarını kanıtlama mücadeleleriyle doğru orantılı aksettirilerek kadınlara kendilerini görünmez kılan ve büyük ölçüde dışarıda bırakan tarihsel söyleme itirazları telkin edilmiş (Syf 35). Uydurulmuş dinin portresinin tam da yazarın aktardığı gibi olduğunu bilerek bu eleştirilerini çok haklı buluyorum. Ama bir yandan da çoğunluk referansı ile karanlık damgası vurulmuş "indirilmiş din"in portresinin de bu karşılaştırmada görünür kılınması gerektiğini düşünüyorum. (Buraya bir mücadile suresi örneği nasıl gider? Ataerkil düzene, baskıcı geleneğe, kalıp yargılara isyan eden, itiraz eden, direnişçi ruhu öne çıkan, güçlü ve akıllı kadın figürleri var Kuranda, Hanne-Meryem, Musanın eşi Asiye, Sebe Melikesi )
Kitabın dört ana başlığını özetlemeye çalışayım: Birinci bölüm tek tanrılı dinler öncesini konu ediniyor. Matriyarkinin geçerli olduğu dönemden patriyarkiye geçişe kadar süren dönemi gözler önüne getiriyor. Genesis koşulları ve yaradılış mitosları canlılığı, doğurganlığı kadın/dişi kaynaklı yorumluyor. Helmut Uhlig'in tabiriyle, "Başlangıçta tanrıça vardı." Tabiat ana vardı.
Ne zaman kadının can verme yetisi (doğurganlık) tek erkek tanrının "söz" kudretine geçtiyse orada dolayımlı olarak güç/erk yeryüzündeki erkeğe geçmiş ve patriyarki başlamış. "Bu süreç sonucunda kadın salt bir taşıyıcıya, erkeğin canlı tohumunu barındırıp besleyen cansız toprağa indirgenir," tespiti bu bölümde dile getirilmiş. Ben, burada yine alternatif okumanın cılız sesini sahneye taşımak istiyorum. Öncelikle insanlığın şafağında, soyut düşünme yeteneğinin kısıtlı olduğu zamanda, her gün gördükleri doğa üzerine canlılığın kaynaklığını dişil yorumlayan ve tabiat anaya, kadına, tanrıçalara nispet eden insanlık; o dönemde canlı olarak gördüğü toprağı, neden tek tanrı zamanında cansız toprak diye görmeye başlamış? Kadının ve toprağın tohum taşıyıcılığını cansızlıkla eşitlemenin açıklamasının "Tanrı sözü" olması bana tatmin edici gelmedi. Çünkü benim okuduğum yaradılış ayetleri yorumları, böyle bir maddecilik üzerinden hiyerarşi içermiyor. Tam aksi ise şeytanın üstünlük iddiasının reddedilmesinde var. Ateş topraktan üstün değil. Toprak hep yağmura, emeğe, üretime hazır bir değer.
İncelediği ayetlerin yorumunda ayrıştığım bir konuya kısaca değinmek ihtiyacı duyuyorum. "Ondan da eşini yarattı" ayetinde kendinden eşi yaratılan asıl “ondan” zamiri, dişil zamirdir. Buradaki "o" dişildir. Kolaylıkla Kur'an'ın metninden, lafızdan yola çıkılarak kendisinden yaratılan aslın eril değil dişil olduğu söylenebilir. Burada ha/o nefsi temsil ediyor, Arapçada nefis dişildir. Yaradılışın başlangıcındaki min nefsin vahideten, ilk can dişildir o zaman (Nefsi vahide ayetleri için bakınız: A'raf 7/189, En'am 6/98, Lokman 31/28, Zümer 39/6, Nisa 4/1). Adem'in de kendisinden yaratıldığı ilk organik bileşik, biyolojik yaradılışın başlangıcındaki ilk hücre yorumu için Mustafa İslamoğlu'nun Tabiat ve Kur'an Ayetleri Işığında Yaradılış ve Evrim kitabına başvurulabilir. (Sayfa 242-246 arası nefs-i vahide bölümü)
Kur'an elbette biyoloji kitabı değil ve biyolojinin verilerini Kur'an'a onaylatmaya çalışma meyline karşıyım. Bunu bir takım evrenselci ya da bilimsel tefsir ekolleri yapmış. Yine Kur'an bir antropoloji kitabı da değil. Kitap hayata işaret eder, hayatın, canlılığın, evrenin ve bunların işleyişinin okunmasını ister.
Benim şaşırdığım, Şura 42/11, Nahl 16/72 ayetini delil getirerek savunduğu bir kronolojiden (ben ayetten öyle bir öncelik-sonralık anlamı çıkaramadım) ve iktidar dağılımından bahsetmesi: "Kronoloji aynı zamanda canlıların birbirleri üzerinde kurdukları iktidar dağılımını da belirler. Tanrı önce erkekleri yaratır, sonra da ‘onlar için’ kadınları. Böylece, önce gelen kendisinden sonra gelene sahip olur."
"İslam'a göre iktidarın kaynağı Tanrı'dır ve Tanrı yalnızca kendisine karşı doğrudan yükümlü olanları iktidar yetkisiyle donatır; onunla doğrudan ilişki içinde olmayanlar iktidardan yoksun kalırlar. İktidardan yoksun olan ise güçsüzlüğü paylaştığı maddi nesnelerle eş değerdedir. Nitekim Kur'an'da pek çok ayette kadınlar ve çocuklar maddi zenginliklerle bir tutulur. Allah bu ‘zenginlikleri’ aynı amaç için, yani yetişkin erkek mümini hoşnut etmek için yaratmıştır." (Ali İmran 3/14 ayeti delil göstermiş kadının maddi zenginlikle eşdeğer görüldüğüne, syf 74)
Kitapta beni şaşırtan bir başka ayet yorumu da Bakara 2/223 üzerinden:
“Kur'an'da ‘Kadınlarınız sizin tarlanızdır, tarlanızı dilediğiniz gibi ekin’ (Bakara 2/ 223) ‘direktif’i verildiğinde, Allah ile erkek arasında, kadınların aradan çıkarıldığı bir iletişim oluşur. Erkek bu iletişimin öznesiyken kadın nesneleştirilir: Allah, erkek ile kadın hakkında konuşur."
Mehmet Okuyan bu ayetin mealine şu dipnotu düşmüş: "Bu ifade ile kadın aşağılanmamış, aksine “insanın yaratıldığı öz” anlamında toprak benzetmesi ile yüceltilmiştir. İnsan kadında yaratılır; öyleyse kadın verimin, üretkenliğin ve değerin kaynağıdır."
(Bakara 223'teki tarla metaforu için cinselliğin, üremeyle bağı kurularak sağlıklı bir birlikleliğin bu metaforla sınır getirildiği yorumu da ağırlıklı. Anal ilişki sınırı.)
Yukarıdaki alıntıda tırnak içinde yazılan "direktif" ve "kadının iletişimde nesne olması" fikri bence zorlama. Zira Kur'an’da kahramanlaştırılan özgüvenli, özgür ve devrimci kadın imajı yok sayılarak yapılmış parçacı bir yorum. Mücadile, peygamberi bile geçip direkt Rabbine sıkıntısını açan ve çözüm isteyen ve kendisine icabet edilen bir özneden bahseder. ( Mücadile 58/1)
Yazar, çok emin olarak şöyle bir cümleyi kurabilmiş: "Kur'an, kadının Adem'in (eğri) kaburgasından yaratılmış olduğunu ileri sürmese bile kadınların ikinci statüsü konusunda kuşkuya yer bırakmayacak kadar açıktır. (Nitekim Ali Bulaç gibi ‘sahih İslam’a geri dönülmesi gerektiğini ve böyle yapıldığı takdirde kadınların insan haklarının güvence altına alınacağını savunan yazarlar bile erkeğin kadından bir derece üstün olduğunu belirtirler." (syf 84)
Kur’an’da kadının ikincil statüsü konusunda ısrarcı ama Kur'an da "takva/sorumluluk bilinci" dışındaki tüm üstünlük iddialarını reddederken ısrarcı.
İkinci bölümde, tek tanrılı dinlerin ataerkil sistemi nasıl beslediğine eğilmiş yazar. Mezopotamya’da tarıma geçişten başlayarak sırasıyla Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet özelinde mülkiyet olgusu ve bunun kadın bedeninin denetlenmesine nasıl kaynaklık ettiğini incelemiş. Uydurulmuş din söz konusu olunca yazarın tüm suçlamalarına katılıyorum. Ama benim bu yazıdaki amacım, kurunun yanında yanmış yaş durumundaki indirilmiş dine de biraz söz hakkı tanımak. Şunu tekrar belirteyim, yazarın "Kur'an'ın farkı"nı yazdığı birkaç yer var. Bazı konuların Kur’an’daki ele alınışlarına değinmiş. Yeryüzündeki acının, ıstırabın ve kötülüğün kaynağı nedir sorusuna verilen "dini cevapları" sıralarken Yahudilik ve Hristiyanlığın Adem-Havva ve yasak ağaç metoforlarını çalışmış. Örneğin, "Kur’an’da baştan çıkarıcı Havva imgesi yer almaz, sorumluluk eşit," diye belirtmiş. (syf 83)
"Kur'an'da Havva'nın Adem'in kaburga kemiğinden yaratıldığına ilişkin herhangi bir anlatının bulunmadığını pek az Müslüman bilmesine karşılık kadının eğri bir kaburgadan yaratıldığını, dolayısıyla da başı boş bırakılmamasını isteyen peygamber hadisini hemen herkes bilir." (Syf 85) Bu tespiti tokat gibi. Burada sosyologları değil önce inandıklarını sorgulamayan inananları, sonra sorgulamaksızın inanılacakları dikte eden teologları suçlamak lazım.
Üçüncü bölüm, insanı kendine karşı bölen bir kutuplaşma nitelemesiyle Batı felsefesinde ruh-beden ikiliğini derin tahlil edip eleştirmiş. Sonra bu konuyu dinler ve İslam özelinde, kadını bedeni üzerinden denetleyen "dinî" hükümlere bağlamış. "Bedenini denetleyebilen erkeğin karşısında kadın, ‘denetimsiz’ olan karşı kutbu oluşturur." (Syf 172) Bu, kadın için cinselliğinin sorun ve cinsiyetinin fitne yaratma potansiyeli ile suçlanmasına ve buna karşı önlemler alınmasına nereden varıldığını açıklamış. Sorunun çözümü, tahrik unsuru ve fitneci varsayılmış kadının eve kapatılması olmuş. Bu zihniyete ortak olan ve karşı çıkan örnekler vermiş yazar. Örneğin Cihan Aktaş; kadın haklarını savunduğu, eve kapatılacaksa tesettüre ne gerek var haklı itirazını dillendirdiği için övülmüş ama "kadın fitnedir" görüşünün dayandığı kadın ve erkek kimliklerine ilişkin kabulleri sorgulayamadığı için yerilmiş. İslami çerçevede kaldığı sürece, böyle bir sorgulamaya girişemeyeceği, girişirse dahi "tanrının yarattığı ilahi düzeni sorgulayarak fitne çıkarmış olacağı" hatırlatılmış. Çokça yabancı İslam teolojisi akademisyenlerinden ve yazarlarından atıf var lakin Türkiye ilahiyatının çalışmalarından örnekler sınırlı, özellikle güncel ilahiyat camiası çok geri planda kalmış. Hüseyin Atay alıntısı görünce sevinmiştim tâ ki "Hüseyin Atay'ın erkeğin huzur ve sükûna kavuşması için kadının araç olarak kullanılmasını meşru saydığı açıkça görünmektedir." cümlesini okuyuncaya kadar. Hâlen hayatta olan, özellikle kitabın tez olarak sunulduğu zamanda daha genç ve sağlıklı bir durumda iken kendisine ulaşılabilecek çok değerli bir hoca olan Hüseyin Atay'dan, sadece aile planlamasına dair bir makaleden çıkarılmış birkaç cümle için ufak yer ayrılması ve ifadelerin başka bağlama çekilme ihtimali beni rahatsız etti. Ben akademisyen değilim ama akademisyen olsam, adını ve fikriyatını böyle bir bağlamda kullanmadan önce Hüseyin Atay’a ya da bir öğrencisine ulaşmaya uğraşırdım. Kolay ulaşılabilecek iyi ilahiyatçı ve akademisyenler vardır illaki. (Tezi için malzeme oluşturma kaygısının, tezini destekler argümanlara, çürütür argümanlardan daha çok algıda seçicilik yarattığı da muhakkak.) Bunlar arasında Kadın Rollerine Kur'an'ın Değerler Sisteminin Kaynaklığı başlıklı Şaban Ali Düzgün makalesi bu kitaba ne güzel bir açılım getirirdi demekten kendimi alamıyorum. Artık bu yazıyı ve incelediğim Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın kitabını okuyanlar bu kıyaslamayı veya muadillerini ihmal etmesinler.
Kitabın dördüncü bölümü, kökten dinciliğin yükseliş odağı olarak kadının konumu ve denetimini göstermiş. Ev içi ile iş yeri, erkek dünyası ile kadın dünyası arasındaki ayrımın Sanayi Devrimi ile derinleştiğini belirttikten sonra günümüzdeki Protestan ve İslamcı kökten dinciliğe ilişkin çözümlemelerde bulunulmuş; her iki dinsel canlanışın da kadının konumu ve denetimi üzerinde yoğunlaştığını ve kökten dinciliğin, kendisini, toplumsal cinsiyet ve kadının "doğru" toplumsal rolü aracılığıyla meşrulaştırdığı söylenmiş. Laik Amerika ve Şeriatçı İran örneklerine yer verilmiş.
Kitabın sonuç bölümü benim adıma ayrı etkileyiciydi: Kendi Adını Koymaya Cesaret Etmek başlığı altında yazılmış. "Ad koyma ve tanımlama hakkına sahip olanlar aynı zamanda iktidara da sahip olanlardır. Kadınlar için kendilerini belirleme mücadelesi kaçınılmaz olarak kendilerine dayatılan tanımlara karşı çıkışı ve alternatif tanımlar yaratılmasını içerir." (Syf 241) cümleleriyle yaradılış pasajındaki Talimul Esma olayına atıf yapılmış. Adem’in ilk icraati "şeylerin adını koymak", Havva'nın ilk eylemi bilgi peşinde koşmak, bilgi ağacının yasak meyvesini tadarak Tanrı'nın bilgisinden pay almak. Böyle bir anlayışı baz alarak "Tanrı'nın, erkeğin ayrıcalığı olan bilgiyi elde etmeye kalkıştığı için kadını cezalandırmış olması raslantı değildir" sonucunu zikretmiş yazar.
Tüm dinler aynı kaynaktan, aynı değerleri insanlığa teklif etmek üzere gelir ve her uydurulmuş dinde aynı savruluşlar ve bozulmalar yaşanmıştır. Bozulan bilgi mi, bozan insan mı? Aslında cümlenin gramatiği suçluyu işaretliyor.
Yazar, laik toplumu vazgeçilmez çözüm olarak sunmuş: "İktidarın tanrısal dayanağı ortadan kaldırıldığında erkeğin kadın üzerindeki ‘doğal’ üstünlüğü efsanesinin yıkılması yolu da açılmış olur," diye laikliğe özellikle vurgu yapmış.
Kitabın son paragrafı şöyle: “ ‘Din kavramının kendisi, insanlar için değerli yönleri olsa da ataerkil yapılar, kutuplaşmış değerler ve hiyerarşi ile öylesine lekelenmiş durumdadır ki en titiz feminist arındırmanın bile bu lekeleri temizlemesi mümkün değildir,’ diyor felsefeci Hilde Hain. Gerçekten de amacımız barış olduğu zaman savaşı anlamsız kılmanın yolu, karşı silahlar üretmek değil tümüyle silahlardan arınmış bir dünya kurmaya cesaret etmektir!” (Syf 242)
87. Sayı (2023)
Kitaplık