“Din, kuruma dönüştüğünde bir tahakküm müessesesi olur. Zira doğal/fıtri din, Tanrı tarafından değil ruhban sınıfı tarafından kurumsallaştırılır.”
Mustafa İslamoğlu ile bireyi özgürlük, toplumu adalet temelinde inşa etmeyi amaçlayan mütekâmil din ve bütüncül insan, toplum, evren anlayışı özelinde Marksist teorileri, tarihteki sınıf mücadelelerini ve Kur’an’ın mülkiyete bakışını konuştuk…
Söyleşen: Işıl CINGILLIOĞLU – Hatice ERDEM
Din özünde özgürleştirici bir güç değil mi? Dinin köleleştirici bir güce evrilmesi hakkında neler söylersiniz?
En iyi bozulunca en kötü olur. Dolayısıyla dünyada her iyi şey bozulunca kötüye evrilebilir. Din derken neyi kastediyorsunuz? Yani Hristiyanlığı mı, Yahudiliği mi, Budizm’i mi, İslam’ı mı?
Bütün dinler…
Bütün dinler derken dinlerin kurumsal yapısını mı kastediyorsunuz? Yoksa özünü mü? Dinlerin özü birdir, o da insanı daha iyi insan etmek ve mutlu etmek üzerine kuruludur. Dolayısıyla din, hayatta kalma güdüsü ile insanı tatmin eden ve bu güdüyü tatmin ederken de insanın insan kalması ve daha iyi insan olmasına yardımcı olan bir kurumdur. Fakat din kurumlaşınca, yani formel dine evrilince maalesef kötülük de üretebiliyor. Din adına cinayet işlenebiliyor, mallar gasbedilebiliyor. Tıpkı bugün İslam adı verilen ancak İslam’ın kötü bir kopyası bile olamayan; kontra İslam, anti İslam diyebileceğimiz dinin tarihinde işlediği cinayetler gibi. Bugün ganimet adı altında mala çökmecilik bunun bariz örneğidir, ki ganimet böyle bir şey değildir. Yani onun için kurumsal dinleri ayrı tutmak lazım. Din, kuruma dönüştüğünde bir tahakküm müessesesi olur. Zira doğal/fıtri din, Tanrı tarafından değil ruhban sınıfı tarafından kurumsallaştırılır. Tanrı’nın dini doğaldır. İnsan kadar, yer ve gök kadar doğaldır. Ancak din kurumsallaşınca doğası bozulur, doğal olmaktan çıkar. Ve bunu da o dinin ruhban sınıfı yapar. Hristiyanlığı, İsevi Müslümanlıktan çıkartıp Hristiyan yapan kilisedir. Yine Musevi inancını Yahudilik yapan, İslam’ı (barış yolunu), Musevi mazlumiyet yolunu Musevi saltanatına, Yahudi saltanatına çeviren hahamlık kurumudur. Yani Yahudi ruhbanlardır. Aynı şey Budizm için, Hinduizm için ve hatta tüm kurumsal dinler için geçerlidir. O dinin ruhban sınıfı dini asıl doğallığından çıkarır ve dini kurumsallaştırır. Dini kurumsallaştırmasının sebebi de kendisinin tanrı yerine geçmesidir. Yani o dine inananlar üzerinde tahakküm kurar, o dine inananları sömürür, o dine inananları köleleştirir ve itaat ettirir. Kendisine ve o dine inananların sırtına bir kene gibi yapışır ve kanını emer. Dolayısıyla doğal olan dinler insana yardımcıdır. İnsanı daha iyi insan etmek ister. Ve insanı güçlendirmek ister. Yani insanı psikolojik olarak, moral olarak, motivasyon olarak, ahlaki olarak güçlendirir ve umut verir. Ancak kurumsal dinler ruhbanların elinde bir sömürü aracına dönüşünce bütün bunlar tersine işlemeye başlar ve bu dinler köle üretir, cariye üretir, hizmetçi üretir, sömürü ve emperyalizm üretir.
Peki Emeviler ve Abbasiler Dönemi’nde, İslam devleti ideali ile kurulmuş olan yapılar da dinin kurumsallaşmış yapıları mıdır?
“İslam devleti” terimi yeni bir terimdir. İlk defa 1923’te, Mısır’da, Hilafet Kongresi’nde gündeme geldi. Bunu telaffuz eden kişi Reşit Rıza’dır. Yani “İslam devleti” ifadesi çok modern bir şeydir. Peki Emevilerin iddiası bu muydu? Emeviler de kendi tahakkümlerini icra etmek ve saltanatlarını kurmak için dini argümanları kullandılar. Emevi saltanatının ilk kurucusu olan Muaviye, halkın karşısına sırtına Peygamber’in otuz bin dirheme aldığı hırkasını giyerek, hırka satarak çıktı. Yani yanmaz kefen satışı yeni değil. Düşünsenize, Muaviye toplumun karşısına gasbettiği peygamber hırkasını giyerek çıkıyor. İrade gasbını bu hırka ile meşrulaştırıyor.
İslam’ın bireye, topluma ve üretim ilişkilerine dair varsayımlarının sosyalist teorilerle benzerliğinden türdeşlikler icra etmek siyaseten makul mü? Kur’an’ın emek, kâr, ücret/ecr, fayda, maksimum yarar/nasib, işçi-işveren kavramları sağ yahut sermayeci okumaya; ezilenlerle ve mülkiyetle ilgili ayetleri sol okumaya imkân veriyor mu?
Hayatın özünde olan, hayatın doğasından kaynaklanan tüm olay, olgu, durum ve sorunların tamamına dair kavramsallaştırmalar aslında kimsenin malı mülkü olarak görülemez. Yani ideolojiler de aslında bunlardan doğmuştur. Hayat durumlarından, insanın sorunlarından, insanın yaşadıkları durumlardan doğmuştur. İnsan-mülkiyet ilişkisi, insan-mal ilişkisi, yoksulluk, açlık, kıtlık, paylaşma, cimrilik, hasislik, biriktirme, mal tutkusu, hırs, israf, zenginlik, fakirlik… Bütün bunlar aslında hayatın kendi doğası içerisinde var olan durumlardır. Din dediğimiz müessesenin bu durumlara getirdiği bir bakış açısı ve önerdiği çözümler var. Kur’an’ın da önerdiği çözümler var. İdeolojilerin de önerdiği çözümleri var. Şimdi eğer siz aynı şeyi çözmeye kalkışmışsanız -ister din deyin bunun adına ister ideoloji deyin- mutlaka çözümünüzün içinde özdeşlikler, kesişmeler olacaktır. İslam’ın mülkiyet, yoksulluk ve paylaşım sorununa getirdiği çözümün bir kısmını biz sosyalizmin içinde görebiliyoruz. Dolayısıyla sosyolojik hatta psikolojik bir durumu, yani insanlıkla yaşıt bir durumu, çok sonra çıkmış bir ideolojiye endeksleyeceksiniz ki bu yanlış olur. Hatta bunları dinle bile özdeşleştiremezsiniz. Kurumsal dinlerle hiç özdeşleştiremezsiniz. Kurumsal dinler çok daha geç bir zamanda ortaya çıkmıştır. Zira bu sorunlar insanlıkla yaşıttır. Dolayısıyla sosyalizm ile İslam’ın -Müslümanların kültürünü kastetmiyorum, kaynağı Kur’an ve pratiği Peygamber olan bir dini kastediyorum- kesiştiği yerler kesinlikle vardır. Mesela, paylaşma konusunda Marx’ın söyledikleri ile Kur’an’ın söyledikleri ve Resulullah’ın yaptıkları arasında özdeşlikler görmek mümkündür. Kur’an’ın ifadesi ile: “Malı yığmayın.” Yani “kenz ayeti” diye bildiğimiz ayet bu anlamda bir örnektir. Marx’ın teorileri ile özdeşleşebilir ve bu gayet doğaldır. Nihayetinde aynı sorunu çözmeye çalışıyorsunuz. Nihayetinde sorunun muhatabı da sebebi de insandır. Hangi çağda olursa olsun zaaflarıyla, meziyetleriyle, ihtiyaçlarıyla, zorunluluklarıyla, hacetleriyle, tahsiniyatıyla insan hep aynıdır. Dolayısıyla bu örtüşmeler gayet tabiidir. Fakat bu örtüşmelerden yola çıkarak dini tanımlamak yanlış olur. Mesela, Mısır’da ortaya çıkan “el yeseru’l İslami” yani İslami sol akımı gibi akımların ortaya çıkması hayatın doğal sonuçlarıdır. Zira insan öbeklerinin olduğu yerde sosyoloji bunu doğurur. Bence İslami sol da İslami sağ da yakıştırmalardır. Dolayısıyla bir tepkidir aslında. Seyyit Kutup’un kendine nispet ettiği yer de İslami soldur. Onun İslam’da Sosyal Adalet kitabını İslami solun ilk teorilerinden biri olarak görebiliriz. Mesela Ali Şeriati de İslami solu temsil eder. Fakat sonradan bu gibi modern ideolojilere gerek olmadığını, böyle isimlendirmelerin gereksiz olduğunu gördüler. İslam, İslam’dır. Maalesef sağ iktidarlar, muhafazakârlık ve sağcılık Müslüman toplumların yakasına bir zift gibi yapıştı. Bu da aslında komünizmin şeytanlaştırılmasıyla soğuk savaş döneminde oldu. Komünizmden evvel Müslümanların sağcılaşması sorunu bu kadar değildi. 1917 Devrimi’nden önce bu jargonla ele alınmıyordu. Bolşevik Devrimi’nden sonra, özellikle komünizm stalinizme evrildikten sonra, Stalin’in zulümleri ve işgalci emperyalist ajandası belirdikten sonra, kitlesel katliamlar gerçekleşip stalinizm devlet dini olarak ateizmi benimsedikten sonra bu, kasıtlı olarak bir şeytanlaştırma projesinin malzemesi yapıldı. Tabi çift kutuplu dünyada bunu yapan kutup belli. Amerika Sovyetlere karşı yaptı bunu, yani aslında bu bir tür danışıklı dövüş olarak da görülebilir. Ama her halükârda komünizm şeytanlaştırıldı ve sağcılık bunun ekmeğini yedi. Haksız olarak yedi ama. Bu iş sağcı iktidarlara yaradı. Türkiye’de de öyle oldu. İkinci Dünya Savaşı’yla başlayan tek parti iktidarı için de geçerli bu. 1940’lardaki süreçte yaşanan Sabahattin Ali’nin öldürülmesi, Kemal Tahir’in yıllarca hapis yatması, Nazım Hikmet’in on yıla aşkın süre hapis yatması bunun örnekleridir. Bunlar da aslında bir sağcı iktidar zulmüydü ama sol gösterip sağ vuran bir iktidar vardı. 1950’lerde ise Demokrat Parti’nin gelişiyle tamamen sağ gösteren ve sağ vuran bir iktidara dönüştü. Ondan sonra Adalet Partisi ve diğerleri diye devam etti. Yani yetmiş yıldır hatta doksan yıldır bu memleket bugünlere sağ iktidarların elinde geldi. Ve bu sağ iktidarlar, komünizmi şeytanlaştırıp antikomünizm propagandasının ekmeğini yediler. Bu ekmek bitince, 1990’larda, komünizmin yerine Batı’yı koydular. Adına anti Batıcılık dediler. Şimdi de onun ekmeğini yemeye çalışıyorlar. Antikomünistken de antikomünist değillerdi, yalan söylüyorlardı. 1968’de, Kanlı Pazar meselesinde olduğu gibi. Ne yaptılar Kanlı Pazar’da? Amerikan 6. Filosu, askerlerinin cinsel ihtiyacını gidermek için İstanbul’a yanaştı. Solcu üniversite gençliği buna karşı gösteri düzenledi. Bunun üzerine sabah namazından çıkan cemaatin eline planyadan çıkmış sopalar dağıtarak solcuların üstüne sürdüler. Bunların başında, bu memlekette Müslümanlar adına, “İslamcılar” adına gazete çıkarmış Galatasaray Lisesi muzunu bir yazar yer alıyordu, bilen bilir. Ama ilginçtir, bu yazarın daha sonraki fikirdaşları “Hilafeti getirsin de isterse Amerika getirsin,” diye televizyonlara çıkıp höykürebiliyordu mesela. Dolayısıyla Amerika gemilerini, askerlerini savunmak için sabah namazı cemaatine solcuları dövdürdüler. Bu kadar karmaşık, bu kadar ikiyüzlü veya çok yüzlü, bu kadar münafık, ideoloji denilmeye kırk şahit isteyen bir pespayelikle karşı karşıyayız. Bugün sağ, Makyavelist’tir. Makyavelist; çok yüzlülük, menfaatperestlik, sömürücülük, rantçılık, emek düşmanlığı, özgürlük düşmanlığı, sonradan görmelik, süslümanlık ve daha birçok şey… Bugünkü muhafazakarlık neyi temsil ediyorsa, bugünkü siyasal İslamcılık neyi temsil ediyorsa o.
Bir dersinizde “Hz. Marx” ifadesini kullandınız. Uzun zamandır Marx okumaları yaptığınızı biliyoruz, sizin için Marx’ı özel kılan nedir?
Onu biraz latife olarak kullandım çünkü ben “hazreti” sözcüğünün kullanılmasını doğru bulmuyorum. Bu animist bir jargondur. Animizmde, ruhların birini anınca o ruhun oraya geleceğine inanılır. Psikolojik olaylarda olduğu gibi hayatla ilgili olayları da düşünen bir ruhun yönettiğine inanan sistemdir. Hazret, hazır olan demektir. Dolayısıyla ben “hazret” sıfatını İslami değil İslam karşıtı olarak buluyorum. Yani benim nezdimde olumlu bir ifade değil. Aynı zamanda şaşırtmak için kullanıyorum. Peki, bu ironi niye? Çünkü Marx’ı öyle şeytanlaştırdılar, öyle ötekileştirdiler, öyle deccallaştırdılar ki bu şeytanlaştıranlar, Marx karşıtlığı adı altında Marx’tan hiçbir şey okumamış, okusa da anlamayacak bir güruh. Dolayısıyla biraz da ona bir taşlama olsun diye kullandım. Marx deyince aklıma Marx’ın hayatı gelir. Sizi en çok etkileyen üç şey say deseniz, benim için Marx’ı önemli kılan onun hayatıdır, vicdanıdır, ciddiyet ve emeğidir. Baştan başa bir bedel adamıdır, hayatı ödenmiş bedellerle doludur. Onun için felsefeye karşı bir eserin sahibidir. Daha Almanya’dayken yazıyor. Niye felsefeye karşı bir eser yazıyor? Çünkü felsefe yapan filozoflar fildişi kuleden konuşuyor. Danimarkalı filozof Søren Kierkegaard’ın ifadesiyle, “Filozoflar tüm yükleri bağladılar ama onu yüklemek için parmaklarını oynatmadılar.” Marx da böyle düşünüyordu. Felsefeyi bir tür zihin jimnastiği, hayata geçmeyen bir tür ütopya olarak gördü ama maalesef daha sonra eleştirdiği şeyin içine Marxizm de girdi. Marx’tan sonra kendi ideolojisi de kendi eleştirdiği hastalığa tutuldu. Ama kendisi öyle değildi, ağzına kadar tutarlıydı. Almanya’dan sürüldü, Fransa’ya geçti. Orada yaşatmayıp sürdüler, Belçika’ya geçti. Orada yaşatmadılar, Lüksemburg’a gitti. Orada yaşatmadılar, İngiltere’ye geçti ve hayatı böyle oradan oraya sürgünle geçti. Büyük öğrencisi Liebknecht’ın dediği gibi Daskapital ancak Londra’da yazılabilirdi. Bu da kaderin bir cilvesi mi desek? Ve orada da hiç rahat olmadı, evi mültecilerin sığınağı idi. Marx’ın dedeleri İskoçya’nın asilzadeleriydi, onlardan gümüş kaşık, çatal ve yemek takımı kalmıştı. Marx çoğu zaman onları satarak geçimini sağladı. Bunun dışında New York Tribune’a yazdığı makaleler karşılığında aldığı haftalık, ailenin tek geçim kaynağıydı. Marx üç çocuğunu kucağında defnetti. Hele en küçük kızı Françeska’nın doğumunda Marx’ın yaşadığı fakirliği bir düşünün. Françeska’ya beşik alacak parası yoktu, bebek zatürre oldu ve öldü. Tabut alamadığı için defni gecikti. Dolayısıyla Marx ağzına kadar tutarlı, dediği gibi yaşamış bir insandır. Bugün gördüğünüz siyasal İslamcılar ve bunların üstat saydıkları gibi firavun hayatı yaşayıp da firavuna küfretmemiştir. İkincisi, Marx’a bakınca müthiş bir disiplin ve çalışkanlık görüyorum. Onun malzemesi tarihtir, tezini tarihi materyalizm üzerine kurmuştur. Bu anlamda Marx’a getirdiğim eleştiriler de var. Marx, insan konusunda yanıldı. Yani tüm tezini üretim araçları üzerine kurdu. İnsanın araçlarına sanki araçların insanıymış gibi baktı. İnsan orada, tabiri caizse, araçların aracı haline dönüştü. Hani, “İşçisin sen, işçi kal” diyordu ya şair, sanki Marx da işçi sınıfını hep işçi kalacak zannetti. Oysa işçi sınıfının eline iktidarı verince ortada işçi sınıfı falan kalmıyor, o patrondan da beter bir patrona dönüşüyordu. Marx bunu göremedi ama biz çok gördük. Yine Marxizm’i bir zalimin veya bir diktatörün eline verince korkunç bir silaha dönüştüğünü Stalin üzerinden, Sovyetler Birliği üzerinden dünya da gördü, biz de gördük. Dolayısıyla Marx, Hegelciliğin de getirdiği bir zaaf olarak idealistti. Marxizm, bir tür mesiyanik/mesihçi (müjdeci) ideolojiydi. Çünkü gelecekte proletaryanın hakimiyeti ile dünyanın cennete dönüşeceği düşüncesi bir tür ütopya idi. Marx burada yanıldı, öyle bir şey olmazdı, ütopyalar gerçek değildir. Onun için mesiyanik dedim, yani mehdici idi. Marx bunu daha yaşarken adeta görmüş, onun için Marxistlerle hayattayken karşılaşmış ve onlarla dalga geçmiştir. Liebknecht bu konuda yazmıştır. Marxistlerle dalga geçen bir Marx var. “Marx, Marxist değildir” söylemi bir ironi değildir. Çünkü Marx, Marxist değildi. Daha yaşarken hayranları vardı. Unutmayalım, Britanya sanayileşmenin ilk başladığı yer, yani aynı zamanda sanayileşmenin tüm kötülüklerinin, insan sömürüsünün olduğu bir yer. Patronların elinde birer fareye, sineğe dönüşen çocuk ve kadın işçilerin olduğu bir yer. Bu anlamda Marx, gözünü para hırsı bürümüş patronların, insan emeği harcayarak nasıl tahakküm kurduklarını, nasıl saltanat sürdüklerini gördü. Bu işin nereye doğru ilerlediğini, nasıl yanlış yürüdüğünü gördü. Daha o günden tedbir alınmazsa bu sömürü boyutlarının insanlığı getirip içine atacağı o büyük sınıf çarpışması çukurunu gördü ve bunların üzerinden bir teori yazdı. Hepimiz gibi insandı, hepimiz gibi yanılabilirdi, bazı noktalarda isabet etti, çok güzel teşhislerde bulundu ama bazı noktalarda da -özellikle geleceğe ilişkin ideolojik olan noktalarda- yanıldı. Bu gayet doğaldır, hepimiz insanız, hepimiz yanılırız.
Marksist katarsis, mülkiyet zehirlenmesine karşı kişinin mülkten mahrum edilerek özgürleşmesini ileri sürer. Mal ve mülk ile insanın ilişkisini düzenleyen ve mülkiyet zehirlenmesinden insanı koruyan Kur'anî ilkelerden bahseder misiniz?
Mülkiyet zehirlenmesine Marx’ın bulduğu çözümün yanlış olduğu, yani mülkiyet karşıtlığının insan doğasına aykırı olduğu anlaşıldı. İşte komün hayatı, Sovyetler Birliği döneminde kurulan kolhozlar, tarım sektöründe örgütlenen "kolektif tarımla" uğraşan birliklerdi. Toprağın mülkiyeti devlete ait olmakla beraber sembolik bir rakamla köylüye kiraya verilirdi. Yani zenginin elindekini alıyorsun, ne yapıyorsun? Fakire mi veriyorsun? Hayır. Bu sefer mülkiyet bir kişinin olmaktan çıkıyor, bir partinin oluyor. Dolayısıyla firavun da o partinin içinden çıkıyor, Haman da o partinin içinden çıkıyor, Harun da o partinin içinden çıkıyor. Sovyetler, ateizmi din olarak benimsiyor fakat rejimin dini komünizm oluyor. Dolayısıyla hiçbir şey değişmiyor, yine sömürü devam ediyor. Dün sömürü kapitalistler eliyle yapılırken, komünist olduğunu iddia eden bir sistem sömürüyü komünist partisi eliyle yapıyor. Yani iş pratiğe döküldüğünde hiç de böyle olmadığını görüyoruz. Bir diğer sonuç da şu: Öznesiz kalan mal bakımsız oluyor. Kimse bakmıyor, kimse korumuyor. Ve dünya güzelleşmiyor, mamur olmuyor, imar olmuyor, gelişme olmuyor, insanlık ilerlemiyor. Öznesiz mal sahipsiz kaldığı zaman mal orada durmuyor. Çünkü mal bakım ister. Bir bina yapıyorsanız o bina bakım ister. İçinde oturuyorsanız o bina ayakta durur. Oturmuyorsanız, kendi haline bırakmışsanız metruk olur. Dünya da böyledir. Dünyanın mamur olması için insanın doğuştan getirdiği sahip olma güdülerinin yok sayılmaması lazım. Bu anlamda şunu görüyoruz: Marx’ın dediği olmayacaktı, o bir ütopyaydı. Olmadı da zaten. Yaşasaydı kendi de görürdü. Fakat tam karşı tarafta da sahip olmanın sınırsız sahip olmaya ve vahşi kapitalizme dönüşmesi, varsılların yoksullar üzerindeki tahakkümü ve hepsinden kötüsü emeğin soyulması, çalınması, gasbedilmesi var. Bunu nereye koyacağız? Bu ikisinin ortası yok mu? Burada Marx’ın hesaplamadığı bir şey vardı. Ben Marx’ın insanın psikolojik tarafını görmediğini düşünüyorum. Bence Marxizm’in en büyük eksikliği insan psikolojisini hiç hesaba katmamış olmasıdır. Sosyoloji ve tarih üzerinden yürüdü fakat psikolojiyi es geçti. Bu benim kişisel bir eleştirim. Bir yerde okumuş falan değilim. Belki yanılıyor olabilirim ama kanaatim bu yöndedir. İnsanla ilgili tüm teorilerde insan psikolojisi ilk çıkış noktası olmalı. Zira sosyolojinin de temeli psikolojidir. Çünkü sosyoloji insan topluluklarıyla ilgilenir ama nihayetinde insan ve insan toplumunun birimi de insan tekidir. Ve insan tekinin tüm edim ve eylemleri psikolojinin birimidir. Dolayısıyla Marx insan psikolojisini, insanın duygularını, insanın güdülerini, insanın hislerini, insanın eğilimlerini, insanın zaaf ve meziyetlerini görmedi. Ben en büyük noksanlık olarak bunu görüyorum. Tüm bunları görseydi ne olurdu? Belki o zaman bir orta yol bulmaya çalışırdı. Yani insanın doğuştan getirdiği yetilerle, yeteneklerle bu yeteneklerin yoldan çıkmasını engelleyen birtakım tedbirleri buluştururdu. İşte Kur’an’da biz bunu görüyoruz, İslam’da bunu görüyoruz. İslam deyince insanlar benim kastettiğim İslam'ı anlamadıkları için Müslümanların pratiğinin %99'unun İslam'la alakasının olmadığını belirtmem lazım. Onun için “İslam” diyemiyorum, “Kur'an” diyorum. Kur'an'da biz bunu görüyoruz. Nedir? Güdülerin yönettiği bir insanın elinde mülkiyetin oynadığı rol, insanı karunlaştırır. Fakat aklın, iradenin ve vicdanın güdüleri yönettiği bir insanın elinde durum farklı olur. Burada iki insan tipinden bahsediyoruz. Aklın, iradenin ve vicdanın güdüleri yönettiği tipin elinde servet, bir emanettir. Servete bir emanet olarak bakar, mülkiyet olarak bakmaz. Mülkiyet orada izafidir, yani mutlak değildir. Onun için de “israf” diye bir şeye inanır. Bir insanın mülkiyete göreceli ya da mutlak olarak bakıp bakmadığını anlamanız için israf diye bir şeye inanıp inanmadığını ve bunu gerçekten de uygulayıp uygulamadığına bakmanız yeterli. Eğer mülkiyete mutlak olarak bakıyor, “benim” diyorsa bu adama israfı anlatamazsınız. Çünkü o mülk edindiği her şeye “Benim değil mi, istediğimi yaparım” gözüyle bakar. Mal, insanlık servetidir aslında. Bakılması ve sahip çıkılması içindir. Bir suyu sahipsiz bıraktığımızda herkes pisliğini oraya atmaya başlar. O su gözesini temiz tutmanız lazım ki işe yarasın. Bir kuyuyu eğer sahipsiz bırakırsanız getirir oraya bir başkası da pisliğini atar. Ama bu demek değildir ki o kuyunun suyu sadece orayı mülk olarak üstüne yazdıranın olsun. Hayır, o su herkesindir. Dolayısıyla o sudan başkalarının payını da vermelidir. O suda başkalarının hakkı vardır. Bu Kur’an’da bir ayettir: “Zenginin malında yoksulun hakkı vardır.” Haşr Suresi 9. Ayette, “Servet, içinizdeki bir azınlığın elinde devlete dönüşmesin.” Yine Kur’an altın ve gümüş biriktirip bunu paylaşmayanları en büyük ateşle tehdit ediyor. Yani biriktirdiği altın ve gümüşün onun için bir ateşe dönüşeceğini söylüyor. Siz bunu eskatolojik yani öte dünyaya, sona ilişkin bir anlamaya mahkûm etmek zorunda değilsiniz. Servetin zenginlerin elinde nasıl ateşe dönüştüğünü anlamak istiyorsanız dünyadaki sınıf çatışmalarına ve bu sınıf çatışmaları sonucunda ortaya çıkan ayaklanmalara, toplumsal anarşi ve huzursuzluklara bakmanız yeterlidir. Toplumun ve insanın çürümesi böyle başlar. Cehennem biriktirme ve yığmacılığın ardından gelir. Tekasür Suresi ne diyordu? “Çoğaltma tutkusu, biriktirme tutkusu sizi helake sürükledi.” Kur'an'da çoğaltma tutkusunun nasıl bir belaya dönüştüğünü anlatan sure var. Ma’un Suresi ne diyordu? “Dini yalanlayan kim biliyor musun? Fakiri gözetmeyen, düşmüşü kaldırmayan, yetime bakmayan, yoksulu doyurmayan.” Dolayısıyla “Dinsiz kim?” sorusuna bu sure, “Lanet olsun böyle namaz kılana” diyor. Bu prototip ile namaz kılan dinsiz tarifi yapıyor. Eğer paylaşmıyorsa, etrafıyla bölüşmüyorsa, “benim” diyorsa, kendini sahip olduklarının emanetçisi değil mutlak sahibi zannediyorsa dinsizdir. Yani hangi birini söyleyeyim? Kur'an'da Beled diye bir sure var. 11. ayetinden itibaren “zor yokuş” diye bir tanım yapıyor. Orijinali, “akabe”dir. Ayet, “Nedir bilir misin sarp yokuş?” diyor. Ardından dört tane unsur sayıyor. Birincisi, “Bir boynu özgürlüğe kavuşturmak” (90/13) diyor. Özgürlüğü birinci sırada ele alıyor. Yani Kur'an'da, insanın ihtiyaçları içerisinde, ekmekten önce özgürlük gelir. Bu çok önemli. “Bir boynu özgürlüğe kavuşturmak” diyor. Yani bunun için illa bin yıl öncesinin kölesini akla getirmek şart değil. Bugün de borcunu ödeyemediği için, senedini ödeyemediği için, karnını doyuramadığı için, normal hayatını idame ettiremediği için köleleştirilmiş milyonlar, belki yüz milyonlar var. Temiz suya kavuşamayan, sağlığa kavuşamayan, insanca hayat sürdüremeyen, barınmadan yoksun, evsiz barksız, yemeksiz bir sürü insan var. İnsanın doğuştan getirdiği haklar vardır. İnsanca yaşamak her insanın doğuştan getirdiği bir haktır. Bu kimsenin ona sunduğu bir lütuf değildir. Tüm insanların bir insanın insanca yaşama hakkına katkı sağlaması lazım. Onun için Kur’an, “Varsılın servetinde yoksulun payı vardır,” diyor. Birincisi bu. İkincisi, “açı doyurmaktır, yetimi güldürmektir, düşmüşü kaldırmaktır.” (90/14-16) Bir sonraki ayet çok daha ilginçtir. Bütün bunları yaptıktan sonra iman edenlerden olmak ve birbirine hakkı ve merhameti tavsiye etmek gelir (90/17). Bu davranışlar kişiyi imanın kapısına getirecektir. Özgürlüğe kavuşturma, açları doyurma, yetimi ve düşkünü gözetme gibi temel ahlâkî sorumlulukları yerine getirmeyen hem imanın ahlâkî zeminini inşâ etmemiş hem de iyiliği emr ve kötülükten sakındırma aşamasına gelmemiş demektir.
Ali Şeriati Dine Karşı Din kitabında “Hangi din afyondur?” diye soruyor. Sizin bu soruya vereceğiniz cevap ne olur? Bu anlamda dinin, ezilenlerin ve yoksulların başkaldırısına karşı “halkın afyonu” işlevi gördüğünü söyleyebilir miyiz?
Kesinlikle söyleyebiliriz. Din adamları sınıfının elinde tahakküm aracına dönüşmüş, o dinin mensuplarını bir sömürü aracı, bir korkutma silahı olarak kullanan (cehennemle korkutma, Tanrı ile korkutma, kanunla/yasayla/devlette korkutma), insanları kendisine kul eden her din, din adamları sınıfının tahakkümüne veya din adamlarının payandalığını yaptığı yöneticilerin elinde bir sopaya dönüşmüş olan her din, Ali Şeriati’nin dediği sınıfa girer. Aynen böyledir.