Davet Etmek İki Ayaklı Dua Olmaktır

Mustafa İSLÂMOĞLU

 

Da’ve(t), “bir şeyi veya birini, kendine veya bir başka şeye sesle, işaretle, eylemle çağırmak” demektir. Davetin muhatabı işitme ve icabet etme yeteneği olan her tür varlıktır. Du’â, kalbin davetidir. Aynı kökten gelen da’vâ (dava), “kendisine davet edilen şey” anlamına gelir. Daveti ilke edinen her davetçinin çağırdığı şey, davadır. Yine aynı kökten gelen iddi’â’, “başkalarını çağıracak bir değere sahip olduğunu ileri sürmek” demektir.

 

Davet vurgusuyla kullanılan Kur’ani terimlerden biri salât’tır. Mâide Sûresi’nin 106. âyetinde salât, “davet” vurgusuyla kullanılır. “Duyuru” anlamına gelen ezân da, Kur’an’da davet vurgusuyla kullanılan kelimelerdendir (Tevbe, 9/3).

 

Davete ve duaya verilen “karşılık” icâbet adını alır. İcâbet ile aynı kökten gelen cevâb, soruya veya davete muhatap olanın, karşılığını muhatabına ulaştırmak için “ağzını açtıran” sözdür.

 

Hakka davet, hakkın, hakka inanan üzerindeki hakkıdır. Hakikati bulan kişiye düşen, başkalarının da o hakikati bulmasına yardımcı olmaktır. Bir ismi de el-Hak olan Allah, hem zatı itibarıyla mutlak ve sonsuz hakikat, hem de mutlak ve sonsuz hakikatin kaynağıdır. Bu nedenle, kendisine davet edilecek yegâne zat Allah’tır.

 

Davet, paylaşmaktır. Benciller davet etmez. Zira benciller paylaşmaz. Davet ile talep arasındaki fark, davet edilen şeyin değerli olmasıdır. Zira insanın bir başkasından yardım ve destek talebinde bulunması, onunla bir değeri paylaşması anlamına gelmez. Fakat birini bir sofraya veya hakikate davet etmesi, onunla bir değeri paylaşması anlamına gelir. Talep almaktır fakat davet vermektir. Davette emek ve değer vardır. Bu yüzden, sorumluluk hissedenler davet eder.

 

Hakka, hayra, iyiye ve güzele davet hasenât değil, salihât’tır. Hasenât, sonucu failin kendisine dönük iyiliktir. Sâlihât, sonucu üçüncü şahıslara dönük olan “ıslah edici” ve “salâh-ı hale” yol açan iyiliktir. Kur’an’ın “sâlih amel” dediği şey budur. Kur’an’da hasenât’ın karşılığı “bire on”, sâlihât’ın karşılığı ise “cennet”tir.

 

Davetçi, pasif iyi değil, aktif iyidir. Zira davet, bilgiyi eyleme geçirmektir. Pasif iyi, kendine iyidir. İyiliği paylaşma ve çoğaltma kaygısı yoktur. “İyi olma”yı yeterli görür, “iyi etme” sorumluluğunu üstlenmez. Aktif iyi, hem kendine hem başkalarına iyidir. İyiliği paylaşma ve çoğaltmayı iyiliğe karşı bir şükran borcu olarak görür. İyiliği dava edinmiştir. İyiliğe davet eder, iyiliğin çoğalması için dua eder.

 

Kur’an’a göre, ulvi bir gayesi ve dâvâsı olmayanlar, hayatın anlam ve amacını gözden kaçıranlardır. Böyleleri hayvana benzer (Muhammed, 47/12). Adam olanın dâvâsı olur, dâvâsı olan o uğurda mücadele verir (Muhammed, 47/20). Bu yüzdendir ki, bu mesajların verildiği Muhammed Sûresi’nde vahye inanmayanlar düelloya değil, düşünceye davet edilir: “Onlar hiç Kur’an üzerinde derin derin düşünmezler mi, yoksa kilit vurulmuş kalplere mi sahiptirler?” (Muhammed, 47/24).

 

el-Hak olan Allah en büyük davetçidir

 

Allah davetçidir. Kur’an’daki esmâ-i hüsna içerisinde, Allah’a isnatla kullanılan bir Dâ’î ismi yoktur. Fakat ef’âl-i hüsna içerisinde, Allah’a isnatla kullanılan de’â-yed’û (O davet etti - O davet eder) fiilleri vardır. “Davet” Allah’ın mübarek fiillerinden biri olduğuna göre, Allah için “davetçi” demekte bir beis olmasa gerektir. Şu âyet-i kerime, Allah’ın davetçi olduğunun belgesidir:

 

يَاۤ اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اسْتَج۪يبُوا لِلّٰهِ وَلِلرَّسُولِ اِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْي۪يكُمْ وَاعْلَمُوۤا اَنَّ اللّٰهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِه۪ وَاَنَّهُۤ اِلَيْهِ تُحْشَرُونَ

 

“Siz ey iman edenler! O sizi hayat bahşeden bir (diril)işe davet ettiğinde, Allah’a ve Elçi’ye icabet edin! Zira iyi bilin ki, Allah kişiyle kalbinin (eğilimleri) arasına sürekli müdahale eder; akıbet O’nun huzurunda toplanacaksınız.” (Enfâl, 8/24).

 

- Âyette Allah, davet eden konumundadır. “Allah’ın daveti, Allah’ın emri ile aynı şeydir” diyebilir miyiz?

 

- Eğer vahyin lafızlarını ciddiye alacaksak, bunu diyemeyiz. Zira Kur’an’da faili Allah olan emera (O emretti) fiilleri kullanılmasına rağmen, burada emera değil, de’â (O davet etti) fiili kullanılmıştır. Emirde tehdit, davette teklif vardır.

 

Şu bir gerçektir ki, Allah’ın daveti kulları tarafından emir telakki edilmelidir. Bu, Allah’ın kulları üzerindeki hakkıdır. Buna rağmen Rabbimizin “davet” üslubunu kullanmasının bir tek açıklaması vardır: Kullarının iradesine saygı. Bunun üzerinden verilen mesaj açıktır. Allah’ın kullarından istediği “kölelik” değil, “kulluk”tur. Kölenin efendisine itaati iradeye dayanmaz, kulun Allah’a itaati iradeye dayanır. Bu yüzden, iradesiz bir kulluk muteber değildir. O kulluk, “kulluk” değil, “kölelik”tir. Allah’ın kullarından isteği bu değildir.

 

Allah kullarını nelere davet eder?

 

  1. Allah kullarını imana davet eder:

 

“Şu halde (ey insanlar!) Allah’a, Elçi’sine ve indirdiğimiz nura iman edin: Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Teğabun, 64/8).

 

“Rabbimiz, Biz, “ Rabbinize iman edin!” diye imana çağıran bir davetçiyi duyduk ve hemen iman ettik!” (Âl-i İmran, 3/193).

 

  1. Allah kullarını itaate davet eder:

 

“Siz ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Elçi'ye itaat edin ve asla emeklerinizi boşa çıkarmayın! Evet, inkârda direnen ve Allah yolundan alıkoyan sonra da bu inkâr üzere ölen kimselere gelince: Allah onları asla bağışlamayacaktır.” (Muhammed, 47/33-34).

 

  1. Allah kullarını infaka davet eder:

 

“Kim Allah'a güzel bir borç verip de, onun kendisine kat kat fazlasıyla geri dönmesini ister? İşte böylelerini tarifsiz güzellikte bir ödül beklemektedir.” (Hadid, 57/11).

 

  1. Allah kullarını duaya davet eder:

 

“Ve Rabbiniz şöyle buyurur: “Bana dua edin ki ben de kabul edeyim! Bana kulluk yapmayı kendisine yediremeyenler, rezil rüsva olarak cehenneme girecekler.” (Mü’min, 40/60).

 

  1. Allah insanı insanın yeryüzünde yaptığı ilk ev olan Kâbe’ye davet eder (Hac, 22/27): Mesela Beytullah’ı haccetmek, Allah’ın insanlık üzerindeki hakkıdır (Âl-i İmran, 3/97). İnsanlığa bu hakikati öğreten âyet, zımnen hac davetini reddetmenin Allah’ın hakkını gasp olduğu imasında bulunur.

 

Allah’ın davetine icabet eden “Allah’a yardım etmiş” (ensârullah) olur. Tıpkı Hz. İsa’nın havarileri gibi (Saf, 61/14).

 

Rağıb havâri kelimesine “avcı” karşılığını verir. Zira kelimenin ait olduğu Aramcadaki manası budur. Kelimeyi Arapça sayanlar onu “beyaz” anlamındaki hûr köküne nisbet eder. Havarilerin avcılığı elbet “balık avcılığı” değil, “yürek avcılığı” idi. Âyet onların bu sayede “galip geldiklerini” söylüyor. Biz biliyoruz ki hemen tamamına yakını eza ve cefa görmüş, bazıları çok acımasız yöntemlerle öldürülmüştür. Bütün bunlara rağmen galip gelmişlerdir. Allah’ın gör dediği yerden bakanın galibiyet ve mağlubiyete verdiği anlam değişir.

 

Suffa ashabının imamı Amir b. Fuheyre, Bi’r-i Me’ûne pususunda şehit olan 70 kişiden biriydi. Pusu kuran canilerin elebaşısı Cebbar onu hançerlediğinde, dudaklarından dökülen son söz şu olmuştu: Lekad fuztu vallahi (Vallahi işte şimdi başardım). Hz. Ali, Kûfe mescidinin mihrabında sabah namazını kıldırırken arkadan hançerlendi. İlk hançer darbesini aldığında dudaklarından dökülen cümle şu oldu: Ve Rabbi’l-Ka’be lekad fuztu (Kâbe’nin Rabbine andolsun ki işte şimdi kurtuldum). Bu iki örnek, gerçek hak davetçilerinin başarı ve kurtuluşa ne anlam yüklediklerini göstermektedir.

 

Allah’ın imana, itaate, infaka, duaya, ibadete davet etmesi, “sebebe davet” anlamını taşır. Sebepten söz edilen her yerde bir de sonuç vardır. İlahi davet, “sebeplere davetten” ibaret değildir. Allah’ın sebepler üzerinden asıl daveti gayeye davettir. Zira Allah, kullarını “ebedi mutluluk yurduna” (Dâru’s-Selâm) davet eder:

وَاللّٰهُ يَدْعُوۤا اِلٰى دَارِ السَّلَامِ وَيَهْد۪ي مَنْ يَشَاۤءُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ

 

“Böylelikle Allah (insanı) ebedi mutluluk yurduna davet etmekte ve isteyeni dosdoğru bir yola yöneltmeyi dilemektedir.” (Yûnus, 10/25).

 

Peygamberler Allah’a, Şeytan kendine davet eder

 

Kişi hak ehli olsa dahi, kendisine davet edemez. Zira hak ehli olan hakka teslim olur, hakkı teslim almaz. Hakka ait olmak yerine hakka sahip olmaya kalkmak, hakkın hakkını gasba yeltenmektir. “Ben hak ehliyim” demekle “Ben hakkın sahibiyim” demek arasında, hakla batıl arasındaki kadar fark vardır.

 

Hak yolunun yolcusu, Allah’a davet etmekle mükelleftir. Allah’a davet dururken mezheb, mekteb, meşreb, tarikat, parti, cemaat, grup vb. gibi herhangi bir şeye davet merduttur. Zira Allah’ın “güzel” diye nitelediği davet ve davetçinin vasfını Kur’an şöyle verir:

 

“Allah’a davet eden, dürüst ve erdemli davranan ve ‘Elbette ben kayıtsız şartsız Allah’a teslim olanlardanım.’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 41/33).

 

Hak davanın davetçisi sadece Allah’a davet edendir. Sadece Allah’a davet eden kişi, hak davanın davetçisi olmayı hak eder. Zira tüm peygamberler Allah’a davet eder. Onların başında da âlemlere rahmet Hz. Muhammed gelir:

 

“Sen ey peygamber! Elbet Biz seni bir şahit, bir müjdeci bir uyarıcı olarak gönderdik; yine O’nun izniyle Allah’ı çağıran bir davetçi ve etrafını aydınlatan bir kandil olarak...” (Ahzab, 33/45-46).

 

Davetçinin en kötüsü, kendisine davet edendir. Zira kendine davet, Şeytan’ın işidir. “Şeytan bana gelin!” demiş, kendisine gelenleri aldatmıştır: “Benim sizin üzerinizde yaptırım gücüm bulunmamaktaydı. Ne var ki sizi sadece davet ediyordum, siz de benim davetime icabet ediyordunuz. Dolayısıyla beni suçlamayın, asıl kendinizi suçlayın! Ne ben sizin imdadınıza yetişecek durumdayım, ne de siz benim imdadıma.” (İbrahim, 14/22).

 

Buna şöyle itiraz edilebilir: Şeytan, batıl ehlidir. Hak ehli olan bir davetçinin kendine davet etmesinde ne beis olabilir?

 

İsterse hak ehli olsun, kendine davet eden, iki büyük hata yapmaktadır:

 

  1. Kendini mutlak hakikat yerine koymaktadır. Oysa el-Hak olan sadece Allah’tır. İnsan kendisini “hakkın ehli” değil de “hakkın kendisi” zannederse, o andan itibaren hak ehli olmaktan çıkar. Zira bu, hakka teslim olmak yerine hakkı teslim almanın bir başka yöntemidir. Böylece o, el-Hakk’ın hakkına tecavüze yeltenmiş olur. İşte bu nedenle, peygamberler dahi kendilerine değil, Allah’a davetle emrolunmuşlardır.

 

  1. Kendini mutlak hakikatin yerine koyan, kendisini hakkın ölçüsü zanneder. Nefsini hakkın ölçüsü zanneden, herkese haksızlık eder. Kendini düzeltmek yerine başkalarını düzeltmeye kalkar. Bakışını düzeltmek yerine baktığını düzeltmeye kalkar. Bu durumun varıp duracağı son durak, Kur’an’ın “hevasını ilah edinen” diye nitelediği kimseye benzemektir.

 

Bu tür bir davette “ben” (ene) yerine “biz” (nahnu) zamiri kullanılmakla, davet bencil olmaktan çıkmaz. Sadece “biz” zamiri “ben” yerine ikame edilmiş olur. “Biz”i “ben” makamında söyleyince, “biz”i temsil eden cemaatin tüm bereketi kaybolur. Kaybolan o bereketin yerini, çoğullaşmış bir bencillik alır. Keyfiyetin kalitesi, yerini kemiyetin sıradanlığına bırakır. “Aktif akıl sahiplerinin” (ulu’l-elbâb) yerini “insan sürüleri” (ekseru’n-nâs) alır. Taakkul yerini tabasbus ve tasannua bırakır.

 

“Ben” yerine ikame edilmiş böylesi bir “biz”, bencillik günahının toplu olarak icrasıdır. Orada “Sırat-ı müstakim nedir?” tarifinin cevabı, “Çoğunluğun gittiği yoldur” şeklinde verilir. Bu cevap “İnsanların çoğu akletmezler-şükretmezler” diyen Kur’an’ın cevabının tam tersidir.

 

İnsanın dış ve iç dünyasındaki davetçiler

 

Zatıyla bizatihi hakikatin kendisi, sıfat ve fiilleriyle hakikatin kaynağı olan Allah en büyük davetçidir. İnsanın iç ve dış dünyası, O’na davet eden mesajlarla doludur: “Onlara dış dünyalarında ve iç dünyalarında âyetlerimizi göstereceğiz.” (Fussilet, 41/53).

 

Allah’ın dış dünyadaki mesajları kevni âyetler ve vahyi âyetlerde mevcuttur. O’nun iç dünyadaki mesajları ise fıtratta ve vicdanda mevcuttur. O, insanı hem kevni ve vahyi âyetleriyle dışarıdan davet eder, hem de fıtratı ve vicdanıyla içeriden davet eder. Allah’ın davetini reddeden insan, hem dış dünyasındaki arza ve arşa sırt dönmüş olur, hem de iç dünyasının arzına ve arşına sırt dönmüş olur.

 

Allah hiçbir toplumu ve insan tekini davetçisiz bırakmamıştır. Eğer bir peygamberden mahrumsa, bir akıl ve vicdandan da mahrum değildir ya. “Her toplumun bir hidayetçisi vardır.” (Ra’d, 13/7) âyeti böyle de okunabilir. Eğer şehrin en yakınındaki adamlar davete sırt dönerse, “şehrin en uzağından koşarak gelen bir adam” çıkar (Yâsîn, 36/20).

 

Her peygamber ve her vahyin amacı, insanı Allah’a davettir. İnsanı Allah’a davet etmek, insanı kendisine davet etmektir. Zira Allah, insana şahdamarından yakındır. Şu durumda insana “Allah’a gel” demek, “kendine gel” demekten farksızdır. Âyetteki “şahdamar”, insanı cismani hayata bağlayan bağdır. Bu bağ koparsa, insan hayattan kopar. Nasıl ki şahdamar insanı hayata bağlıyorsa, Allah da insanı hakikate bağlar. İnsan Allah’tan kopunca, hakikatten kopar. Hakikatten kopan isterse madden hayatta olsun, manen ölüdür. İşte bu nedenle Allah’ın peygamberler aracığıyla gönderdiği vahye davet, “hayat veren bir dirilişe davet”tir (Enfâl, 8/24).

 

Kur’an, baştan sona Allah’a davet kitabıdır. Bu davet, bazen zımni bazen açıktır. Davet için kullanılan üslup, bazen mecazi bazen hakikidir. Fakat Kur’an’da öyle sûreler vardır ki, konusu baştan sona davettir. Nûh Sûresi buna açık bir örnek teşkil eder. Bu sûre, ilahi davetin tabi olduğu ilahi yasaları (sünnetullah) öğrendiğimiz sûredir. Bu yasa, şöyle işlemektedir:

 

  1. İlahi hakikate açıktan davet edilirler.
  2. Davet edildikleri hakikatin belgeleri kendilerine sunulur.
  3. Onlar hakka boyun eğmemekte ve cürüm işlemekte sonuna kadar direnirler.
  4. Üstelik hakka boyun eğenlere de zulüm icra ederler.
  5. En sonunda ilahi intikama muhatap olurlar.

 

Bu süreçlerden geçerek helake uğrayan kavimlerin kıssası Kur’an’da anlatılır. Mesela Nûh Kavmi (A’râf, 7/136) ve Ad Kavmi (Fussilet, 41/15) bunlardandır.

 

Allah’a davet eden kişi kuldan ücret beklemez

 

“Nasıl davet?” sorusuna verilecek ilk cevap, “Hesabi değil, hasbi davet” olmalıdır. İnsan kimin hesabına çalışıyorsa, ücretini ondan bekler. Allah’a davet iddiasıyla ortaya çıkmış bir davetçi, kullardan maddi veya manevi bir karşılık beklemez. Eğer bunu yapıyorsa, o zaman iddiası geçersizdir. Peygamberlerin geçit yaptığı Şu’arâ Sûresi’nde, tam beş kez, peygamberlerin dilinden şu uyarı yapılır:

 

“Ben bu (davet) karşılığında sizden hiçbir ücret talep etmiyorum. Benim ecrimi takdir etmek sadece âlemlerin Rabbine düşer.” (Şu’arâ, 26/127).

 

Peygamberler, hak sadakasıdırlar. Onlar, hayatlarını insanlığın saadeti için Allah’a adamışlardır. Ücretlerini ve ödüllerini davet ettikleri insanlardan değil, Allah’tan almışlardır. Almışlardır dedik, zira iyi olmak ve iyilik yapmak için ücret ve ödül gerekmez. İyi olmanın bizzat kendisi ödüldür. Peygamberlerin hayatı bu hakikatin canlı birer şahididir.

 

Aynı hakikat, bir de Hz. Peygamber’e söyletilir: “Bu davete karşılık sizden bir ücret istemiyorum; sadece (Allah’a) yakınlık hususunda tam bir ilgi ve sevgi (uyandırmak) istiyorum!” (Şûrâ, 42/23).

 

Allah’a davet eden her davetçi, kendisini, uyarı ve azar içeren şu sorunun muhatabı olarak görmelidir: “Yoksa sen onlardan (davetine karşılık) dünyevi bir bedel mi istiyorsun? (Hayır), çünkü Rabbinin ödeyeceği bedel daha yüksektir.” (Mu’minun, 23/73).

 

Allah yoluna nasıl davet etmeli?

 

  1. Güzel öğüt ve hikmetle:

 

Allah yolunun yolcusu olmak bir iddiadır. Bu iddianın isbatı, O’nun yoluna davet etmektir. İlahi vahiy, kendi yoluna davet edeceklere yol ve yöntem göstermektedir:

 

“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et ve onlara (karşı) öyle bir mücadele yöntemi ortaya koy ki, en güzeli, en etkilisi o olsun! Çünkü senin Rabbin var ya: işte O, kendi yolundan sapan kimseyi de, doğru yola yöneleni de en iyi bilendir.” (Nahl, 16/125).

 

- Rabbin yoluna neden hikmet ve güzel öğütle davet edilmesi istenmektedir?

 

- Bir: Hakikat bir insanın daha yüreğini fethetsin için. İki: Güzelliğin yaratıcısı olan Allah’ın güzel yoluna yakışan bu olduğu için. Üç: Güzel söz yılanı bile deliğinden çıkardığı için. Yarattığını en iyi bilen Allah’ın kelamında, bu hakikat şöyle dile gelir: “Mademki iyilik de bir olmaz, kötülük de; (o halde) sen tezini en güzel biçimde savun. Bak gör o zaman, seninle arasında düşmanlık olan biri bile sanki sımsıcak bir dost kesiliverir.” (Fussilet, 41/34).

 

Eğer öyle olmasa, Rabbimiz Hz. Musa ve Harun’a “Siz ikiniz doğruca Firavun’a gidin, çünkü o pek azdı! Fakat ona konuşurken yumuşak bir üslup kullanın! (O zaman) belki söz dinler, ya da en azından (daha ileri gitmekten) çekinir” buyurur muydu? (Tâhâ, 20/43-44).

 

  1. Zorbalıkla değil, gönülleri fethederek:

 

Davanın ve davetin hakiki sahibi olan Rabbimiz, nebisine daha nübüvvetin başında açık ve net olarak şu talimatı veriyordu: “Sen onları zorla (inandıracak) bir zorba değilsin!” (Kâf, 50/45). “Hatırlat, çünkü sen sadece bir hatırlatıcısın; onlara inanç dayatan bir zorba değilsin!” (Ğaşiye, 88/20-21).

 

İnsanı imana zorlamak isteseydi Allah’ın buna gücü yeterdi; Fakat bu Allah’ın muradı değildi: “Eğer Rabbin isteseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi iman ederdi. Ne yani, şimdi sen mü’min oluncaya kadar insanları zorlayacak mısın?” (Yûnus, 10/99).

 

Eğer Rabbin isteseydi insanların tümü iman ederdi, ama istemedi. Zira mahlûkat için çokluğu ve farklılığı yasa kıldı. Din insanın özgür seçimine dayanır. İman ancak, onu tercih edenin özgür iradesiyle yaptığı tercih sayesinde iman olur. Zira: “Zorlama dinde yoktur. Artık doğru ile yanlış birbirinden seçilip ayrılmıştır. Şu halde kim tağutu reddeder de Allah’a inanırsa, kesinlikle kopmaz bir tutamağa yapışmış olur.” (Bakara, 2/256).

 

Bu âyetin iniş sebebi hayli manidardır: Medineli Araplarda, kitap ehli olan Yahudilere karşı duydukları aşağılık duygusundan kaynaklanan bir adet yerleşmiştir: Çocuğu olmayan Medineli Araplar, eğer çocuğu olursa Yahudi mabedine adayacağına söz verir, çocuk olunca da adarmış. Bu yolla Yahudileşen bir hayli Arap çocuğu vardır. Nadîroğulları Yahudileri Medine’den sürgün edildiğinde, bu çocukları da yanlarında götürmek ister. Çocukların gerçek ebeveynleri Rasulullah’a müracaatla; “Çocuklarımızı geri istiyoruz. Biz şimdi Müslüman olduk, onların Yahudi olmasına gönlümüz razı gelmez.” derler. Efendimizin verdiği karar, bu âyetin inişine neden olan karardır: Çocuklara sorulacak, çocuklar hangi inancı tercih ederse, sonuç ona göre belirlenecektir.

 

Buna benzer bir hadise de “Fıtrat Âyeti” (Rûm, 30/30) ile ilişkili olan “Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar.” hadisi bağlamında yaşanmıştır. Mücahitler savaşlarda ölen düşmanın küçük yaştaki çocuklarından bazılarını yanlarına almışlardır. Bunu duyan peygamberimiz, olaya kızdığını belli eder. Bunu yapan sahabiler ise, “Ama onlar müşriklerin çocukları” diye savunurlar yaptıklarını. Hz. Nebi “Sizin en iyileriniz de öyle değil miydi?” diyerek bu mazereti reddeder ve bunun ardından o ünlü hadisi söyler (Taberi, Rûm, 30/30’un tefsirinde).

 

Dinde zorlama yok ama davet var. Bununla amaçlanan şey bellidir: Muhatabın uyuyan vicdanını uyarmak. Onu pasif halden aktif hale geçirmesine yardımcı olmak. Zira kişiyi imana ancak hür vicdanı zorlayabilir. İsterse o kişi gönderiliş amacı davet olan peygamber olsun.

 

Sorumluluğun şahsiliği, Kur’an’ın sık hatırlattığı bir prensiptir. Peygamberlerin davetine ısrarla karşı çıkanlardan davetçilerin sorumlu olmadığının da beyanıdır (Yûnus, 10/41). Hidayet, öncelikle bir “nasip” işi değil, bir “talep” işidir. Onu talep etmeyene, hidayet nasip olmamıştır. Kur’an’da anlatılan Nûh’un oğlunun kıssası, Hz. İbrahim’in babasının kıssası, bu hakikati dile getirir. Hidayetin bir “nasip” işi olmaktan önce bir “talep” işi olduğu hakikatini şu âyetten daha güzel ne ifade edebilir:

        

         “Şu bir gerçek ki, sen ölülere işittiremezsin. Dahası, bu davete sırtını dönüp uzaklaşan sağırlara da işittiremezsin. Yine, yoldan çıkan körleri doğru yola getirecek olan da sen değilsin. Sen ancak âyetlerimizi inananlara duyurabilirsin. Ki zaten onlar gönülden teslim olan kimselerdir.” (Neml, 27/80:81).

 

Kur’an’da “Fetih” adıyla yer alan tek sûre zaferle neticelenen bir savaşın ardından değil, görünürde aleyhte gibi duran Hudeybiye sulhunun ardından inmiştir. Zira bu olay, insan ile İslam arasındaki engelleri kaldıran bir işleve sahipti.

 

  1. Sabırla ve ısrarla:

 

Davet, aktif iyilerin işidir. Onun için tüm peygamberler pasif değil, aktif iyidir. Pasif iyiler kendilerinin iyi olmasını yeterli görür, iyiliği başkalarına ulaştırma zahmetine katlanmazlar. Fakat aktif iyiler, iyiliği çoğaltmak için tüm çabalarını harcarlar. Onların bu gayreti o raddeye varır ki, Allah Rasulü gibi, bazen “Mü’min olmuyorlar diye neredeyse kendini helak edeceksin” (Şu’arâ, 26/3) hitabına bile muhatap olurlar.

 

Kur’an’da kıssası anlatılan peygamberler içinde, davette sabır ve sebat timsali olan peygamber Hz. Nûh’tur. O kavminin hiçbir çirkefliğine aldırmadan gece gündüz, açık gizli kesintisiz davet etmiştir (Nûh, 71/8-10).

 

Hz. Nûh’un davet süresi konusunda Kur’an istisnai bir üslup sergiler. Bu sadece ona has bir durumdur. Âyet, lâfzen “Elli eksiğiyle bin yıl” diyor. Bendeniz bu ibarenin lâfzî değil, kinai olduğu kanaatindeyim. Nitekim Kur’an’da “bin yıl” ibaresi mecazi olarak birden fazla yerde kullanılır (Bakara, 2/96; Hac, 22/47; Lokman, 31/5). Eğer böyleyse, bu ibare şöyle anlaşılmalıdır: “Nûh, çok küçük bir bölümü hariç, bir insanın tasavvur edebileceği en uzun ömrün hemen tamamını davet yolunda harcadı.” Maksat, davette sabır ve sebata örnek göstermektir.

 

“Nûh Rabbine şöyle yalvardı: Rabbim ben bittim, yardımıma sen yet! Bunun üzerine biz de göğün kapılarını ardına kadar açıp (denizi) boca ettik!” (Kamer, 54/10-11) Bu âyetler, Hz. Nûh’un sabrının son damlasına kadar tükendiğinin göstergesi. Gerçekten bitmek ve “bittim” demek kusur değil, bilakis meziyet.

 

Davette sabır ve sebata, “karada gemi yapmak” da giriyor. Denizde gemi yapmak neyse de, karada gemi yapmak zor iş. Dalga geçenler, dudak bükenler, bıyık altından alaycı tebessümleriyle kendilerini tatmin edenler, haline bakmayıp acıyanlar ve ‘aklını oynattı’ imasında bulunanlar… Hz. Nûh etrafın alaycı bakışlarına işte bu yüzden maruz kalmıştı. Fakat Allah, Nûh kıssası üzerinden tüm çağların karada gemi yapan Nûhlarına şu mesajı verdi: “Sen gemini yap! Bir gün deniz lazım olursa, denizin Rabbi onu ayağına getirir!”

 

Davetçinin sabır ve kararlılığına en güzel örnek, Hz. Peygamber’in şu destanî tavrıdır: Müşrik liderler hasta yatağındaki Ebu Talib’e gelerek, yeğenini davasından vazgeçirmeye ikna etmesini ister. Bu arada ona şu tür vaatlerde bulunurlar: “İstiyorsa onu kendimize lider seçelim, eğer dilerse onu en zenginimiz yapalım, onu Mekke’nin en güzel kızıyla evlendirelim. Bunlara da hayır derse, onu bize ver içimizden dilediğin kimseyi veya yakınlarımızdan birini ona karşılık olarak al!” (Tirmizî, Ahmed ve İbn Sa‘d). Amca Ebu Talib müşrik liderlerin bu tekliflerini yeğenine getirdiğinde aldığı cevap dillere destandır:

 

“Vallahi ey amca! Vallahi ey amca! Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler, gel bu davandan vazgeç deseler, asla davamdan vazgeçmem!” Bu tavır, Allah yolunun davetçilerinin yalnız Allah’tan korkup başka hiçbir şeyden korkmadıklarını söyleyen âyetle de uyum içindedir (Ahzâb, 33/39).

 

  1. Davette “seçkincilik” (elitizm) yapmadan:

 

Davette seçkincilik, davetin ruhuyla taban tabana zıttır. Sadece toplumun elitlerini davet edenler, hakka ve hayra değil, güce ve nüfuza taliptirler. Güç ve nüfuz peşinde koşanlar, daveti “ecre” değil, “ücrete” bağlayanlardır. “Hasbiliğin” yerine “hesabiliği” koyanlardır.

 

Nüfuz ve güç sahibi elitler, peygamberlerine zayıfları yanından “kov” diyorlardı (Hûd, 11/29; Şu’arâ, 26/111). Fakat Allah “kovma” diyor ve ekliyordu: “Onları kovarsan, zalimlerden olursun.” (En’âm, 6/52).

 

Allah Rasulü, davet sırasında, bir anlığına toplumunun seçkinlerine eğilim gösterdi diye şu sert uyarıyı almıştı: “Ve (sana gelince Ey Nebi!) Sen nereden bileceksin o (müşrikin) arınacağına dair bir ihtimal bulunduğunu veya alacağı öğütün kendisine yarar sağlayacağını? Fakat kendi kendine yettiğini sanan kimseye gelince: Sen bütün ilgini ona yönelttin; oysaki onun arınmamasının sorumlusu sen değilsin; fakat sana büyük bir iştiyakla gelen var ya: -ki o Allah’a saygıda kusur etmez- İşte sen onu ihmal ediyorsun.” (‘Alak, 96/3-10).

 

İdeal davet örneği: Muhammedi davet

 

“Muhammedi davet” dememiz boşuna değil. Zira vahye göre tüm peygamberler İslam peygamberidir. Yine tüm peygamberler kavimlerini “islama” davet etmişlerdir. Bu Kur’ani hakikat güneş gibi ortada dururken, “İslam’ın peygamberimizle başladığı” intibaını veren her cümle, Kur’an’la taban tabana zıt olacaktır.

 

Muhammedî davetin Mekke dönemi dört merhaleye ayrılabilir:

 

  1. Bireysel davet: Vahyin başlangıcından Necm Sûresi’nin inişine kadar sürer. Bu dönem nübüvvetin başlangıcından 3. veya 4. yılına kadar sürer.

 

  1. Toplumsal davet dönemi: Putları isim vererek açıktan yeren Necm Sûresi’nin indiği 3. veya 4. yıldan boykota kadar olan dönem. Bu dönem 3 veya 4 yıl sürer.

 

  1. Kureyş’in mü’minlere uyguladığı boykot dönemi: Bu dönem 7. yılda başlar; boykotun sona erdiği 9. yılın sonuna kadar 3 yıl sürer.

 

  1. Biat dönemi: Boykottan sonra 10. yıl başlar 13. yılda hicretle sona erer. Birinci ve ikinci akabe biatları bu dönemde yapılmıştır.

 

Muhammedî davete karşı Mekke müşrikleri dört safhalı bir inkâr eylem planı uygulamışlardır:

 

  1. Suskunluk safhası.
  2. Alay safhası.
  3. İftira safhası.
  4. Fiili saldırı safhası.

 

Yukarıda, vahiyden yola çıkarak peygamberlerin davetinin kesintisiz olduğunu dile getirdik. Buna, bize kadar gelen “Fetret-i Vahiy” rivayetleriyle itiraz eden çıkabilir. Şu halde bu meseleyi tahlil etmekte fayda var.

Fetret-i vahiy, gerçekte bir vahiy kesintisi değil, bir “fasıla”dır. Sadece mutat olandan nisbeten daha uzun olan bu fasıla, Rasulullah tarafından vahyin kesildiği şeklinde algılanmıştır. Bu olay, Rasulullah’a vahiysiz kalmanın ne büyük mahrumiyet olduğunu öğretmek için yaşatılmıştır.

 

Müddessir Sûresi Hz. Aişe’den gelen rivâyette, “vahiy kesintisinin” ardından inmiştir (Buhârî ve Müslim). Cabir b. Zeyd rivâyeti de aynısını söyler (Müslim). Rivâyetlere göre Allah Rasulü vahiy kesintisi (fetretu’l-vahiy) sırasında derin bir hüzün ve boşluk yaşamıştır. Bu kesintiyle amaçlanan şey bellidir: Vahyin ağırlığı altında inleyen Nebi’yi, vahye hasret gitmenin daha büyük ıstırap olduğuna ikna etmek... Bu durumda fetretu’l-vahy (vahiy kesintisi) denilen ara verme olayı, ilâhi inşanın bir parçası olmuş olur.

 

Bu kesintinin 3, 13, 15, 25, 40 gün ya da 6 ay veya 2,5 yıl sürdüğüne dair rivâyetler vardır. Bu süreleri ciddi bir tahlile tabi tuttuğumuzda, 3, 13, 15 ve hatta 25 günlük bir ara, “fetret” olarak adlandırılmayı hak etmez. Zira 6000 küsur âyetlik bir mesaj 23 yıllık bir zaman diliminde inmiştir. Kurulacak bir vahiy-zaman orantısında üç-beş haftalık aralık, kesinti değil normal iniş aralığına tekabül eder. Rivâyet edilen en uzun süre olan 2,5 yıl rivâyeti ise inandırıcı değildir. Eğer 2,5 yıllık bir kesinti olsaydı, 3, 13, 15, 25 günden söz edilmesi abes olurdu. Zira günlü rakamlarla yıllı rakamlar arasında uçurum var.

 

Olay şöyle izah edilebilir: Vahiy sürecinin daha başında Allah Rasulü vahiy kesildi zannederek endişeye kapılmıştır. Duhâ 3. âyet bunun şahididir. Bu endişe de bir rahmet olmuş, böylece vahiyden ayrı kalmanın acısının vahyin sorumluluğu altında meşakkat çekmekten daha büyük olduğu anlaşılmıştır. Efendimizi endişeye sevk eden şey, vahiy süreci içinde tabii karşılanması gereken ve aylarla ifade edilebilecek bir aradır. Fakat vahyin iniş sıklığı henüz tam bilinmediği için, bu ‘fasıla’ kesinti (fetret) olarak anlaşılmış olmalıdır.

 

Sonuç

 

İnsanlık ikiye ayrılır:

 

  1. Ümmet-i icabet.
  2. Ümmet-i davet.

 

Muhammedi daveti kabul edenler birincisine girer, bunun dışında kalanlar ikincisine girer. Şu halde, tüm insanlık İslami davetin doğal muhatabıdır. Bu daveti yapma görevi Müslümanların boynunda bir borçtur. Bu borç sadece Müslüman olmalarından dolayı değil, aynı zamanda, insan olmalarından dolayıdır. Her mü’min, İslam’ın ulaşmadığı kitleyi, BÜYÜK AİLEMİZİN KAYIP ÇOCUKLARI olarak görmelidir. Davetin tek amacı vardır: BÜYÜK AİLEMİZİN KAYIP ÇOCUKLARINI YUVASINA KAZANDIRMAK.

 

Mutluluğun öbür adı olan İslam’dan habersiz yaşayan yığınlar, İslam’ın yitik çocuklarıdır. Onları yuvaya döndürmenin telaşı, tüm inanmış yüreklere bir kor gibi düşmelidir.

 

İslami davetin başarısı siyasal, ekonomik, teknolojik üstünlüğe endekslenemez. İslam’ın Yayılış Tarihi’ne dair bir eserin yazarı olan Sir Thomas Arnold’un da itiraf ettiği tarihi gerçek şudur ki: İslam en büyük insan kazanımlarını, siyasal gücünün en zayıf olduğu zaman ve mekânlarda gerçekleştirmiştir.

 

Davetçinin en büyük imkânı, imanı ve sâlih amelidir. Eğer İsmail’i olan bir Hacer’seniz, unutmayın ki, gücünüzün bittiği yerde Allah’ın yardımı başlar. İnsanın olduğu her yerde umut vardır. Zira bizzat insanın kendisi Allah’ın umududur.

 

İslam, insanlıkla yaşıt tarihinde hiç antitez olmadı. Bunu İslam vahyinin zirvesinde olan Kur’an’dan öğreniyoruz. Vahyin ilk muhatabına ''Onlara aldırma'', ''Onlardan yüz çevir'', ''Onları boş ver'' yollu onlarca hitap var. Bunları biz zımnen ''Gündemini hasımlarının oluşturmasına izin verme”, “Sen gündemini kendin belirle'' şeklinde anlıyoruz. İslam, kendisini “ötekine” bakarak tanımlamadı. Çünkü İslam’ın kendini tanımlamak için bir “ötekine” ihtiyacı yoktu. Bu yüzden birilerini ille de “ötekileştirmek” gibi kötü bir alışkanlığı olmadı.

 

Sizi dikkate değer kılan, ait olduğunuz değerler sisteminin size kazandırdığı iddialarınızdır. İddialarından vazgeçen, geleneğinden ve geleceğinden vazgeçmiş demektir. İddialarından vazgeçen dava’sından ve dua’sından vazgeçmiş demektir. Birinin iddialarından vazgeçip geçmediğini, onun “davet ehli” olup olmadığına bakarak anlayabilirsiniz.

 

Davetçi, iddialarından vazgeçmeyen adamdır.

Davetçi, “dua etmek” ile yetinmeyip, tepeden tırnağa “dua olan” adamdır.

Davetçi, Allah’a karşı her hal ve durumda esas duruşunu bozmayan adamdır:

 

“Size tek bir öğüdüm var: İster başkalarıyla beraber ister yalnız başınayken, Allah’ın huzurunda bulunduğunuzu asla unutmayın.” (Sebe’, 34/46).

 

Follow