Beynimiz Ahlâkı Nasıl İcat Ediyor?

 “Vicdan” konulu sayımızda, Nörofilozof Patricia Churchland’ın Vicdan: Ahlâki Sezginin Kökeni isimli eserini kritik ederek vicdanın nasıl evrimleştiğine dair teorisine ilişkin Vox Media’ya verdiği bir söyleşiyi siz kıymetli okurlarımız için çevirdik.

 

Patricia Churchland, yıllardır kendisini rahatsız eden bir sorudan bahsediyor: “İnsanlar nasıl oldu da empati ve diğer ahlâki sezgileri hissetmeye başladı?” “Vicdan dediğimiz o dırdırcı küçük sesin kökeni nedir?”

 

Churchland, Vicdan: Ahlâki Sezginin Kökeni isimli eserinde memelilerin (evet insanlar, ama aynı zamanda maymunlar, kemirgenler v.b.) beyinlerinin evrim süreci boyunca gelişerek ahlâki sezgiler hissettiğini savunuyor. Anneler çocuklarına derinden bağlı hissetmeye başladılar çünkü bu çocukların (ve onlar aracılığıyla annenin genlerinin) hayatta kalmasına yardımcı oldu. Bu bağlılık hissi giderek eşlere, akrabalara ve arkadaşlara da yayıldı. Churchland, "Bağlılık umursamayı doğurur…" diye yazıyor, "…umursamak da vicdanı doğurur."

 

Vicdanın ahlâk ile ilişkisinin ilk nüvelerinin atıldığı M.Ö. 5. yüzyıla giden Patricia, insan ahlâklılığı üzerine en derin düşüncelerin bazılarının M.Ö. 5. yüzyılda Yunan felsefecilerle doğduğunu, o felsefeciler arasında Platon, Aristoteles ve kendi özgün tarzıyla Sokrates olduğunu ifade eder. İlk Çağ Yunanlarında, bizim "vicdan" (conscience) sözcüğümüze denk gelen tek kelime olmadığını ilginç bulduğunu ancak ahlâki hislerin ikna edici etkisini anlamak için bu sözcüğe ihtiyaç duymadıklarını belirtir. (8)

 

Özgül "vicdan" sözcüğünü daha sonra Romalılar icat etmiştir. Latincede con, "müşterek" anlamına gelirken scientia ise "bilgi" demektir. O halde con scientia kabaca, "toplum standartlarına dair bilgi" anlamındadır. Gelgelelim, Sokrates gibi Romalı felsefeciler de vicdanın her zaman toplum standartlarına uymadığını biliyordu, çünkü ahlâk duygumuz zaman zaman tam da o standartlara meydan okumamızı gerektirir. Sokrates, kendi ahlâki kaygılarının şablonunu ortaya sererken kendi "iç sesine" atıfta bulunur. Patricia, “Biz olsak bunun yerine ‘vicdan’ ifadesini kullanırdık,” der.

 

Tevazusundan hiç ödün vermeyen Sokrates, iç sesinin tamamıyla güvenilir olmadığını, kendisini zaman zaman yoldan çıkarabildiğini de anlatıyordu. İç sesinin güvenilmezliğini kabul etmek Sokrates'i ahlâki bilgeliğin, kendi ahlâk cahilliğimizi ve kusurlarımızı kabullenmemizi gerektirdiği iddiasına taşıdı. Sahte bilgeliğin, dogmatik kanaat görüntüsüne bürünebileceği uyarısında bulundu. Kişinin kendi ahlâki duruşu konusunda kesin kanaat, kişinin ruhunu yatıştırabilir ama yol açmak üzere olduğumuz hasarı gözden kaçırmamıza da sebep olabilir.

 

Protestan reformunun çığır açan şahsiyeti, papaz ve ilahiyatçı Martin Luther'in (1483-1546) yıkıcı itirazlarını 1517'de katedral kapısına çivilemesi, böylece egemen kilise standartlarını şiddetle reddetmesi ünlüdür. Kilise standartları, özellikle de paragözlük ve otoriteye korkakça itaat içeren standartlar, Luther'in kanaatine göre ahlâken iğrençti. Luther, "vicdan" sözcüğünü, ahlâken doğru ve yanlış olan şeylere ilişkin genel bilgi anlamında açık açık kullanıyordu: Egemen standartların ötesine uzanan bir duyarlılık. Bu vicdan kurgusuna başvurmak, top­ luluk standartlarının kaynağı hakkında olmasa bile, insanın doğruya ve yanlışa dair bilgisinin kaynağı hakkında sorular akla getiriyor.

 

Patricia Churchland’a göre vicdan, bir dizi mutlak ahlâki gerçek değil yararlı oldukları için evrimleşen bir dizi topluluk normudur. Örneğin "doğruyu söyle" ve "sözünü tut", sosyal bir grubun bir arada kalmasına yardımcı olmaktadır. Bugün bile beynimiz, eylemlerimiz sosyal onay (merhaba, dopamin!) aldığında keyif verici, onaylanmadığında ise keyif kaçırıcı kimyasallar salgılayarak bu normları pekiştirmektedir. Churchland, vicdanın huzursuzluk veren dırdırcı bir iç ses olduğunu şu sözlerle ifade etmektedir: “Zaman zaman vicdanım bir ses bile değildir. Bir tür iç huzursuzluktur. Bir şeyin yapılmasına ya da belki bir şeyden uzak durulmasına ilişkin dırdırcı bir his. Bazen de bir imgenin dikkatime takılıp durma­ sının yoludur. Dilime dolanmış, kafamda çınlayan bir şarkı gibi. Paul Strohm'un esefle ifade ettiği üzere: ‘Vicdanın kendine has özelliği, yatıştırmak ve teskin etmek yerine kışkırtmak, huzursuzluk vermek, tatlı dille kandırmak, kınamak ve taciz etmektir.’” (10)

 

Ona göre vicdan, bireyin ahlâken doğru ya da yanlış olan şey hakkında yargısıdır, ayrıca bireyin kendini bağlı hissettiği topluluğun bazı standartlarını yansıtması olağandır, ama her zaman yansıtmayabilir. Dahası, vicdanın hükmü yalnızca bilişsel değildir, iki bağımsız unsur da içerir: bizi genel bir doğrultuya sevk eden "hisler" ve belirli bir eylemde bulunma itkisini şekillendiren "muhakeme". (11)

 

Peki, hepimizin aşina olduğu ancak cevabı üzerine pek de kafa yormadığı şu soruya geri dönelim: Vicdan sözcüğü olağan şekilde sohbetlerimize girdiğinde, iç ses mi olur dış ses mi? Churchland, bu soruya şöyle cevap verir: “Genellikle, başımız dertte olduğunda kendini gösterir; örneğin yasa belli bir şeyi şart koştuğunda, ama yasaya uymak, doğruluk ve adillik gibi başka güçlü değerlere ters düştüğünde”. (12) Ve verdiği şu örnek oldukça ilginçtir: “Vicdanımızın bize neleri şart koştuğuna ilişkin geleneksel fikir tartışmalarında başlangıç noktası çoğu kez bu tercihler arası ihtilaftır. Katrina Kasırgası (2005) sırasında New Orleans Uptown Memorial Tıp Merkezi’ndeki personel kimi acı kararlar vermek zorunda kaldı. Hastane, su seviyesinin bir metre altındadır. Kasırga sırasında binanın elektriği kesildi. Taşkın suyu yükseliyordu. Jeneratörler bozulmuştu. Dışarıdan yardım falan gelmiyordu. Ağır hastaları tahliye etmek artık mümkün değildi. Personel, bakım hizmetlerini bölüştürmek, bazı hastalara ayrıcalık tanımak zorunda kaldı. Yaklaşık kırk beş hasta can verdi. Doğal afet olmasa bunların bazıları daha uzun yaşayabilirdi”. (12) Bazen, yapılacak doğru bir işin olmadığını görürüz; sadece daha az korkunç seçeneği yeğleriz. Değerler arası bu tür ihtilaflar, toplumsal yaşamın parçasıdır.

 

Peki ya, vicdanlarımız farklı sesler çıkarıyorsa?

 

Churchland; vicdanımızın, evrensel ahlâki hakikatleri vücuda getirmek amacıyla kullanılabileceğine, vicdanımıza kulak verdiğimiz müddetçe tercihlerimizin gerçekten de ahlâken doğru tercih olacağına inanmanın cazip olduğunu fakat hesaba katılması gereken rahatsız edici bir olgu olduğunu ifade eder: Vicdanlı insanlar, vicdanlarının kendilerine dayattığı şeyler konusunda sıklıkla ayrışır, böylece tercihleri de farklılaşır. Kardeş, komşu ya da sevgili bile olsak, "sizin" vicdanınız ile "benim" vicdanımın söyledikleri arasında sık sık çatışma yaşanır. (14) Birimiz ırk özellikleriyle ilgili genetik araştırmalar yapmanın, tıbbın ilerlemesi açısından önemli olduğunu düşünebilir; öbürümüz ise bu araştırmalardan tiksinebilir. Birimiz tecavüzün ardından kürtajı makul bulabilir, öbürümüz ise kürtajın hiçbir gerekçesinin ahlâken doğru olamayacağını savunur. Zaman zaman kendi vicdanım "içinde" bile uyumsuzluk baş gösterir. Müstakbel komşuma, satın almak istedikleri evin sağlamlığını olumsuz etkileyen inşaat kusurunu söylemeli miyim yoksa gıkımı çıkarmamalı mıyım? Beni ilgilendirir mi? Neden vicdanım benimle açık seçik konuşmuyor ki?

 

Ortak Tanrı inancı bile vicdani hükümlerimizin aynı hizada olmasını sağlamıyor. Abraham Lincoln'ün saptadığı üzere, Güney'de de Kuzey'de de Amerikalılar aynı Kutsal Kitap'ı okur, aynı Tanrı'ya inanır. Buna rağmen Güneylilerin vicdanı, Kuzeylilerin vicdanına tamamen ters bir doğrultuya girmelerine sebep oldu.

 

Eserde ele alınan bir diğer soru ise şudur: Hatalarımıza bahane uydurmanın, bunları vicdanımıza sığdırmanın yolunu her zaman buluyor muyuz?

 

Churchland, zaman zaman bulduğumuzu söyler. Ve bu soruyu örnekler üzerinden yeniden sorar; bilimsel kanıtların, sigara içmek ile akciğer kanseri arasında güçlü bağlamı olduğunu gösterdiğini pekâlâ bilen, ama kanıtları hiçe sayıp sigara pazarlamak için siyasetçilere rüşvet yediren tütün şirketi yöneticilerinin vicdanında ne olup bitiyordu acaba? Papaz yardımcısı oğlanları taciz eden rahiplerin vicdanı neredeydi? Vicdan ne olursa olsun, hep tek doğruculuğa çeken Dünya yerçekimine benzemez. (15)

 

Evet, vicdan kaypak olabilir ve belli bir durumu yanlış değerlendirmek, işi doğru yaptığımız kanaatimiz kadar vicdanımızın bir parçasıdır. Fakat, bütün bu kargaşaya rağmen pek çok insan çoğu zaman adil, nazik, dürüst olmaya çalışır; özellikle aile, klan ya da ulus gibi ait oldukları grup içinde. Paylaşmamız, işbirliği yapmamız, birbirimize yardımcı olmamız olağandır.

 

Tam burada şu soruyu sorar: Bilim, belirli bir ahlâki ikilemde vicdanımızın hangi seçeneği tercih etmesi gerektiğini söyleyebilir mi? Başka bir deyişle, ahlâken doğru tercihi saptayabilir mi?

Gelin cevaba birlikte bakalım: Hayır. Bilim bunu yapamaz. Fakat, olgusal kanıtlar bu kararın verilmesine yardımcı olabilir. Her türlü bilginin yanı sıra bilim, ilintili olguları göz önüne serebilir; örneğin belli bir eylemin sonuçlarıyla ilgili belirsizliği azaltacak olgular. Konuyla ilgili olguları bir araya toplamak, sonuçta tercihimizden pişman olma ihtimalini azaltabilir. Belirli bir böcek ilacını kullanmanın, çiçeklerin tozlaşması için gerekli olan yöre arılarını telef edeceğini biliyorsanız o böcek ilacını kullanma kararını belirlerken bu bilgi önemli olacaktır. Ergenlere verilen cinsellik eğitiminin, plansız genç gebeliklerini azalttığı biliniyorsa cinsellik eğitiminin okul müfredatına alınıp alınmamasını belirlerken bu bilgi bir etken olacaktır. Bilim pek çok siyasetin toplumsal etkilerini de tartabilir, mesela ehliyetlerde organ bağışını standart seçenek haline getirip nakil için elverişli organ sayısını artırmak gibi. Yine de neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilim kendi başına söyleyemez. (16)

 

İkinci soru ise aşağıdaki söyleşiyi anlamamızı kolaylaştıracak birtakım nüansları barındırması açısından önemlidir: Bilim, başkalarının başına gelenleri çoğunlukla umursama güdümüzü anlamaya yardımcı olabilir mi? Bilim, vicdanımızın hangi hükümlerinin yanında saf tutmamız gerektiğini söyleyemese bile, nasıl olup da vicdana sahip olduğumuzu anlatabilir mi? Vicdanın farklı insanlara farklı doğruları işaret etmesinin nedenini açıklayabilir mi?

 

Churchland'ın anlatısında geleneksel ahlâk felsefesinin temel dayanakları olan "rasyonalite" ve "görev" gibi kelimelerin yer almadığını fark edeceksiniz. Bunun yerine korteks gibi beyin bölgelerinden bahsediliyor.

 

Ahlâkın biyolojide kök salması Churchland'ı felsefeciler arasında tartışmalı bir figür haline getirmiştir. Bazıları bu yaklaşımın kendisinin ahlâki açıdan iğrenç olduğunu düşünmektedir çünkü etiği beynimizde dolaşan bir grup nörokimyasal maddeye indirgeyerek değerini düşürme tehdidinde bulunmaktadır. Bazı filozoflar onun "doğru dürüst felsefe" yapmadığından yakınmaktadır. Diğer eleştirmenler ise onu bilimcilikle suçlar ki bu, bilimi tek gerçek bilgi kaynağı olarak görecek kadar ona aşırı değer vermek anlamına gelmektedir.

 

Sigal Samuel[1], Churchland ile bu suçlamalar ve onu beynimizin ahlâki dürtülerimizi ve hatta siyasi inançlarımızı şekillendirdiğine inandıran deneyler hakkında konuşmaktadır. Söyleşinin uzun ve anlaşılır olması için düzenlenmiş metni aşağıda yer almaktadır:[2]

 

Bir sinirbilimci ahlâkın biyolojik temelini nasıl bir araya getirmeye başlar?

 

Patricia Churchland: Bir içgörü oldukça beklenmedik bir yerden geldi. Tarla faresi denen küçük kemirgenler vardır ve bunların birçok türü vardır. Dağ tarla farelerinde erkek ve dişi buluşur, çiftleşir ve sonra kendi yollarına giderler. Ama çayır tarla farelerinde durum farklıdır; onlarla da buluşurlar, çiftleşirler ve sonra ömür boyu birbirlerine bağlanırlar. Sinirbilimciler, “Beyinlerindeki fark nedir?” diye sorar. Oksitosin adında özel bir nörokimyasal var. Özel reseptörler aracılığıyla nöronlar tarafından alınıyor. Yani, reseptörlerin yoğunluğunu değiştirerek oksitosinin etkisini değiştirebilirsiniz.

 

Bilim insanları, beynin ödül sisteminde, çayır volkanlarındaki oksitosin reseptörlerinin yoğunluğunun dağ volkanlarına göre çok daha yüksek olduğunu buldular. Bu da hayvanların davranış portföyünü değiştirdi. Oksitosinin bağlanma hissinin çok önemli bir bileşeni olduğu ortaya çıktı (ki bu empati için bir ön koşuldur).

 

Kitabınızda, nöronlarımızın siyasi tutumlarımızı -liberal ya da muhafazakâr olup olmadığımızı- belirlemeye bile yardımcı olduğunu ve bunun ahlâki normlar üzerinde etkileri olduğunu yazıyorsunuz, değil mi?

 

Evet. Beni çok şaşırtan bir deney vardı. Araştırmacılar çok sayıda deneği toplayıp beyin tarayıcısına koydular ve onlara ideolojik olmayan çeşitli resimler gösterdiler. Eğer deneklere ağzında bir sürü solucan kıvranan bir insan resmi gösterirseniz, bir dizi beyin bölgesinin aktivite seviyelerinde farklılıklar görebiliyordunuz. Eğer kendinizi çok muhafazakâr olarak tanımlıyorsanız, çok liberal olarak tanımladığınızdan çok daha yüksek aktivite seviyeleri vardı. Ağızda kıvranan solucanların tek bir resmi, muhafazakârları liberallerden yaklaşık yüzde 83'lük bir doğrulukla ayırdı.

 

Bu inanılmaz bir şey. Ve bizi muhafazakârlığa ya da liberalizme daha yatkın kılan bu beyin farklılıklarının temelinde genlerimizdeki farklılıklar yatıyor. Peki siyasi tutumlarımızın ne kadarı genetiğe bağlanabilir?

 

Bu karakterolojik tutumlar yüksek oranda kalıtsaldır, yaklaşık yüzde 50 oranında kalıtsaldır. Ancak elbette bu, öğrenmenin de önemli bir rol oynadığı anlamına gelir. Yani genetik her şey değildir, ama hiçbir şey de değildir. Bu, bazılarımızın belirli normları öğrenmeyi daha kolay, bazı normlardan vazgeçmeyi ise daha zor bulduğu anlamına gelebilir. Jürideyken merhametli olmak gibi bir eğilimim var mı? Yoksa değil mi? Ve biraz farklı genlere sahip olsaydım farklı tepki verir miydim? Cevap muhtemelen evet.

 

Bu cevabın pek çok insanı rahatsız edeceğinden şüpheleniyorum. Bazıları vicdanımızı biyolojik kökenlere dayandırmanın onun değerini düşürdüğünü düşünüyor. Kitabınızda "vicdanınız bir beyin kurgusudur" dediğinizde, bazıları "sadece bir beyin kurgusu" diye duyuyor. Bu ikisi farklı şeyler…

 

Beyinden başka bir şey, fiziksel olmayan bir ruh gibi bir şey varmış gibi görünmüyor. Dolayısıyla ahlâki eğilimlerimizin de beynin bir sonucu olduğunu fark etmek o kadar da sürpriz olmamalı. Bunu söyledikten sonra, bunun onun değerini düşürdüğünü düşünmüyorum. Bence bu gerçekten de harika bir şey. Beyin düşündüğümüzden çok daha olağanüstü ve harikulade. Bunların gerçek değerler olmadığını düşündüğümden değil. Değerler ancak bu kadar gerçek olabilir!

 

Peki, insanlar biyolojik bakış açınızı bilimciliğin kurbanı olmakla eleştirdiğinde ya da fazla indirgemeci olduğunu söylediğinde nasıl yanıt veriyorsunuz?

Bence bu çok saçma. Bilim dünyanın tamamı değildir ve bilgeliğin bilimi içermesi gerekmeyen pek çok yolu vardır. Aristoteles bunu biliyordu. Konfüçyüs bunu biliyordu. Ve ben de biliyorum. "İndirgemeci" kelimesi sanırım çirkin olma çabası. Ama ben indirgemeyi sadece üst düzey bir olgunun daha alt düzey bir şey açısından açıklanması olarak düşünüyorum. Bu, dünyanın nedensel yapısını açıklamaktır. Yani eğer bu indirgemecilikse… Hey! Bence bunu değersizleştirmek yanlış.

 

Görünüşe göre ahlâka biyolojik bakış açınızın onlara şüpheyle bakmamıza neden olmaması gerektiğini düşünüyorsunuz. Kökenleri ne olursa olsun takdire şayan olmaya devam ediyorlar. Biyolojik bakış açınızın ahlâk hakkındaki düşüncelerimizi nasıl değiştirmesi gerektiğini düşünüyorsunuz?

 

Bu bizi biraz daha alçakgönüllü, başka bir tarafı dinlemeye daha istekli, daha az kibirli, sadece kendi sosyal iş yapma sistemimizin değerli olduğunu düşünmeye daha az istekli yapabilir. Birkaç kişinin erişme ayrıcalığına sahip olduğu platonik bir ahlâki doğrular cenneti olduğunu hayal etmezsek, bunun yerine bunun pragmatik bir iş olduğunu düşünürsek- kendimizi sosyal gruplar halinde en iyi nasıl organize edeceğimizi bulmak- bence bu belki de bir gelişmedir.

 

Sizin görüşünüzün ortaya çıkarabileceği bir zorluk şudur: Eğer vicdanım beynimin nasıl organize olduğu tarafından belirleniyorsa ve bu da genlerim tarafından belirleniyorsa, bu özgür irade kavramına ne yapar? Onu tehlikeye atar mı ya da en azından değiştirir mi?

 

Duruma göre değişir. Özgür iradeye sahip olmanın kararlarınızın nedensel bir boşlukta doğduğu, ruhunuzdan fışkırdığı anlamına geldiğini düşünseydiniz, sanırım bu sizi rahatsız ederdi. Ama tabii ki kararlarınız böyle değil. Öz denetimin, bu hayali özgür irade fikrinin yerini alması gereken gerçek şey olduğunu düşünüyorum. Ve öz denetimimizi geliştirmenin meditasyon gibi yolları olduğunu biliyoruz.

 

Genlerimizin beyin yapımız ve nasıl karar verdiğimiz üzerinde etkisi vardır. Bu yüzden "Olamaz, demek ki ben sadece bir kuklayım!" diye düşünebilirsiniz. Ama mesele şu ki insanların devasa bir korteksi var. Korteksle ilgili özel şeylerden biri, genler ile kararlar arasında bir tür tampon oluşturmasıdır. Bir karınca ya da termit eylemlerinde çok az esnekliğe sahiptir, ancak büyük bir korteksiniz varsa, çok fazla esnekliğe sahip olursunuz. Ve bu da olabildiğince iyi. Bence günün sonunda gerçekçi olmak, romantik bir şekilde bir ruh dilemekten daha iyidir.

 

Hayvanlar aleminden bahsetmişken, kitabınızda çayır fareleriyle yaptığınız ve bana tuhaf bir şekilde dokunaklı gelen bir başka deneyden bahsediyorsunuz. Bunu anlatabilir misiniz?

 

Bence bu çok güzel bir deney! Birbiriyle çiftleşmiş bir çift çayır fareniz var. Birini kafesten çıkarıp strese sokuyorsunuz, stres hormonu seviyesini ölçüyorsunuz, sonra tekrar kafese koyuyorsunuz. Diğeri ona doğru koşar ve hemen onu tımar edip yalar. Stres hormonlarını ölçtüğünüzde, stres altındaki eşininkilerle aynı seviyeye yükseldiğini görürsünüz ki bu da bir empati mekanizmasına işaret eder. Başlangıçta rahatlamış olan tarla faresi eşini tımar eder ve yalar çünkü bu, stres hormonu seviyesini düşüren oksitosin üretir.

 

Çayır sıçanları ve dağ sıçanları (iki kır sıçanı türü), eğitimsiz gözlere çok benzer kemirgenlermiş gibi görünür. Bununla birlikte, çarpıcı bir davranış farkları bulunuyor: İlk çiftleşmenin ardından erkek ve dişi çayır sıçanları birbirine ömür boyu bağlı kalır. Bunun aksine dağ sıçanları bir araya gelip çiftleşir, sonra her biri kendi yoluna gider.

 

Çayır sıçanlarının olağandışı toplumsal davranışı, yaban ortamında gözlemlenebilir, ama çiftler arası bağların tam olarak neleri içerdiğini berraklığa kavuşturmak isteyen Young ve çalışma arkadaşları, çayır sıçanı davranışlarını laboratuvarda incelediler. Bağ kurmuş çayır sıçanlarının, birbirlerine yakın durarak zaman geçirmeyi yeğlediklerini fark ettiler; dağ sıçanları ise yalnız kalmayı yeğler. Dişisine bağlanan erkek çayır sıçanı, başka dişi sıçanlar dahil yuvasına giren yabancılara saldırır. Genel olarak, çayır sıçanları topluluk içinde başkalarıyla birlikte vakit geçirmeyi sever. Dağ sıçanlarında ise durum farklı; onlar yalnız takılır. İki türde de yavrulara dişiler bakar, fakat yalnızca çayır sıçanlarında erkek yuvayı korur, ayrıca yeni doğan yavruları ısıtıp güvende olmalarını sağlamak için üzerlerine yatar. Çift ayrı düşerse bireyler üzüntüye kapılır, stres hormonu seviyeleri yükselir.

 

Birbirine bağlanmış bireyler bile başka yerlerde biraz hareket aradığı için "tek eşlilik" tam doğru sözcük olmasa da çayır sıçanları zamanlarının çoğunluğunu yavrularıyla ve bağlandıkları eşleriyle geçirir. Sözcüğün tam kesin olmayan anlamıyla, çayır sıçanları gibi uzun süreli bağ kuran canlılara, "toplumsal açıdan tek eşli" denir. Peki biz? Genelde insanlar toplumsal açıdan tek eşli olmaya meyleder, ömür boyu olmasa da en azından önemli süreler boyunca (seri tek eşlilik).

 

Çayır sıçanlarında rastlanan toplumsal tek eşlilik, Young ve çalışma arkadaşlarına şu soruyu sordurttu: Çayır sıçanı ile dağ sıçanı beyinleri arasındaki hangi farklar, eş bağlanmasındaki çarpıcı farkı açıklıyor? Şaşırtıcı nispette basit bir yanıt buldular. Yanıtın benzeşen bir hormon çiftiyle ilgili olduğu görüldü: oksitosin ve vasopressin. Dağ sıçanlarına kıyasla çayır sıçanlarının beyinlerinde özgül bir altkorteks yapısı olan "akumbens çekirdeğinde" oksitosin reseptörü derişimi yüksektir (ŞEKiL 2.1). Buna ilaveten erkek çayır sıçanlarının komşu altkorteks bölgesi ventral pallidumda vasopressin reseptörü derişimi çok yüksektir. Dağ sıçanlarında ise bu derişim yüksek değildir. Bu, çarpıcı bir yanıttı. Evet, eksiktir, ama şaşırtıcı bir sadeliği vardır: oksitosin ve vasopressin reseptörlerinin derişim farkları.

ŞEKİL 2.1 Kır sıçanı beyinlerinden kesitler: solda çayır sıçanları, sağda dağ sıçanları. Oksitosin ve vasopressin reseptörleri boyanmıştır, dolayısıyla görülebilirler. Üstte soldaki Şekil, akumbens çekirdeğinde (AÇ) yüksek reseptör derişimi gösteriyor. Altta solda, ventral pallidumda (VP) vasopressin reseptörlerinin yüksek derişimini görüyoruz. Dağ sıçanı beyinleri (sağda) bu alanlarda çarpıcı biçimde farklıdır. İlginçtir, dağ sıçanının yanal septum (YS) bölgesinde vasopressin reseptörü derişimi daha yüksektir. Bu bölge, toplumsal olmayan yaşamın yeğlenmesiyle alakalı olabilir. İki canlı türü de ön alın korteksinde (ÖAK) oksitosin reseptörlerine sahiptir. Larry J. Young Ve Zuoxin Wang 'The Neurobiology of Pair Bonding," Nature Neuroscience 7 (2004): 1048-54. izin alınarak basılmıştır. (49)

 

Peki size göre hayvanlar ahlâk ve vicdana sahip midir?

 

Kesinlikle. Bence hiç şüphe yok. Frans de Waal gibi hayvan davranışı uzmanlarının yaptığı çalışmalar, hayvanların empati duygularına sahip olduğunu, yas tuttuklarını, başkalarını savunmaya geldiklerini, bir yenilgiden sonra başkalarını teselli ettiklerini çok açık bir şekilde ortaya koymuştur. Bir şempanzenin kolunu diğerine doladığını görüyoruz. Bir kemirgenin bir arkadaşının tuzaktan kurtulmasına yardım ettiğini ya da bir arkadaşıyla yiyeceğini paylaştığını görüyoruz. Onlarda olmayan hiçbir şeye sahip değiliz, sadece daha fazla nöronumuz var. Ahlâkın öncülleri tüm memelilerde vardır.

 

Kitabınızın felsefi yönlerine biraz değinecek olursak, Kantçılardan ve faydacılardan hoşlanmadığınızı açıkça belirtiyorsunuz. Ancak Aristoteles ve Hume'a düşkün görünüyorsunuz. Onların görüşlerinde sizin biyolojik bakış açınızla daha iyi uyuşan şey nedir?

 

Bence Kant ve faydacılar hakkında rahatsız edici olan şey, gerçekten romantik bir saçmalık olan şu fikre sahip olmalarıdır: Eğer ahlâki davranışın en derin kuralını ifade edebilirseniz o zaman ne yapacağınızı bilirsiniz. Bunun hiç de uygulanabilir olmadığı ortaya çıktı: En derin tek bir kural yoktur. Başlangıç noktası olarak bize yardımcı olan her türlü temel kuralımız var, ancak bunlar her zaman için tüm insanlar için tüm durumları ele alamaz.

 

Aristoteles, doğamız gereği sosyal olduğumuzu ve sorun çözmek için birlikte çalıştığımızı ve alışkanlıkların çok önemli olduğunu fark etti. 18. yüzyılda Hume da benzer eğilimlere sahipti: "Ahlâki duygularımız" var, sosyal olmak ve bağlı olduğumuz kişilere özen göstermek için doğuştan gelen eğilimimiz. Bir de topluluğu bir arada tutan ama zaman geçtikçe değiştirilmesi gerekebilecek olan geleneklerimiz var. Bu, olayların nasıl olduğuna dair nörobiyolojik gerçeklikle çok daha uyumludur.

 

Faydacılık –en çok sayıda insan için en büyük mutluluğu aramak- tamamen gerçek dışıdır. İlkelerinden biri, herkesin mutluluğunun eşit olarak ele alınması gerektiğidir. Kendi çocuklarınız, aileniz, arkadaşlarınız için özel bir düşünce yoktur. Biyolojik olarak bu çok saçma. İnsanlar bu şekilde yaşayamaz.

 

Bana öyle geliyor ki burada "olan"dan "olması gereken"e geçmek için biraz tartışmacı dile ihtiyacınız var. Evet, beyinlerimiz bazılarını diğerlerinden daha fazla önemsemek üzere yaratılmıştır. Ancak beynimizin bizi belli bir yöne sevk etmesi, buna boyun eğmemiz gerektiği anlamına gelmez. Öyle mi?

 

Hayır, değil, ama 20 yetimi kurtarmak için kendi iki çocuğunuzu terk etmenin ahlâki olduğunu savunmakta zorlanırsınız. Kant bile "yapmalıyım"ın "yapabilirim" anlamına geldiğini düşünüyordu ve sırf 20 tane yetim var ve sadece iki tane benim çocuğum var diye gezegenin öbür ucundaki tanımadığım yetimler uğruna çocuklarımı terk edemem. Bu psikolojik olarak mümkün değil.

 

Önceki ahlâk felsefelerinin -erdem etiği, faydacılık- biyolojik görüşünüzle uyumlu bazı yararlı yönleri olduğunu düşünüp düşünmediğinizi merak ediyorum. Bana öyle geliyor ki biyoloji bir tür alt tabaka ve etiğe yönelik bu farklı yaklaşımlar bundan ortaya çıkabilir ve bunun üzerine katmanlanabilir. Örneğin, nezaket gibi erdemleri, karar vermenin enerjik maliyetlerini azaltan alışkanlıklar olarak tanımlıyorsunuz. Bir eylemi sonuçlarına göre değerlendirmemiz gerektiği yönündeki faydacı fikre gelince, beynimizin her zaman beklenen sonuçları hesapladığını ve bunu karar verme sürecimize dahil ettiğini belirtiyorsunuz.

 

Elbette her zaman sonuçları önemsiyoruz. Ancak önemli olan, bunun birçok kısıtlama arasında yalnızca bir tanesi olmasıdır. Ahlâki karar verme, beyninizin birçok faktörü alıp bunları bir karara entegre ettiği bir kısıtlama tatmin sürecidir. Faydacılara göre sadece sonuçları değil, (temel ahlâki kural olarak) toplam faydayı maksimize etmeyi de önemsemeliyiz.

 

Doğru. Bence bu farklı ahlâki felsefelerin zayıflatılmış bir versiyonunu ele almalıyız, her biri için tek merkezi kural olan şeyi tahttan indirmeli ve ona birçok kısıtlama arasında bir kısıtlama olarak uygun bir yer vermeliyiz.

 

Bence bu harika olurdu! Ve tahminimce bu konularla ilgilenen genç filozoflar bunu anlayacaktır. Gerçekten köklü filozoflar beynin ahlâkla bir ilgisi olduğu fikriyle hiçbir şekilde ilgilenmek istemiyorlar, ancak gençler etik profesörlerinin saklandığı kutsal salonların dışında muazzam zengin ve heyecan verici fikirler olduğunu görmeye başlıyorlar. Nörobilim dünyasını görmezden gelmek oldukça zor hale geldi.

 

[1] Sigal Samuel, Vox Future Perfect'in kıdemli muhabiri ve Future Perfect podcast'inin ortak sunucusudur. Öncelikle bilincin geleceği hakkında yazıyor, yapay zeka ve nörobilimdeki gelişmeleri ve bunların şaşırtıcı etik sonuçlarını takip ediyor. Sigal, Vox'a katılmadan önce Atlantic'te din editörüydü.

[2] Bu makalenin haberleştirilmesi, Budist Çalışmaları Enstitüsü merkezli bir gazetecilik ve araştırma girişimi olan ve Henry Luce Vakfı tarafından finanse edilen Teknoloji ve Varlığın Kamusal Teolojileri tarafından desteklenmiştir. Makalenin orijinal kaynağı için bknz.: https://www.vox.com/future-perfect/2019/7/8/20681558/conscience-patricia-churchland-neuroscience-morality-empathy-philosophy

 

İktibas/Sanal Söyleşi

93. Sayı (2024)

Follow