Vahdettin Bahadır ile Kardeşlik Üzerine

Müslüman coğrafyalarda yaşanmakta olan en çetin problemlerden biri tefrikanın körüklenmesi. En çok ihtiyaç duyulan da kardeşlik bilincinin yaygınlaşması. İslam ümmetinin dünya siyaset sahnesinde yeniden boy göstermeye başladığı son zamanlarda etnik ve mezhebi çatışmaların içerisine sürüklenmek istenen Müslümanlar arasında kardeşlik duygularının nefrete dönüşmesi için oyunlar oynanmakta.

 

Kur’ani Hayat Dergisi olarak bu sayıda Türkiye Müslümanlarının kardeşlik söylemini gözden geçirmek, gerçek İslam kardeşliğini yeniden hatırlamak istedik. Konuyla ilgili mutedil yazıları ve konuşmaları ile medyada ön plana çıkmaya başlayan MÜSİAD Diyarbakır Şube Başkanı Sayın Vahdettin Bahadır ile sizin için bir söyleşi gerçekleştirdik.

 

Vahdettin Bey, ofisimize kadar gelerek bizimle söyleşme lütfunda bulunduğunuz için çok teşekkür ederiz. Kur’ani perspektiften kardeşlik kavramını nasıl anlamalıyız?

 

Öncelikle, Kur’ani Hayat Dergisi’nin Türkiye ufkunda önümüze çıkması ve bu büyük hizmeti yapması bizim için büyük bir onur ve özel bir şereftir. Kur’an hizmetinde, Kur’an’la beraber, Kur’an’ın ruhunu ve manasını/maksadını bu topraklarda yeniden yeşertmek için yola çıkan bu derginin düşüncesini, derinliğini, ufkunu ortaya koyan, bu dergide yazı yazan, bu dergiyi yöneten, bu dergiye gönül, katkı ve omuz veren herkese teşekkür ediyorum. Bu teşekkür bizim iman borcumuz olsa gerek. Çünkü bu dergi gerçekten Türkiye’nin bir numaralı ihtiyacına cevap veren bir dergidir. Ve bu dergi bu ihtiyacı umarım çok uzun yıllar karşılayacak ve Kur’an’ın bu topraklarda hayatı inşası için, insanımızın Kur’an’ın manası ve maksadıyla yeniden hayat bulması için öncü bir rol oynayacaktır.

 

Tabii, aslında Kur’an’ın perspektifinden kardeşlik, net ve somut çizgiler üzerinden ifade edilir. Karmaşık değildir.  Herkesin kendine göre bir anlam çıkarabileceği ve istediği yere çekebileceği bir şey değildir. Kur’an, kardeşliği net ve somut ilkeler üzerinden esas alır ve vurgular. Kur’an’ın bir numaralı kardeşlik ilkesi -âcizane kanaatime göre- ‘emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmamız’dır. Konuşurken, birbirimizle tartışırken, birbirimizle alış veriş yaparken, bir meseleyi müzakere ederken, hayata dair herhangi bir değerlendirmeyi yaparken ve hayatın her alanıyla ilgili, önce ‘Dindar ve Müslümanım’ diyen ve ‘Biz kardeşiz’ diyen bütün insanların çok şerefli ve şahsiyetli bir biçimde, şeffaf bir biçimde, açık yüreklilikle konuşmaları, birbirlerine açık olmaları gerekir… Sinsi hesaplarının, hain hesaplarının, birbirlerini örseleyen, birbirlerini gerçekten toplumda rencide eden, birbirlerini küçük düşüren bir hesaplarının olmaması gerekir. Kur’an’ın kardeşlik konusunda belki bir numaralı parametresi budur. Biz birbirimizin yüzüne, birbirimizin gözüne bakarken kesinlikle birbirimizle çok dürüst, çok şeffaf davranmalıyız, sorunlarımızı çok somut ve ilkeler üzerinden müzakere etmeliyiz. Kardeşliğin bir numaralı ilkesi budur. Biz bu anlayışı hayata geçirmediğimiz zaman, geriden gelen ne varsa hepsi yanlış gidecektir. Düşünün ki iki insan birbiriyle samimi değil, sadık değil, bakışları hain, niyetleri sinsi, düşüncelerini birbirlerine tam açıklamıyorlar, pusuya yatmış bir vaziyetteler ve birbirlerini bir şekilde yanıltmak, birbirini mağlup etme niyet ve hedefiyle ortaya çıkmışlar. Bunların anlaşmasının, bunların birbiriyle uyumunun, bunların birbirlerini anlamalarının ve birbirine faydalar sunmalarının imkânı yoktur ve bu mümkün de değildir.     

 

Kur’an’ın insanlığa sunduğu kardeşçe bir arada yaşamanın hukuku nedir?

 

Kur’an bütün varlığını ve bütün değerlerini ahlâkı ve adaleti eksen alarak oluşturur. Yani diyebiliriz ki Kur’an’da tevhitten sonra bütün zamanlarda ve kıyametin sabahına kadar da Kur’an’ın iki numaralı mesajı da adalet ve ahlâktır. Kur’an’ın kardeşçe bir arada yaşama hukukunu inşa etmesi için, birbirimizin hukukuna saygılı olmamız için iki numaralı değer ve ana ilke ahlâk ve adalettir. Ahlâk dediğimiz zaman hayatın her alanını, hayatın tüm alanlarını kapsayan bir ilâhî değerden söz ediyoruz demektir. Yani empati ahlâkın içindedir, müzakere ahlâkın içindedir, diyalog ahlâkın içindedir, kendi nefsin için istediğini kardeşi için istemek ahlâkın içindedir, insanlara hizmet etmek ve hizmet üzerinden insanların gönlünü kazanmak ve bunun üzerinden yeni bir kardeşlik paradigması ve değeri üretmek ahlâkın içindedir.  Ahlâk, hayatın bütün alanlarını kuşatan bir ilâhî değerdir. Kur’an-ı Kerim’de tevhitten sonra Kur’an’ın va’z ettiği iki numaralı kural ahlâktır. Bu münasebetle ben de ikinci sorunuzda ahlâk ve adaleti yan yana getirdim. Birbirimizle sorunlarımızı, sıkıntılarımızı, acılarımızı konuşmak, tartışmak ve çözmek istiyorsak, kesinlikle adalet ve ahlâk üzerinden değerler ve ilkeler va’z ederek birbirimizle konuşmamız lazım. Yoksa Benî İsrail gibi, Kur’an’da geçen kardeşlikle ilgili âyetleri, adaletle ilgili âyetleri, ahlâkla ilgili âyetleri, herkes meseleyi kendi menfaatine ve kendi toplumunun menfaatine uygun yorumlar üzerinden ele alırsa kavramların, cümlelerin, kelimelerin içini boşaltmış oluruz, yorum üzerinden Kur’an-ı Kerim’e vurabileceğimiz en büyük darbeyi vurmuş oluruz. Artık dışarıdan kâfirlerin ve Kur’an’a düşmanlık yapanların bile bir darbe vurmasına gerek kalmaz. Zaten içerde kendini Müslüman kabul eden insanlar yorum üzerinden Kur’an’ın derinliğinde tahrifatlar yaparken; kendi egosunu, kendi nefsini, kendi ırkçılığını, kendi milliyetçiliğini, kendi haksızlıklarını Kur’an’a teyit ettirerek kendini bir şekilde Kur’an üzerinden ortaya koyarken Kur’an’ın bütün değerlerinin içini boşaltmakta ve bütün değerlerini tahrip etmektedir. Onun Kur’an’ı konuşturarak bu tahribatı yapması, insanlığın görebileceği en büyük tahribattır. Ben bütün zamanlarda bundan daha büyük bir tahribat ya da bundan daha büyük bir maksat ve mana sapması ya da bundan daha büyük bir hezimet göremiyorum Müslümanlar için. Bu münasebetle biz kardeşliği adaletin ve ahlâkın kuralları içinde konuşacaksak, ona Türkler de Kürtler de sair bütün topluluklar da kim hangi acıyı, kederi, ıstırabı yaşamışsa buna dönük herkes birbirinin yüzüne bakacak, hain bakışları olmayacak, sinsi hesaplar içinde bulunmayacak ve vicdanını, yüreğini, aklını bunun üzerinden bir muhasebeye çekecek. Bu muhasebe üzerinden adaleti ve ahlâkı temel ilke, temel referans alarak konuşmaya başlayacak. Adalet ve ahlâk kuralları içerisinde Kur’an’a baktığımız zaman Kur’an’ın ölçüsü şudur (-bunu Kur’an’ın hemen hemen adalete dönük, ahlâka dönük âyetlerinde çok net, somut, yalın bir şekilde görmek mümkün-): ‘Kendin için ne istiyorsan (bireysel, ailevî, toplumsal, anlamda) kardeşin için de onu istemek, onu arzulamak ve onu oluşturmak mecburiyetindesin!’ Eğer böyle bir hedefin yoksa kardeşlikten bahsetmek mümkün değildir. ‘Biz kardeşiz fakat maddi anlamda bütün imkânlar bana dönük olsun; biz kardeşiz fakat toplumsal bazda, devlet/idari yapılanma noktasında bütün imkânlar bana dönük olsun; biz kardeşiz fakat siz kültürünüzü, aidiyetlerinizi, yaratılıştan Allah tarafından size verilen fıtrî imkân ve değerlerinizi kullanmayın, biz kullanalım’ diyemezsiniz. Bu asla Kur’an’da, tevhit tarihinin çizgisinde yoktur. Bu milliyetçi, ırkçı, faşist, kavmiyetçi düşüncelerden bir şekilde Müslümanlar da etkilenmişler. Bazı Müslümanlar da bu noktada kirlenmişler ve Kur’an’da olmadığı halde tüm bunları Kur’an’a söyletiyorlar. Kesinlikle Kur’an’ı bu konuda konuşturmaya çalışıyorlar. Oysa Kur’an’a bu pis, bu kirli, bu anlamsız, bu gerçekten pis kokan kavramları ve düşünceleri Kur’an’a söylettikçe, Kur’an’a teyit ettirmeye çalıştıkça Kur’an-ı Kerim, Müslümanların yüzüne kendi bereketini, kendi merhametini, kendi sevgisini, kendi güzelliğini asla vermeyecektir ve sayfalarını da Müslümanlara açmayacaktır. Müslümanlar kendi nefsî yorumlarını, egoist yorumlarını, ırkçı ve şoven yorumlarını, bölgeci yorumlarını, mukaddes devlet mantığı üzerinden yola çıkan devletçi yorumlarını, kendi ırk, milliyet ve tarihlerini mukaddesleştirerek, fetişleştirerek, bunun üzerinden bir kült yaratarak bunları Kur’an’a söyletmek istediklerinde Kur’an’ın vereceği yegâne cevap kesinlikle ve kesinlikle, ‘Benden bir hayır, bir bereket, bir kardeşlik, bir sevgi alamazsınız’ olacaktır. Kur’an bütün sayfalarını size kapatacaktır. Türk kardeşimizin çocukları okullarda okuyacak, özel okullarda okuyacak, iki üç tane dil öğrenecek, kendi dilini öğrenecek, kendi dilinin edebiyatını, geçmişini, tarihini, bugününü, yarınını yazacak, okuyacak, düşünecek fakat bu coğrafyada, İran’da, Irak’ta, Suriye’de, Gürcistan’da, Azerbaycan’da, Kazakistan’da ve Türkiye’de 50 milyonun üzerinde Kürt vardır; bu coğrafyada Kürt, yaratılıştan getirdiği, kendi iradesinin dışında Allah tarafından ona verilen dili, herhangi bir şekilde konuşamayacak, yazamayacak, eğitime aktaramayacak. Zaten düne kadar mutlak anlamda bir red ve inkârın içindeydi Kürtler, asla varlıkları bile kabul edilmiyordu ama bugün büyük belalardan, büyük bedellerden, büyük acılardan sonra varlıkları kabul edilmiş olsa dahi bu kesinlikle herhangi bir şekilde daha bir hakkın verildiğini, bir hakkın teslim edildiğini, bir hakkın Kürtlere tevdi edildiğini ifade eden somut herhangi bir şey ortada yok, bu öncülüğü yapması gereken de solculardan önce, liberallerden önce, demokratlardan önce, bütün İslâm dışı kurum, kavram ve felsefelerden önce bu ilâhî hakka, bu insanın kendi fıtratında getirdiği, kendi iradesinin dışında insana verilen bu hakka, herkesten önce, herkesten önde, Müslümanların ve dindarların öncülük etmesi lazım. Çünkü, Allah Kur’an-ı Kerim’de ‘ve min ayâtihi halku’s-semavâti ve’l-ard’ diye başlayan bir âyette: “Yerin ve göğün yaratılışı, dillerinizin ve renklerinizin farklılığı Allah’ın âyetlerindendir…” buyurulur. Eğer benim dilim, benim rengim, benim aidiyetlerim, doğuştan getirdiğim özelliklerim, Allah’ın âyetleriyse, bu âyetlerin tümünün olduğu gibi kabul edilmesi lazım ve bu âyetlere hürmet gösterilmesi lazım. Bu dilin kendini ifade etme, kendini yazma, eğitim sürecine aktarma gibi bütün konularda da dindar kesimin büyük bir keyifle, büyük bir şevkle, büyük bir onurla, heyecanla öncülük etmesi ve bu yolu onların açması lazım.

 

Şimdi biz kardeşlik konusunu işliyoruz, ikinci soruda bu kavramı adalet ve ahlâk zeminine oturttuk, bunun üzerinden bir şey anlatmaya çalıştık. Düşünün, Nisâ Sûresi’nin 135. âyetini; ‘Ey iman edenler, yeryüzünde yürüyen birer şahit olun, adaleti uygulama ve adaleti yaşatma noktasında anneleriniz ve babalarınız da olsa, sizin kendi öz benliğiniz ve nefisleriniz de olsa, kardeşleriniz de olsa, zevceleriniz de olsa’ buyuran âyet böyle devam ediyor. Toplumsal anlamda, parasal anlamda, mali anlamda, hayatın hemen hemen bütün alanlarında, eğitim ve dil anlamında bu ülkede ne zaman bu âyetin gereklerini biz yerine getirdik? Dindar kesim ne zamandan beri adaletin ve ahlâkın ruhunda yeni bir medeniyet, yeni bir tasavvur, yeni bir birikim inşa etmek istedi? Elbette genellemeci davranmıyorum, elbette genelleme zulümdür, kategorik bir yaklaşımımız olmayacaktır, istisnalar her zaman var ve olacaktır da… Fakat dindar kesim, adalet ve ahlâka dönük, asla herhangi bir şekilde, sınavını doğru vermemiştir. Ne Kürtlere karşı, ne kendi içinde cemaat, tarikat ve guruplar olarak birbirlerine karşı, ne de sair dindar bireylere karşı… Dindar camia adalet ve ahlâk noktasında herhangi bir şekilde Kur’anî değerler üzerinde, Kur’an’ın ruhuna, maksadına ve manasına uygun bu alanda öncülük yapamamışlar, bir değer üretememişler, bir kardeşlik de ortaya koyamamışlardır. Bu asla doğru değildir. Eğer birileri kardeşlikten ve hukuktan, adaletten ve ahlâktan bahsediyorsa sadece yapacakları şudur: İki günlerini Kur’an-ı Kerim’i okumaya versinler, bir fihriste baksınlar, Kur’an’da adalet ve ahlâk âyetlerini yan yana getirsinler ve ellerini vicdanlarına koysunlar; bunun üzerinden ne kadar adalete, ne kadar ahlâka, ne kadar kardeşliğe vurgu yaptıklarını, buna ne kadar bağlı olduklarını orada göreceklerdir. Uzaktan yakından dindar camianın -istisnalar yine kaideyi bozmaz, genelleme içine girmek istemiyorum, kategorik davranmıyorum, bu doğru değildir ama- Müslüman camianın kahir ekseriyeti mal paylaşımında, imkân paylaşımında, imtiyaz paylaşımında, güç paylaşımında, dillerin, renklerin, bu kadar zulüm, bu kadar baskı, bu kadar acı, bu kadar keder görmelerine rağmen Kur’an’ın ruhuna, maksadına, manasına uygun adalet ve ahlâkı önüne koyma noktasında kendi nefisleri gibi, kendi nefisleri için istedikleri bir şeyi kardeşlerine isteme noktasında bu savaşı, bu mücadeleyi verebilmiş değillerdir. İstisna bireyler olsa da camia olarak sınıfta kalınmıştır, benim âcizane kanaatim bu yöndedir.        

 

Bu bağlamda coğrafya ve sınır algımız nasıl olmalıdır?

 

Önce, Allah Rasulü’ne yapılmış bir iftirayı düzeltelim: ‘Vatan sevgisi imandandır.’ Bu Allah Rasulü’ne, Allah’a ve bütün peygamberlere yapılmış en büyük iftiradır. İnsan ancak bu kadar sinsi ve şeytanca, dinin altını oyabilir. Din formu üzerinden dine bir şeyi benzeterek ama aslında ırkçılığı, aslında kavmiyetçiliği, aslında milliyetçiliği ve buna benzer asabiyetlerin tümünü siz ancak bu kadar usta ve sinsi bir şekilde bir hadis uydurarak onun gölgesi altında verebilirsiniz. Önce bunu reddedelim, Allah ve Rasulü’nü tenzih ediyoruz. Bütün tevhit tarihi buna karşıdır. Asla böyle bir şey yoktur. Kur’an’da ve bütün tevhit tarihinde… Toprak asla mukaddes değildir. Mukaddes olan sadece ve sadece mutlak mukaddes olan, mutlak değerli olan, mutlak manevî ve ilâhî olan ve değer üretebileceğimiz ve değer atfedebileceğimiz ve değerlerin merkezi olarak kabul edebileceğimiz yegâne güç Allah’tır, Kur’an-ı Kerim’dir. Peygamberler de Allah’ın, vahyin kontrolünde oldukları için peygamberler ve onların getirdikleri sahih ve bize ulaşan sünnetleridir. Onun üzerinde en küçük bir mukaddes, tevhit tarihinde yoktur. Toprak mukaddes değildir. Hatta sınırlar ve topraklar İslâm dünyasını zir u zeber etmiştir. İslâm tarihini, onun birikimini, onun enerjisini, onun medeniyet tasavvurunu, onun adalet tasavvurunu, onun ahlâk tasavvurunu yerle bir etmiştir.  İslâm dünyası son 200 yıl içerisinde bütün bu bölünmüşlüğü, bütün bu yok oluşu, bütün bu bozulmuşluğu, bütün bu savaşları, bütün bu kanı, bütün bu irini ırkçılığa, kavmiyetçiliğe, milliyetçiliğe ve benzeri hastalıklara saptığından dolayı yaşıyor. O münasebetle coğrafya ve sınır algısının kesinlikle ve kesinlikle herhangi bir şekilde, yani toprak sevgisi imandandır, sınırlar mukaddestir, misak-ı milli gibi kavramlardan bir tanesinin herhangi bir şekilde tevhit tarihi açısından, peygamberlerin gözünden, Kur’an’ın gözünden meseleye baktığımızda bir önemi ve değeri yoktur. Yegâne gözetilecek şey, ‘Acaba dindarlar Allah ve Rasulü’ne ait değerleri rahat, özgür bir şekilde okuyup, anlayıp, maksadına ve manasına uygun bir şekilde yaşayabiliyorlar mı, yeryüzünün çehresini ve içini adaletle, hukukla, ahlâkla, edeple, yardımlaşmayla, dayanışmayla ve kardeşlikle doldurabiliyorlar mı?’ sorusunun cevabıdır ve Kur’an’ın gözettiği budur. Yeryüzünde hangi toprak parçası olursa olsun, Müslüman nerde dinini yaşayabiliyorsa, nerede bu aidiyetlerini yaşayabiliyorsa, nerede fıtrî yapıdan kaynaklanan bu değerleri yaşayabiliyorsa orası onun toprağıdır. Toprağı fetişleştirmenin, Kültleştirmenin bir anlamı yoktur, bu aynı zamanda akidevî anlamda da, tevhit noktasında da son derece tehlikelidir ve insanın akidesini dahi güme götürebilir, bunu reddediyorum, Allah ve Rasulü’nü de buradan tenzih ediyorum. Bizim coğrafya ve sınır algımız yeryüzünde adaleti arayan, hukukun üstünlüğünü arayan, bireyin özgürlüğünü arayan, bireyin şahsiyet ve haysiyetini merkeze alan ve bunun üzerinden bütün Müslümanların ve gerekirse bütün insanların birbirine yardım, dayanışma, barış, esenlik ve kardeşlik içerisinde omuz verdiği yeni bir değerler manzumesi ürettiği, medeniyet ürettiği bir düşüncedir, sınır ve coğrafya algımız budur. O münasebetle bugün, Yemen’den tut tâ Batı Avrupa’nın içlerine kadar, oradan tut tâ Fas’a kadar, Ortadoğu’nun bütün coğrafyası, Kafkaslar’ın bütün coğrafyası, Orta Asya’nın bütün coğrafyası, Hindistan’ın bütün coğrafyası, Balkanlar’ın bütün coğrafyası yangın yeridir. Tüm İslâm coğrafyasının her yeri yanıyor. 200 yıldır dindarlar kardeşlikten, Kur’an’dan, Allah’tan, beraberlikten dem vurup hep dua ediyorlar. Niye bir düzelme olmuyor, ben size söyleyeyim: Çünkü sadece sözlü değerler üzerinden birbirlerini kandırarak, birbirlerinin yüreğine, ruhuna aklına ve kalbine girmeden, samimi bir değer üretmeden; ‘emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun’ âyetini birey olarak, toplum olarak ve evrensel anlamda ruhlarına ve kalplerine yerleştirmedikleri için, birbirlerine karşı hain bakışlara sahip oldukları için, sinsi hesaplar ve niyetler içinde oldukları için bu değeri üretemiyorlar ve hâlâ ezikliğin içinde yüzüyorlar. Bu cehennemin içinde bütün İslâm dünyası yanıyor. Müslümanlar birbirlerine slogan atacaklarına, başkalarına slogan üreteceklerine, başkalarına değer üreteceklerine, başkalarına güzel şeyler üreteceklerine önce dindar kesim kendi aralarında birbirlerinin yüzünün tam ortasına bakarak önce birbiriyle dürüst ve doğru konuşsun. Hainlik yapmadan, hain bakışlar ortaya koymadan, sinsi hesaplar gütmeden, aslında kardeşlikten bahsederken benim ırkım daha önce olsun hesabını gütmeden, bunları çok samimi ve haysiyetli ve Allah Rasulü’nün gör dediği yerden, Allah’ın bak dediği yerden baksınlar, bak o zaman tarih nasıl değişecek. Bak görelim insanoğlu yönünü nasıl düzeltecek.

 

İslâm algısında da, Kur’an’ın ruhunda da, Peygamber’in tasavvurunda da, bütün peygamberlerin tasavvurunda da coğrafya ve sınır algısı yoktur. Özgürlük, hürriyet, adalet, aşk, sevgi, muhabbet, dayanışma, barış ve kardeşlik… Doğuştan herkesin fıtratıyla getirdiği ne kadar özellik varsa ve bunlar bütün görkemiyle yaşanıyorsa ve insanın sonradan edindiği özellikler üzerinden bir başkasına zarar vermeden kişi bütün bunları, bütün görkemiyle yaşayabiliyorsa ve bunları yaşarken kimse kimseye zarar vermiyorsa bu büyük medeniyete gül ve su medeniyeti denir ve bu da İslâm medeniyeti demektir. Biz önce bu noktaya bu zaviyeden bakabilmeliyiz.

 

Tarihî süreçte, asırlarca bir arada yaşayan kavimlerin son yüz elli yılda ayrışmalarına sebep olan nedenlere kısaca değinebilir misiniz?

 

Tabii bu kapsamlı ve geniş bir soru, ancak bunu ana başlıklar üzerinden geçerek, kısaca izah etmeye çalışalım. Bu kesindir, bunun bilimsel nedenleri var, bunun sosyolojik nedenleri var, bunun tarihsel nedenleri var, bunun toplumsal nedenleri var, bir sürü nedeni vardır. Sanayi devrimini İslâm dünyası yakalayamadı, Osmanlı yakalayamadı, bu olabilir; buna benzer bir sürü parametre ve gerekçe söyleyebilirsiniz. Ama ben üç başlıkta topluyorum bütün bunları:

 

  1. Üzülerek ifade etmeliyiz ki İslâm dünyası son 200 yılda yeryüzünü okuyamadı, yorumlayamadı, açıklayamadı, anlamlandıramadı ve yeni bir tarih felsefesi, yeni bir hukuk felsefesi, yeni bir siyaset felsefesi, yeni bir medeniyet inşa etme noktasında kendi medeniyetinden, kendi tarihinden, kendi birikiminden kendi evrensel değerlerinden kavramlar üretemedi. Batı’yla ya da dünyanın bütün insanlarıyla bu konuda rekabet edebilecek aidiyetlerimizi, referanslarımızı, medeniyetimizi tamamen kaybettik, yeniden kendi medeniyetimizden kavramlar üretemiyoruz. Yani biz hâlâ bugün dahi herhangi bir şekilde bazı sorunları çözme noktasında bazı kavramlara başvurduğumuz zaman, bu kavramların büyük bir kısmını yine şuradan buradan aldığımızı görüyoruz. Kur’an’dan, peygamberlerin hayatından, tevhit tarihinden, bütün İslâm coğrafyasının medeniyetinden, birikiminden, tarihinden ve tecrübesinden biz yeni kavramlar üretemiyoruz; yeni kurumlar, yeni müesseseler, yeni bir bakış açısı üretemiyoruz, bu bir.

 

  1. Kur’an’ın bütün manalarını, ruhunu, maksadını biz ıskaladık. Çok uzun bir zamandır, Kur’an şekil üzerinden, klişeler üzerinden, şablonlar üzerinden değerlendiriliyor. Üzülerek ifade etmeliyim ki, Türkiye’de de, İslâm dünyasında da dindar kesimin öncülüğünü yapan kimi tarikat ve cemaatler dâhil olmak üzere çoğumuz yeni bir siyaset, yeni bir hukuk, yeni bir felsefe, yeni bir tarih, yeni bir medeniyet tasavvuru ortaya koyma noktasında Kur’an’a ait herhangi bir şekilde program geliştirmiş değiliz.

 

Dindar kesim ve cemaatler, tarikatlar; yeni kavramlar, yeni kurumlar, yeni bir paradigma, yeni bir medeniyet, yeni bir tarih tasavvuru yeni bir felsefe inşa edememişlerdir. Bunun yegâne nedeni de Kur’an’ın bütün manalarına, maksadına ve tasavvuruna, canlarını, varlıklarını, bilgilerini, birikimlerini aktarmamalarıdır. Burada herhangi bir şekilde tarafsız değiller. Kur’an karşısında tarafsız değiller. Mesela kendi milliyetçiliklerini, bölgeciliklerini Kur’an’a okutmak istiyorlar. Müslüman kendi mezhebini, cemaatini, meşrebini Kur’an’a tasdik ettirmek istiyor. Bu bakış açısı devam ettikçe sonsuza dek insan hakikatin perdelerine doğru gitmez, ilâhî muradı yakalayamaz, bu mümkün değildir. İnsan sadece Allah’ın muradını ve maksadını öğrenmeyi gaye edinirse Kur’an, sayfalarını insana açar ve hakikat perdeleri kalkar ve insan Allah’ın muradını anlamaya çalışır.

 

  1. Herhangi bir şekilde geleneksel fıkhımız içinde, geleneksel İslâmi kaynaklarımız içerisinde İslâm’ın gelişmesiyle, İslâm’ın yükselmesiyle, Kur’an’ın gelişmesi ve yükselmesiyle, Müslümanların yeniden yeni bir medeniyet ve tasavvur üretmesiyle ilgili buna engel yüzlerce kavram ve anlayış vardır. Bunların yeniden içtihat yoluyla ciddi, sorumlu, ahlâklı, âdil ve şerefli düşünce adamları tarafından üretilmesi gerekir.

 

Mesela şimdi herkes laikliğin, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması ile ilgili sürecin, Batı’yla başladığını söyler, oysa bu asla doğru değildir, külliyen yalandır. Hz. Peygamber Efendimiz’den sonra, laikliği ilk başlatanlar Emeviler’dir. Irkçılığı, kabileciliği, ganimetçiliği, aileciliği, bütün bunları bütün görkemiyle, yaşama sokan ve bunun üzerinden İslâm medeniyetinin köküne bombalar atan, bütün İslâm medeniyetini tarumar eden ve bugüne kadar da acılarını yaşadığımız bütün bu sıkıntıların temeli Emevi ailesinin o gün orada döktüğü o ırkçılık, kabilecilik ve ganimetçilik anlayışıdır. Laikliğin ilk temellerini de atan yine Emeviler’dir. Hz. Peygamber Efendimiz’in vefatından -Ömer bin Abdülaziz’in dönemi hariç- Emevi ailesinin bütün döneminde ve sonrasında bütün bu Emevi paradigması, Emevi inhirafı, bu Emevi tahrifi, bütün İslâm dünyasına da yansıdı. Kesinlikle din ile devlet işlerini birbirinden ayıran; hayatın zenginliğini, gücünü, dinginliğini ayrı bir noktada ele alan ve din ile devleti birbirinden ayıran ilk bakış açısı ilk hamle, ilk inşa ve ilk eylem Emevi camiasında ortaya çıkmıştır. Bu düşünceler kitaplara geçmiş, bizi inanılmaz derecede etkilemiştir de haberimiz bile yoktur. Bunların çok ciddi bir şekilde ayıklanması lazım.

 

Kardeşlik kavramı söz konusu olduğunda, “Hepimiz Müslüman kardeşleriz, bu ayrılık gayrılık niye?” vurgusunun arttığını görmekteyiz. Sistemin bu soruna bakışı nasıl olmuştur?

 

Şimdi, Kur’ani Hayat Dergisi mütedeyyin kesimlerin, vicdanıyla hesaplaşan kişilerin çıkardığı ve okuduğu bir dergidir. Elbette rejimle ilgili, sistemle ilgili, devletle ilgili binlerce şey söylenmiş, söylenebilir ve söylenecektir. Ama ben bu röportajımda biraz daha dindar kesimin üzerinde durayım. Kardeşlik kavramı söz konusu olduğunda biz Müslümanız, biz kardeşiz, biz aynı imparatorlukları, aynı devletleri beraber kurmuşuz diye konuşuruz. Ama iş, Allah’ın bahşettiği, yaratılıştan getirdiğim, benim irademin dışında bana verilen hakları elde etmeye gelince sınıfta kalıyoruz.  Türkiye genelinde dindar camianın kahir ekseriyeti Kürt meselesinde, Kürtlerin hakkı, hukuku, yaşaması, eğitimi içinde kendilerini ifade etmesi, anayasal ve yasal güvencelere kavuşması, benim hakkım neyse Kürt’ün hakkı da o kadardır deme noktasında sınıfta kalmıştır. Dindar kesim dahi kendi nefsi için istediği, dili, hakkı, hukuku Kürtler için istememiştir.  Tekrar ediyorum, yine genelleme yapmadan vicdanıyla, ahlâkıyla, adaletiyle, aklıyla, imanıyla hesaplaşan ve yüzleşen ciddi ve samimi dindarları istisna kılıyorum. Bu coğrafyada 50 milyonun üzerinde Kürt yaşıyor. Tarihin bütün dönemlerinde İslâm değirmenine su taşımış, İslâm medeniyetine su taşımış bir büyük ailedir bu kesim. Bunları biz inkâr ettik, biz asimile ettik, biz Kur’an’ın dışına ittik. Yani o kadar zulümler, baskılar, işkenceler, kederler yaşandı ki, o kadar büyük acılar yaşatıldı ki, o kadar büyük inkâr ve asimilasyondan geçildi ki, o kadar hapisler, sürgünler, mağduriyetler yaşandı ki, tarihte ancak ve ancak kâfirin kâfire yapabileceği, gayrimüslimin ancak gayrimüslime yapabileceği türden zulümler, baskılar bu memlekette yaşandı. Bugünler hariç, daha düne kadar tek bir kimse sesini bile çıkarmadı. Bugün de sözüm ona, kalkmışlar piyasaya biz kardeşiz, değerlerimizi paylaşalım, sorunları kardeşlik üzerinden çözelim deniyor, doğru; biz kardeşiz Kur’an içinde, adalet içinde, ahlâk içinde… Bütün bunları oturalım derin bir şekilde çözelim. Ama tek bir şartla: Siz! Bütün dindar Türkler ve bütün Türkler, Makedonya’daki Türkler için, Kosova’daki Türkler için, Bulgaristan’daki Türkler için, Yunanistan’daki Türkler için, Doğu Türkistan’daki Türkler için, Orta Asya’daki Türkler için, Kerkük’teki Türkler için ne arzu ediliyorsa, daha fazlasını değil, sadece aynısını istiyor Kürtler. 

 

Hükümetin gündeme getirdiği “Demokratik Açılım”  sürecine Müslümanların bakışı ve bu konudaki duruşu nasıl olmalıdır?

 

Ben şahsen, genel anlamda bu konuda kimsenin kefili de değilim, kimsenin vekili de değilim, kimsenin sorumluluğunu da omuzlarıma almış değilim. Ama bireysel kanaatim, hükümetin bu konuda samimi olduğu, niyetinin iyi olduğu yönündedir. Gerçekten iyi şeyler yapmak istiyor ve iyi adımlar atıyor. Fakat şu ana kadar net ve somut adımlar atıldı mı, bir şeyler yapıldı mı? Bunlar da tartışılır. Bu ülkede Kürtlere dönük, somut ve net, ilk ve en önemli adım bütün Anayasa’nın değiştirilmesidir. Buna paralel yasaların da değiştirilmesi gerekiyor. Irkçı, milliyetçi, asimilasyoncu, inkârcı ne kadar bakış açısı varsa, ne kadar negatif değer varsa, ne kadar ima varsa bütün bunları anayasa ve yasalardan temizlemek. Bunun için de dört dörtlük bir anayasa… Yönetmelikler dâhil olmak üzere… Şu ana kadar öyle bir şey yapılmadı. Ama hâlâ iyi niyetimiz devam ediyor, onlara karşı samimiyetimiz devam ediyor. Samimi olduklarını düşünüyoruz. Bir şeyler yapmak istediklerini düşünüyoruz. Bir şeyler oluşturmak istediklerini düşünüyoruz. Şu süreçte gönül arzu ederdi ki, bütün Anayasa’yı değiştirsinler ve buna paralel bütün ırkçı ve şoven, insanın haysiyetini rencide eden, Kürtlerin önünü tıkayan, Kürtlerin tarihten, fıtrattan ve özgür iradelerinin getirdiği değerlerin önünü kapatan ne kadar madde, yasa, yönerge, yönetmelik, tüzük varsa hepsini değiştirmeleri gerekir. Çünkü cin şişeden çıkmıştır. Bu cini bu şişeye bir daha geri sokmak mümkün değildir. Yeryüzündeki bütün Kürtler, en dindarından ateistine kadar belki yüzlerce şehirde aslında birbirlerini sevmiyorlar, belki buluşmuyorlar da, belki birbirlerine aykırı davranıyorlar, belki ihtilafları da vardır, fakat eğitim noktasında bütün Kürtler ittifak halindedir. Anayasa yeniden yapılmadan, yasalar düzenlenmeden, yönergeler, tüzükler, bu anlamda ne kadar yanlış ifade ve kavram varsa mevzuattan çıkarılmadan, Kürtlerin hakkı hukuku teslim edilmeden bu sürecin sonuçlanacağına asla inanmıyorum. Çünkü bu mümkün değildir. Türkiye’de 20 milyonun üzerinde, Suriye’de 2,5-3 milyon Kürt yaşıyor. Irak’ta 6,5 milyon Kürt yaşıyor, İran’da 6,5-7 milyon Kürt yaşıyor. Kazakistan’da hakeza, Azerbaycan’da hakeza, Gürcistan’da hakeza… Bu büyük coğrafyanın tümünü selamete erdirmek için, bu toprakları da yeniden muhafaza etmek için ve yeni bir medeniyet inşa etmek için, yeni bir tasavvuru inşa etmek için, birliği ve beraberliği sağlamak için bu hakların tümünün teslim edilmesi lazım. Fıtratta gelen ne varsa bunların önünü açmak ve bunların haklarını vermek lazım. Yoksa bu sorunun çözüleceğine ben ihtimal bile vermiyorum. Bu durum devam ettikçe Türkiye yozlaşacak, Türkiye zayıflayacak, Türkiye zayıf kaldıkça değer üretemeyecek ve kendi sorunlarıyla boğulmuş, kendi sorunlarını çözemeyen küçük ve edilgen bir devlet halinde kalacak. Ama Türkiye dindarlarla ilgili, Kürtlerle ilgili bu büyük sorunları, kriz ötesi sorunları çözen yeni bir medeniyet, tarih paradigması, yeni bir şuur, yeni bir insan malzemesi, yeni bir bakış açısını bu topraklara getirirse Türkiye etken bir ülke olur, özne haline gelir, üretir, güçlü olur; âdil, adaletli olur ve hukuk bayrağını eline alır ve etrafımızdaki birçok insana da, birçok ülkeye de inanılmaz faydası olur. Belki kısa ve orta vadede değil ama uzun vadede Türkiye’nin yeniden kendini toparlayıp süper güç olma ihtimali bile vardır. Yeter ki bu sorunlarını âdil, ahlâklı, yasalar ve anayasalar üzerinden garantiye alarak çözsün.

 

Son olarak neler eklemek istersiniz?

 

Biz ırkçılığı, milliyetçiliği, kavmiyetçiliği kesinlikle şeytanın fikri olarak biliyoruz. Yeryüzünün ilk ırkçısı şeytandır. Çünkü üstünlük iddiasıyla ortaya çıktı, üstünlük teziyle ortaya çıktı. Onun için milliyetçilik de bir üstünlük tezidir. Bütün bunların hepsinin temelinde “ben daha iyiyim, ben daha üstünüm, ben yönetmeye layığım, ben önde olmalıyım” dürtüsü ve düşüncesi yatıyor. Tam da Kur’an’ın ifade ettiği ırkçılığın tâ kendisi budur. Irkçılığın ve kavmiyetçiliğin tâ kendisi budur. Gelin, yeryüzündeki bütün Müslümanlar bu girdabın, bu batağın içine girmeyelim. Zira gerçekten, ırkçılık ve kavmiyetçilik şirktir. Allah’a kafa tutmaktır -hâşâ- “Seninkini beğenmiyorum, ben benimkini ortaya koyuyorum benimki daha doğrudur” demeğe getiriyorsun. Gelin bu kindarlığın, bu düşmanlığın, bu buğzun, bu bütün bataklıkların içinden çıkalım. Kardeş olalım ama dilde ve sözde kardeş olmayalım. Malî paylaşımdan idarî paylaşıma kadar, bürokratik paylaşımdan tutun siyasî paylaşıma kadar… Ve burada Kürtlerin de en azından kendi dillerinde Türk kardeşleri kadar özgür bir ortamda, kendi dillerini, kendi aidiyetlerini ortaya koyabilecekleri bir ortam… Gelin, birbirimize karşı kardeş olalım ve kendimiz için ne istiyorsak, kardeşimiz için de onu isteyelim. Bunun üzerinden yeni bir heyecanla yeni bir medeniyet kuralım ve bu medeniyet de yeryüzünün en güçlü, en ahlâklı, en âdil, en hukukî bir medeniyeti olsun. Kur’ani Hayat Dergisi’ne, bütün çalışanlarına, bu büyük ve değerli hizmete değer katan, yazı veren, yazı yazan, yazı alan herkese teşekkür ediyoruz. Teşekkür benim için büyük bir borçtur. Saygılar sunuyorum.

 

Asıl biz, özel zaman ayırıp değerli fikirlerinizi açık yüreklilikle paylaştığınız için teşekkür ederiz.

Follow