Sekülerizmin Panzehiri Kurban

Cevdet IŞIK

Her insanın sahip olduğu bir tasavvur olmalıdır. Zira tasavvur, insan olmanın ve insan kalmanın önemli bir göstergesidir. Yani tasavvuru olmayanın insan olarak adlandırılması yanlış bir adlandırma olacaktır. Çünkü insan akıl sahibi bir varlıktır. Akletmek insanın en önemli özelliğidir. İnsan aklederek anlamaya ve anlamlandırmaya çalışır. İnsan anlamaya ve anlamlandırmaya çalışırken yaptığı iş, bir tanıma ve tanımlama işidir. İnsan, tanıma ve tanımlamada ne kadar isabet ederse; zaman, mekân ve varlık bakımından o kadar tehlikelerden uzaklaşır, güven hissi gelişir ve huzurlu olur. Tasavvur, insanın varlık hakkındaki bakışını ifade eder. Yaratıcı, yaratma, yaratılışın amacı, varoluş, zaman, mekân, hayat, ölüm ve ölüm ötesi gibi konularda insanın sahip olduğu inanç, fikir ve kanaatler, insan tasavvurunun mahiyetini oluşturur.

Tasavvur, insanın bir hayat sahibi olarak yaşıyor olmasının dinamiğidir. İnsanın bir benlik, bir kimlik ve bir şahsiyet sahibi olması, insanın sahip olduğu tasavvurla paralellik arz eder. Yani insanın tasavvuru ne ise insanın şahsiyeti de odur. Tasavvurdaki bağ ve bağlamlar ne kadar güçlü ve sağlam ise, şahsiyet de o kadar güçlü ve sağlam olur. Tasavvurun güçlü ve sağlam olması için, sahih ve doğru bilgiye ihtiyaç vardır. İnsan, ancak sahih ve doğru bilgi kaynaklarıyla sahih ve doğru bilgiye ulaşabilir. Hiç şüphesiz en sağlam ve en sahih bilgi kaynağı İlahi Vahiy’dir. İlahi Vahyin rehberliğinde oluşan tasavvurla şahsiyet kazanan insan için, anlam dünyasını oluşturan soru ve sorunların çözümü için, aşılamayacak bir engel yoktur. Çünkü İlahi Vahyin sahibi olan Allah, her şeyi bilen, mutlak üstün ve yüce olandır.

Her şeyi bilen, mutlak üstün ve yüce olan, eşsiz ve benzersiz bağışlayan Allah, varlık âlemini, insanı, ölümü ve hayatı niçin yarattığını, Kerim Kitabı’nda haber veriyor. Böylece insanı sahih ve doğru bilgi ile buluşturmak suretiyle, güçlü ve sağlam bir tasavvuru inşa ediyor. Hepsinden daha önce Kendisini sahip olduğu isimler üzerinden tanıtarak, insanı karanlık ve dipsiz bir kuyuya düşmekten kurtarıyor. “Ve sizin ilahınız bir tek İlah’tır; O’ndan başka tapılmaya layık hiçbir varlık yoktur. Özünde rahmet sahibi olan O’dur, işinde merhametli olan O’dur.” (Bakara 2:163) “Ben, cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.”(Zariyat 51:56) “O, ölümü ve hayatı hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için yaratmıştır.”(Mülk 67:2)

İnsanın niçin yaşıyor olduğunu bilmesi, nasıl yaşayacağını, neler yapacağını bilmesinin de önünü açacaktır. Böylece insan aslında istikamet sorununu da çözmüş olmaktadır. Doğru bir istikamet üzere olan insanın zaman zaman yapacağı hatalar, önünde bir ayak bağı olmaktan çok, önünü aydınlatan bir fenere dönüşme potansiyelini beraberinde taşır. Hz. Âdem ve Havva’nın, şeytanın ayaklarını kaydırması sonucu yasak ağaca yaklaşmaları, onlara yeni bir dünyanın kapısını açmıştır. Bu dünya, onların kendilerini ve şeytanı bihakkın tanımalarını, yükümlülük ve sorumluluk sahibi olmalarının yolunu açmıştır. Aslında böylece insan olma süreci de tamamlanmış olmaktadır. Emanet omuzlara alınmıştır artık. Ama insanın unutmak gibi bir özelliği olduğu için, istikameti şaşırması da genelde yaşanacak bir felaket olarak hep önünde duracaktır.

İstikametin Sekteye Uğraması: Sekülerizm

Rabbimiz, insanı yaratma ile ilgili maksadını meleklere bildirirken, bu, insan için istikametin başlangıç noktası oluyordu. Meleklerin itirazına rağmen tabir caizse start veriliyordu. Âdem yaratıldıktan sonra bütün isimler öğretiliyordu. (Bakara 2:30-31) Girdikleri cennetteki ilk sınavda başarısızlık ve sonrasında dünya hayatı başlıyordu. İstikamet unutulduğu zaman dünya hayatı, bir oyun ve oyalanma ile eşdeğer hale geliyordu. (En’am 6:32, Ankebut 29:64) Ayrıca kadınlar, oğullar, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşler, gösterişli güzel atlar, hayvanlar ve ekinler insana çok cazip görünüyordu. Yani dünya ve içindekiler çok süslü ve çekici bir yapıda yaratılmıştı. (Al-i İmran 3:14) Onun için bir sınanma mekânı olan dünyada sınavı kazanmak öyle çok da kolay değildi. Dünya ve içindekilere olan meyil ve oluşacak tutkuya örnek olması bakımından, Hz. Âdem’in iki çocuğunu örnek verebiliriz. Birisi elindekinin en iyisini Allah için kurban vererek sınavı kazanırken, diğeri en kötüsünü kurban vererek sınavı kaybediyordu. Üstelik bu kaybetme, peşi sıra bir cinayeti de beraberinde getiriyordu.

İnsan en güzel kıvamda yaratılmış ve gideceği istikamet için adım başı uyarıcı işaretlerle desteklenmişti. Fakat bütün görünür görünmez destekleyici imkânlara rağmen insan, dünya bataklığına saplanmaktan geri durmuyordu. İnsan, sayısız gelen elçinin getirdiği İlahi Vahye rağmen, tercihini haktan yana değil batıldan yana kullanmaktan çekinmiyordu. Her seferinde, sahip olduğu hiyerarşik yapıyı dikkate almadan hem varlığa ve hem de yaratıcısına karşı saygısızlıkta sınır tanımıyordu. Peki, bütün bunlar neden oluyordu? Yaratılış amacından sapmak ve dünya sevgisiyle dolup taşmaktan oluyordu. “İnsan, bu dünyaya sahip olmaya değil, şahit olmaya gelmişti.” Fakat insan, çok kısa bir süreliğine geldiği bu dünyaya sahip olmak için, sınırsızlıkta şeytanı bile geride bırakıyordu. Peygamber Efendimiz ne güzel demişti: “Dünya sevgisi tüm kötülüklerin başıdır.”[1]

Aldığımız nefesler dâhil gerek insanda olan ve gerekse insana verilmiş olan her ne varsa, birer emanettir. O sebepten sevgiyi de söz konusu emanetler cümlesinden saymak yanlış olmaz. Hatta sevgi belki de en önemli emanettir. Onun için sevginin kullanımı çok büyük bir dikkat gerektirir. Sevgimizi nerede ve nasıl kullanacağımız hayati öneme sahip bir sorumluluktur. Örneğin Yaratan’a olan sevgimizle, yaratıklara olan sevgimiz bir olamaz. Yaratıkları, Allah’ı sever gibi sevemeyiz. Buradan şunu çıkarabiliriz: Allah’ın hakkına hiçbir kimse veya nesne ortak edilemez. İnsanın, Allah’a olan sevgisini dünyaya hasretmesi, öncelikle Allah’a ve sonra da Allah’ın emeğine bir saygısızlık olacaktır.

Dünya sevgisi insanı dünyaya bağlayarak sahip olduğu bağlamı değiştirir. İnsan dünyaya bağlanmakla, sahip olduğu hiyerarşik seviye olan insan seviyesinden daha aşağıya düşer. Öyle bir düşüşle irtifa kaybeder ki, artık insan Allah’ın bir kulu olmaktan çıkar. Bu aşamadan sonra her türlü aşağılanma kendisi için normal bir durum gibi görünür. O kadar ki, ilahlık taslamayı da, ilahlık taslayanların önünde sürünmeyi de kendine reva görür duruma gelir. İşte böyle bir kimsenin dünyadaki herhangi bir nesneden bir farkı kalmaz. Dünyevileşme dediğimiz olgu işte buna tekabül etmektedir. Bu aşamadan sonra dünyaya ait hale gelen insanın dinsel olanla herhangi bir bağlantısı kalmayacaktır.

Dünyevileşmenin diğer adı sekülerleşmedir. Sekülerizmin bir felsefik boyutu, bir dünya görüşü, bir düşünüş yöntemi ve yaşayış biçimi vardır. Seküler anlayışta din ve dine ait hiçbir değere yer yoktur. “Dinsel olan veya dinsellik atfedilen bütün değer ve ilkeleri bireysel ve toplumsal yaşamın dışına iten, sadece bu dünyayı yaşanabilir kabul edip, öte dünyadan ilişkisini koparma temeline dayalı insan merkezci düşünme ve yaşama biçimi. Semavi olanla bağların koparılması ideolojisi; insanı kendi kendine yeter kabul etme felsefesi.”[2] Seküler anlayışa göre dinin hükmü geçmişte kaldığı için, din, tarihsel bir vakanın taşıdığı değer hükmünden daha fazla bir şey değildir.

“Epistemolojik bir kategori olarak sekülerizm, Tanrı merkezli bir epistemeden insan merkezli bir epistemeye geçiş olarak tarif edilebilir. Bu argümanın özü, sekülerizmin; bilginin üretimini kontrol etmeye yönelik dini otoritelerin iddialarının meşruiyetini ortadan kaldırdığı ve kutsal anlatılarda bulunan ontolojik iddiaların bilimsel odaklı bir ontoloji lehine reddedilmesinin koşullarını yarattığı iddiasıdır.”[3] Siyasi açıdan sekülerizm, demokrasinin uygulanması için olması gereken zemini oluşturduğu söylenir. Müslümanların İslam’dan uzaklaştırılması ya da İslam’ın etkisinin en aza indirilmesi için de sekülerizm her zaman koşulsuz bir gerçeklik olarak sunulmuştur.

“Sekülerleşme, cennet kapılarından uzaklaştıran taşlı bir yoldur. Yaptığı yolculukta insan, refakatinde suçluluk duygusunu ve yapmış olduklarının bilincini götürür. Sekülerleşme süreci bu yolculuğa paralel olarak tüm iletişim bağlarını koparmak, tüm yolları kapatmak, hakikatin kaynağına götüren tüm aydınlığı inkâr ve “unutmak” için yapılan az ya da çok bilinçli bir çabayı ima eder. Ancak sekülerleşme bir negatif ifade, bir “unutma” olmaktan başka; üstün adalet olmaksızın, yargısız, hamiyetten ve affetmekten yoksun bağımsız bir insan varlığını örgütleme teşebbüsüdür.”[4] Sekülerizmin, insanın zihinsel ve düşünsel dünyasına yönelik yaptığı saldırıların farkına varmak çok önemlidir. Çünkü bu yolla insan “gerçeği illüzyondan, hakikati yalandan, mutlakı göreceliden” ayırma kabiliyetini kaybediyor. İnsanı fiziksel olarak öldürmenin ötesinde, düşünsel açıdan öldürmek daha büyük bir felakettir. İşte sekülerizm, insanı düşünsel açıdan bir tutsak haline getirmek suretiyle adeta öldürüyor. Tage Lindbom’un dediği gibi, “insan hakikaten madde tarafından emilmiştir ve kendisini okyanusun ortasında boğulmak üzere olan ama hiç kimsenin yardımı olmadan kurtulabileceğini düşünen bir insanla aynı duruma düşmüştür.”[5] Bunun temelini “ruhun yoksulluğu” oluşturmaktadır. “Ruhsal yoksulluk” insanın İlahi Vahiy’le olan bağlardan yoksun olması anlamına gelmektedir.

Sekülerizm ilahi olandan yana kör ve sağırdır. Bu körlük ve sağırlıktan dolayı, bütün varlığın yaratıcısı olan Allah’a savaş açmış ve en sistemli ortak koşmayı gerçekleştirmiştir. “Allah’tan bağımsız bir hayat alanı” iddiasını bilimsellik söylemleriyle insanlara servis ederek, yalancı cennetlere yol açmaya çalışmıştır. Bu durum Batılı insanın zihinsel yapısının temel taşlarını oluşturmuştur. Hristiyan dünyasında sekülerizmin karşılık bulmasını anlamak mümkün olabilir. Fakat Müslümanlar arasında sekülerizmin tolere edilmesini anlamak mümkün değildir. Müslümanların kimlik olarak, sadece etiket düzeyindeki İslam ile olan ilgi ve alakaları, sekülerleşmenin davetçisi olmuştur. “Allah, Müslüman hayatının merkezinde yer alır. Mümin kişi, hayatın her anında Allah’la beraberdir. Yaşadığı hayatın nesnesi değil öznesi olmayı, ancak bu sayede becerebilir. Mümin kişi bilir ki, hayatın süvarisi olmak, ancak Allah’lı bir hayatla mümkündür. Yoksa hayatın atı olmak zorunda kalır. Bu yüzden asla Allah yokmuş gibi düşünmez, yaşamaz, konuşmaz. Zira Allah yokmuş gibi konuşmak günahtır.”[6]

Sekülerizm, aşkı yozlaştırmak suretiyle insan ruhuna zehir ekmeyi başarmıştır. İnsan aşktan yana bir yozlaşma süreci yaşayınca, ilahi gerçekliğe de yabancılaşmıştır. İlahi gerçekliğin üstü örtüldüğü zaman, insanda adalet ve merhametten, feragat ve inayetten yana herhangi bir duygunun kalması beklenemez. İşte yüzyılı geçen Batı uygarlığının insanlığa yaşattıkları ve insanlığı getirdiği içler acısı durum, bize her şeyi açıkça göstermektedir.

Bir Panzehir Olarak Kurban

İslam’ın ileri sürdüğü bütün kavramlarda görüldüğü gibi, kurban kavramı da içi boşaltılarak gerçek anlamından soyutlanmıştır. Günümüzde kurban denildiği zaman ilk akla gelen durum hayvanların boğazlanması durumudur. Kurbanı sadece hayvan boğazlamak olarak kabul eden anlayışa göre yapılanların bir et festivalinden başka bir anlamı yoktur. Durum bundan ibaret olunca, kurbanın amacı ıskalanmış olarak, artık bir yakınlaşmadan daha çok bir uzaklaşma söz konusu olmaktadır.

Varlık âleminde insanın bulunduğu yeri hatırlatan kurban ibadeti, olanca açıklığıyla görüldüğü üzere bir sembol ibadettir. Kurban ibadeti kadar insanın ruhuna direkt olarak dokunan başka bir ibadet olmasa gerektir. Her kurbanın ilk anımsattığı olay Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i, gördüğü rüya üzerinden kurban etme girişimidir. Bunu sıradan bir olay olarak görme gafletinden kurtulmak için, biraz duygudaşlık yapmak yeterlidir. İnsanın elindeki malı, mülkü, parayı… bile elinden çıkarmasının insan için zorluğu ortada iken; biricik olan, adeta ciğerinin bir parçası olan, canından bir can gibi evladını boğazlamak suretiyle kurban vermenin ne anlama geldiğini herhalde herkes bilecektir. Gerçekten “bütün bir varlığıyla Allah’a yönelmek, adanmak” böyle bir şey olmalıdır.

Hz. İbrahim’i tek başına bir ümmet yapan tasavvurun oluşturduğu hayat hikâyesi; akletmenin, sorgulamanın ve hakikat adına bütün bir varlığını gözden çıkarmanın kıyamete kadar sönmeyen meşalesi olduğunu gösteren bir hayat hikâyesidir. İşte kurbanın yaklaştıran, yakınlaştıran özelliğinin sırrı burada yatmaktadır. Elbette buradaki yakınlaşma tek taraflı olup, insan için geçerli bir durumdur. Biz biliyoruz ki, Allah bize şah damarımızdan daha yakındır. Allah için –hâşâ- bir yakına gelme veya uzağa gitme diye bir şey yoktur. Öyle ise kesilen hayvana kurban denilmesinin, mecazen söylenmiş bir söz olduğu görülmektedir. Çünkü kesilen hayvanların ne etleri ve ne de kanları Allah’a ulaşmaz. Kurban kesenin takvası, sorumluluk bilincidir Allah’a ulaşan. (Hac 22:37) Burada bir parantez içi izahat olarak şunu da belirtmekte yarar vardır. Hz. İbrahim, binlerce yıl öncesinden sorumluluğunun gereklerini yaparak dünyadaki yaşamını tamamlamıştır. Onun sahip olduğu erdemleri takdir etmekten çok, o erdemlere sahip olmanın ve gereklerini yapmanın önemli olduğunu unutmamak gerekiyor. Eğer bizler inanan kimseler olarak böyle yapmazsak, atalarıyla övünmekten sorumluluklarını unutanların durumuna düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. 

Sekülerizmin insanı kıskıvrak yakalayan, ‘varlık hiyerarşisi’ndeki yerinden eden, ‘sahte kutsallar’ın oyuncağı yapan ve insanı insan olmaktan çıkaran zehirleyici etkisine karşı kurban nasıl bir panzehir olmaktadır? “Kurban, tekâmül yolunda insan dünyasının başlangıcını gösteren hudut taşıdır. Zira menfaatin mahiyeti zoolojiktir, kurban ise insanidir. Menfaat, siyaset ve siyasi ekonominin temel mefhumlarından; kurban ise, din ve ahlakın temel mefhumlarından olacaktır.”[7] “Kurbanın maldan sunulması anlamlıdır. Verdiği mesaj açıktır: Allah’ın insana bahşettiği dünyalıkların insan ile Rabbi arasına girmesine mâni olmak. (…) İnsan, malı mülkiyet bildiğinde veremez. Kişi veremediğine sahip olamaz, veremediğine ait olur. İnsan, malı emanet bildiğinde verebilir. Allah için verdiğinde ise gerçekten sahip olur.”[8]

Bir özne olarak yaratılan insana, yararlanması için emrine amade edilen varlık âleminde, kendisini bir nesne durumuna düşürecek duygu, düşünce ve yaşantılardan uzak durması beklenir. Fakat insan geçici dünya nimetlerini mülk edinmek için, ne yazık ki, kendisini nesneleştirerek bulunduğu hiyerarşik konumu terk etmektedir. Bu durumun en sistemik halini sekülerizm oluşturmaktadır. Günümüz Müslümanları ekseriyetle, sekülerizmin belirlediği hedefleri kendi hedefleri olarak kanıksamışlardır. Bu da gerek fert ve gerekse toplum olarak bir zehirlenme, bir kokuşma ve bir çürümeye yol açmaktadır. Böylece Allah’ın iradesi yok sayılarak derin bunalımlara davetiye çıkarılmaktadır.

Kurban, bütün bir varlığı Allah’a armağan etmektir. Kurban, insanın bulunduğu varlık hiyerarşisinin farkında olması ve bundan dolayı Allah’a şükretmesidir. Kurban, Allah’ı en büyük, tek büyük kabul etmektir. Kurbanla birlikte insanın tasavvuru yenilenmekte ve ruhu özgürleşmektedir. “Kestiğiniz kurbanlarla nefsinizi arındırın”[9] diyen Peygamberin mesajı bize gösteriyor ki kurban, uygulamalı bir eğitim talimatıdır. Kurban, başkasını kendine tercih etmek demektir. Kurban, insanın içindeki ve dışındaki Nemrutlara karşı bütün imkânlarıyla kıyam etmesidir. Kurban, aşk yolunda gözlerin hiçbir şeyi görmemesi, önü çöl ve sonu ateş de olsa hesapsız bir şekilde arkasına bakmadan yürümesidir. “Kurban, diri ölümü ölü hayata, baki olanı fani olana, ukbâ nimetini dünya nimetine, ameli söze, vermeyi almaya tercih etmektir. Kurban, yaşamak ve yaşatmak için ölmenin öbür adıdır.”[10]

Kurban, sekülerleşmenin panzehiridir. Onun için öncelikle insan Rabbini hatırlayacak, kendisini adayacak ve yaklaşacak. Bu yüzden kurban eksende kalmadır. Eksen, dosdoğru yol yani istikamet. İstikametin dinamiği ise İlahi Vahiy ile inşa olan tasavvurdur.

De ki: “Kuşku yok ki, Rabbim beni dosdoğru bir yola yöneltti; her türlü sapmadan uzaklaşan ve Allah’tan başkasına ilahlık yakıştırmayan İbrahim’in değişmez değerleri (temsil eden) yoluna”

De ki: “Benim tüm istek ve arzum, bütün ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’a armağan olsun.”

“Uluhiyetinde O’nun ortağı yoktur: Ben işte bu tevhid ile emrolundum: ve ben varlığını kayıtsız şartsız Allah’a teslim edenlerin öncüsü olacağım.” (Enam 6:161,162, 163)

 

[1] Beyhaki, Şuabu’l İman, Ebu Davud, Edeb 125

[2] Ömer Demir/Mustafa Acar, Sosyal Bilimler Sözlüğü

[3] Salman Sayyid, Hilafeti Hatırlamak, sayfa:69

[4] Tage Lindbom, Başaklar ve Ayrık Otları, sayfa:33

[5] Tage Lindbom, a.g.e, sayfa:153

[6] Mustafa İslamoğlu, Âlemlerin Rabbi Allah, sayfa:44

[7] Aliya İzzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslam, sayfa:48

[8] Mustafa İslamoğlu, Kur’ani Hayat Dergisi, sayı:9

[9] Hadis, Tirmizi, Edahı 1

[10] Mustafa İslamoğlu, Kurban ve Bayram Yazıları, sayfa:69

 

ANALİZ

Sayı 60 (2018)

Follow