Mustafa İSLÂMOĞLU
Esma iki şeyi tanıtır: Allah’ı ve insanı
İnsan ve kâinat Allah’ın iki büyük projesidir. İnsan Allah’ın projesi olduğu içindir ki, “Allah insana şahdamarından daha yakındır”. Kâinat Allah’ın projesi olduğu içindir ki, “Allah göklerin ve yerin nurudur”, bir başka söyleyişle; “Allah kâinatın ruhudur”.
İnsan, vahyin ifadesiyle, “en güzel kıvamda” (ahsen-i takvim) yaratılmıştır. İnsan “yeryüzünün halifesi” kılınmıştır. Yeryüzünü imar sorumluluğu insana verilmiştir. Yeryüzündeki mimarlığını hakkıyla yapabilmesi için de külli iradeden insana bir pay verilmiştir. Zira mimarlık tasarım gerektirir, tasarım akıl gerektirir, akıl irade gerektirir. Hâsıl-ı kelam, insanın yeryüzündeki görevi, yaratılış amacına uygun bir hayatı inşa etmektir. Bu, insanın sorumluluğudur. İnsan bu sorumluluğu, ancak, kendisini bu amaçla yaratan Allah’ı tanıyıp anlayarak yerine getirebilir.
İnsanın bu görevi bihakkın yerine getirebilmesi için, iki hususu sürekli akılda tutması şarttır:
Birincisi: Yaratılıştan ilahi emeğe mazhar olduğunu, özel yeteneklerle takviye edildiğini, en güzel kıvamda yaratıldığını, akıl, irade ve vicdan ile donatıldığını…
İkincisi: Sınırsız değil sınırlı bir varlık olduğunu, zaaflara sahip olduğunu, acziyetini, kayıtlı olduğunu, kibir ve gurura kapılmaması gerektiğini, üst bir kudrete muhtaç olduğunu…
Bu gerçekleri unuttuğu zaman, insan kendini kaybeder. Kendini kaybeden sorumluluğunu yerine getiremez. İnsanın sınırlı, yetersiz, aciz ve ölümlü bir varlık olduğunu hatırlatmanın bir yolu da sınırsız, sonsuz, mutlak, kendi kendine yeten, eşsiz, benzersiz tek varlığın Allah olduğunun hatırlatılmasıdır. Bu bağlamda esma-i hüsnanın iki işlevi vardır:
Esma-i hüsna, insana “Sen Tanrı değilsin!” uyarısıdır. Zira insan Tanrı rolünü oynamaya kalkıştığında, sadece Tanrı olamamakla kalmamakta, insanlıktan da çıkmaktadır. İnsanlıktan çıkan bir sahte tanrı, haddini bilmezliğin gayyasına yuvarlanmış demektir. Böyle biri, en çok kendi türü için tehdit oluşturur. İşte esma-i hüsna, insanı kendi türü için tehdit olmaktan koruyan muhteşem bir zırhtır.
İnsan, kendisi için yazılan ilahi senaryodaki rolünü ancak insan kalarak başarıyla oynayabilir. Bu da esma-i hüsna ile inşa olmuş bir akıl ister. Ancak böyle bir akıl insanlıktan “tek bir ümmet” olarak söz eden vahyi içselleştirebilir. Ancak böyle bir akıl, insanı, “ortak kötü”yü ifade eden münker’e karşı, Kur’an’ın maruf adını verdiği “insanlığın ortak değerleri” etrafında birleştirecektir.
İnsan ve kâinat Allah’ın projesidir. İnsan Allah’ın kendisi için biçtiği rolü bihakkın oynarsa, Allah insanın kâinata açılmasına izin verecektir. Kâinat projesinde insanı istihdam edecektir. Böylece insan, kâinattaki diğer iradeli varlıklarla bilişme ve buluşmanın yollarını arayacaktır. Bu sayede cihanşümul islamdan/barıştan, âlemşümul islama/barışa giden yol açılacaktır.
Yok, eğer insan Allah’ın kendisi için biçtiği rolün hakkını vermezse, Allah ona kâinatın kapılarını açmayacaktır. İnsanın önü tıkanmış olacak ve insan, elleriyle ifsat ettiği şu yerkürede sıkışıp kalacaktır. Belki insanın yerine kâinattaki başka iradeli varlıkların önünü açacak, belki vahyinde vaat ettiği gibi insandan daha iyisini yaratarak insana mecbur olmadığını gösterecektir. Böylece Allah kâinat projesinde insanın yerine başka iradeli varlıkları görevlendirecek, insan ise halefi olduğu kendisinden önceki iradeli varlık gibi, gözden çıkarılmış olacaktır.
Esma: İlahi eylemle insani eylemin buluşma noktası
İnsanın ezeli mazi ve ebedi istikbaliyle bütün âlemlerdeki yolculuğu, Allah’tan… Allah’a doğru… Allah ile birlikte… bir yolculuktur. “Biz Allah’a aidiz ve yine O’na döneceğiz” ayeti insanın bitimsiz yolculuğunun “Allah’tan” ve “Allah’a doğru” kısmını ifade ederken, “Biz kulumuza şahdamarından daha yakınız” ayeti, bu yolculuğun “Allah ile birlikte” olan kısmını ifade eder.
Kâinattaki akış, ilahi davranışın ta kendisidir. Varlık her an yeniden yaratılmakta, Allah’ın Hallâk ismi bütün bir kâinatta her an tecelli etmektedir. İnsan gibi iradeli varlıkların tercihi, bir sonraki ilahi yaratış ile bir önceki yaratış arasındaki farklılığı belirlemektedir. İnsanın eylemi, bu sayede Allah’ın eylemiyle buluşmaktadır. Esma-i hüsna, biri mukayyet diğeri mutlak, biri sınırlı diğeri sınırsız, biri eşli ve benzerli diğeri eşsiz ve benzersiz olan bu iki eylemin buluşma limitlerini, alanlarını ve imkânlarını gösteren ilahi bir çizelgedir.
Vicdan, insandaki beytullah’tır. Yani, “Allah’ın evi”dir. İnsan, beşerlikten insanlığa adım attığı günden beri, vicdanında Allah’ı hep yaşatmıştır. Bu yüzden mutlak ateizm imkânsızdır. Zira vicdan boş kalmaz, olsa olsa vicdanın üzeri ‘küfür’ perdesiyle örtülür ve sesi kesilir, o kadar. Kur’an’ın ifadesiyle, insanlık tarihinde peygamber gönderilmemiş toplum yoktur (10:47; 35:24; 4:165). Bunların kimisinin kıssası anlatılmış, kimisinin ise anlatılmamıştır (40:78). Tüm peygamberler, insanlığı Allah’a çağırmakla, insanlığı kendi vicdanına çağırmıştır. Fakat zaman içinde peygamberlerin talim ettiği Allah tasavvuru bozulmuş, yerini kültür ve çevrenin şekillendirdiği bozuk tasavvurlar almıştır. Yine de vahiylerle tebliğ edilen Yaratıcı tasavvuru, en bozuk kültürler içinde bile yaşaya gelmiştir.
Sümer ve Asur gibi Mezopotamya uygarlıklarında Anu, başta Arap ve İbrani olmak üzere tüm Sami kavimlerde El, Eski Mısır’da Ra ve Amon, Kadim Yunan’da Zeus, Hindu dininde Krişna, Eski Çinde Lao-Tien-Yeh, Antik Avrupa’da Ziu, Eski İskandinavya’da Aesir, Roma’da Apollon, Eski Türklerde Tengri ve Çalap, Eski İran’da Ahura-Mazda, Mani dininde Zervan adı verilen ve tüm bu kültürlerde “tanrılar tanrısı” veya “baş tanrı” olarak adlandırılan varlık, esasen kâinatın yaratıcısı olan Allah’ı ifade eder.
Bilginin en yücesi En Yüce Olan’ın bilgisidir
Bilginin değeri, bilinenin değerine bağlıdır. Bilginin en yücesi, En Yüce hakkındaki bilgidir. O, Allah'tır. Bir mümin için Allah'ı bilmek, tanımak ve anlamak, "olsa da olur" kabilinden bir bilgi değil, "olmazsa olmaz" kabilinden bir bilgidir. Kişi bilmediği, tanımadığı, anlamadığı bir Allah'a ne kadar ibadet edebilir? Kişi bilmediği, tanımadığı, anlamadığı bir Allah'a nasıl dua edebilir? Kişi bilmediği, tanımadığı ve anlamadığı bir Allah'a nasıl ve ne derece kulluk edebilir?
İnsanın Allah hakkındaki merakı, özünde insanın "kendini bilme" arzusundan neşet eder. Zaten yeryüzünün en eski hikmetlerinden biri, bu gerçeği ifade eder: "Kendini bilen, Rabbini bilir". İnsan bilmeden tanıyamaz, tanımadan anlayamaz. Ma'rifetullah, yalnızca Allah'ı bilmek ve tanımak değil, aynı zamanda anlamaktır. İşbu nedenle esma-i hüsna, Allah'ı anlamak için, yine Allah tarafından, vahiy yoluyla insan idrakine sunulmuş bir imkândır. Fettâh olan Allah, aşkın ve mutlak zatını, insan idrakine esması yoluyla açmıştır.
Allah diyenin aklına ne gelir? Allah'ın mutlak ve aşkın varlığı ile suyun mukayyet ve içkin varlığı kıyaslanamayacağına göre, Allah diyenin aklına ne gelmesi gerekir?
İşte aklımıza Allah deyince neyin gelmesi gerektiğini, esma-i hüsna belirler. Allah için kullanılan ve her biri Allah lafzına sıfat olan isimler, aynı zamanda bir vasfa/niteliğe delalet ederler. Bu vasıf bizim tanıdığımız ve bildiğimiz bir vasıftır. Mesela el-Vedûd seven ve sevilen demektir. İsmin başındaki belirlilik takısı, bu sevginin sahibinin her açıdan "mükemmel", "eşsiz", "aşkın" ve "kusursuz" olduğunu ve O'nun sevgisinin sevgi türünün zirvesi olduğunu gösterir. Sevgiyi biliriz ve sevginin bildiğimiz niteliğinden yola çıkarak Allah'ın el-Vedûd ismini anlamaya çalışırız. Bu anlama O'nun hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir aklın ermediği, hiçbir sevginin kendisiyle boy ölçüşemediği mutlak ve aşkın sevgisinden yola çıkarak gerçekleşmez. Ancak biz insanların içkin ve sınırlı sevgimizden yola çıkarak gerçekleşebilir. Zaten insanın bilip tanıdığı sevgiyi var eden de O'dur. Verilmiş sınırlı sevgiden yola çıkarak Verenin mutlak sevgisini anlamaya çalışırız. Çünkü insan ancak duyular yoluyla idrak ettiği konularda bilgi edinebilir. Duyular ötesi ve aşkın olan Allah, zatını duyular âleminin kavramlarıyla tanıtmıştır.
“Esma-i Hüsna” ne demektir?
Orijinal yazılışıyla el-esmâu'l-husnâ'daki el-esmâ, çift kutuplu kök anlamıyla, hem Allah'ın hiçbir tasavvurun kuşatamadığı, hiçbir idrakin erişemediği, hiçbir aklın kavrayamadığı aşkın ve yüce zatına, hem de O'nun ancak isimleri ve sıfatları aracılığıyla tasavvur edilebilir, bilinebilir, akledilebilir oluşuna delalet eder.
El-esmâ'daki belirlilik, hem nitelik mükemmelliğini, hem de nicelik mükemmelliğini ifade eder. En güzel nitelikler ve tüm mükemmellikler hem "mutlak" ve "aşkın" olarak, hem de "tüm türleriyle" ve "noksansız" olarak O'na mahsustur. Esması, O'nun aşkın zatını tanımak ve anlamak için birer vesiledir. İçindekilerle birlikte bütün bir kâinat, O'nun esmasını gösteren bir şehadet parmağı hükmündedir. Mahlûkat, sahip olmak için değil şahit olmak için yaratılmıştır.
Terkipte yer alan el-husnâ, "en güzel" anlamına ism-i tafdil olabileceği gibi “güzel” anlamına sıfat da olabilir. Birincisi daha isabetlidir. Çoğul bir ismi nitelediği için, ahsen yerine husnâ kalıbında gelmiştir. İsm-i tafdil kalıbı, kelimenin taşıdığı anlamların zirvesini, bir başka ifadeyle ‘en’lerini ifade eder. Kelimenin başındaki belirlilik takısıyla birlikte bu ‘en’, anlamın tüm türevlerini içinde barındıran kapsamlı ve mutlak bir güzelliğe delalet eder.
Buradaki husnâ, estetik anlamda “güzel” olmaktan çok daha öte, mutlak anlamda bir güzelliğin ifadesidir. Husnâ'yı "güzel" kelimesiyle karşılamak, naçar harcı bir durumdur. Çünkü "güzel" de dâhil, Türkçe'de, el-husnâ'yı tam olarak karşılayacak bir kelime bulunmamaktadır.
Allah'ın bütün isimlerini niteleyen el-husnâ, güzelliğin sebebinin bu isimler değil, bu isimlerin müsemması olduğunu îmâ eder. Yani O, bu isimlerle zatını nitelediği için güzel olmamış, güzelliğin mutlak ve aşkın kaynağı olduğu için bu isimlerle zatını nitelemiştir. Ve elbet bu isimlerle bilinçli varlıkların idrak dünyasına tenezzül etmiştir. Bundan dolayı, O'nun zatı için seçip beğendiği isimlerin her biri, taşıdığı anlamın en güzel, en iyi, en doğru, en hakiki, en yüce, en kalıcı, en yararlısını ifade eder. Bunun tek kelimeyle karşılığı "mükemmellik"tir. El-esmâu'l-husnâ, "tüm mükemmellikler Allah'a mahsustur" vurgusunu taşır.
Kur’an’da terkibin kullanıldığı yerler
Kur'an'da dört yerde el-esmâu'l-husnâ terkibi kullanılır. Bunların her birine, Kur'an'ın iniş sırasına göre ve indiği bağlamı da göz önünde bulundurarak bir göz atalım:
وَاِنْ تَجْهَرْ بِالْقَوْلِ فَاِنَّهُ يَعْلَمُ السِّرَّ وَاَخْفٰى ﴿٧﴾ اَللّٰهُ لَاۤ اِلٰهَ اِلَّا هُوَ لَهُ الْاَسْمَاۤءُ الْحُسْنٰى
"Düşünceni ister yüksek sesle dile getir (ister getirme); unutma ki O, gizli (düşünceleri) bildiği gibi, ondan daha gizli (duyguları) da bilir. Allah… O, kendisinden başka ilah bulunmayandır; en güzel nitelikler, tüm mükemmellikler O’na mahsustur." (20:7-8)
El-esmâu'l-husnâ terkibinin kullanıldığı bu bağlam, doğrudan tevhid akidesiyle ilgili bir bağlamdır ve Allah tasavvurumuzu inşa eden bir işleve sahiptir. Amacı, muhatabında sahih bir Allah tasavvuru inşa etmektir: İnsanın en gizli kalmış sırlarını ve zaaflarını bilen bir Allah tasavvuru bu. Gönüllere hükmeden ve kalpleri evirip çeviren bir Allah tasavvuru… Kendisinden hiçbir şeyin gizli kalmadığı bir Allah tasavvuru… Elbette, insanın tüm ihtiyaçlarını bilen ve onları gereği gibi giderecek kudrete sahip olan bir Allah tasavvuru…
Mekke putperestlerinin, hayata her daim müdahil bir Allah tasavvuru telkin eden er-Rahmân ismine itirazlarını reddeden ayet, isimlerin birden fazla oluşunun isim sahibinin birden fazla oluşu anlamına gelmediğini teyit eder. "Allah" diye yalvaran da, "Rahman" diye yalvaran da O'na yalvarmıştır. O'nun Esma-i hüsna'sı her ne kadar çoksa da, bütün bu isimlerin müsemması tektir. Bu bir zorunluluktur. Çünkü Esma-i hüsna, taşıdığı anlamın mutlak, aşkın ve mükemmel olanını temsil eder. Tüm mükemmellik vasıfları ise O'na mahsustur. "İster Allah diye yalvarın, ister Rahman diye" ifadesi, aslında "ister has ismine yönelin ister sıfatına yönelin, fark etmez" anlamına da alınabilir. Allah O'nun has ismidir, Rahman ise sıfatı.
وَلِلّٰهِ الْاَسْمَاۤءُ الْحُسْنٰى فَادْعُوهُ بِهَا
"En güzel nitelikler, tüm mükemmellikler Allah’a mahsustur: Artık O’nu, onlarla çağırın. (A’râf, 7:180).
Hiçbir mükemmellik atfının O'ndan başkasına yapılmamasıyla başlayan ayet, O'nun esmasının hem hakiki, hem zihni, hem de lafzî anlamda sadece O'na layık olduğunu vurgular.
هُوَ اللّٰهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْاَسْمَاۤءُ الْحُسْنٰى يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
"O Allah mutlak yaratıcıdır, en üstün sanatla yaratandır, en güzel suret verendir: En güzel nitelikler, tüm mükemmellikler O'na mahsustur." (Haşr, 59:24).
Vahiy Allah'ın insana olan şefkat ve merhametinin ifadesidir. O'nun esması da vahyin bir parçasıdır. Şu halde O'nun kendi zatını kullarına vahiyle tanıtması, onlara olan şefkat ve merhametinin bir eseridir. İlahi vahyin esma-i hüsnayı içermesi, lütuf içinde lütuf, ikram içinde ikramdır. O önce insanı yeryüzüne inzal etmiş, sonra insana akleden kalbi inzal etmiş, sonra akleden kalbe vahyi inzal etmiş, vahiy içerisinde de zatı hakkında bilgi inzal etmiştir. Zatı hakkında inzal ettiği bilgiyi taşıyan isimlere Esma-i hüsna adını vermiştir.
Esmâ-i hüsnanın değeri
Şafii der ki: “Bu ümmetin ürettiği bilginin tümü sünnetin şerhidir, sünnetin tümü Kur’an’ın şerhidir, Kur’an’ın tümü Allah’ın güzel isimlerinin ve yüce sıfatlarının şerhidir.” (Zerkeşî, el-Burhân, I, 24).
İzz b. Abdüsselam es-Sülemi (577-660) der ki: “Allah’ı ve sıfatlarını bilmek, insan eylemlerinin en değerlisidir. Çünkü bu sıfatların ait olduğu varlık, varlığın en şereflisidir. Bunların semeresi, ürünlerin en kıymetlisidir. İtaate dair Allah’a dönük olan ne varsa, hepsi de böyledir. O’nun çağrısına icabet, icabetlerin en faziletlisidir. O’na itaat, itaatlerin en hayırlısıdır. O’na ibadet, ibadetlerin en büyüğüdür. O’na muhalefet, muhalefetlerin en kötüsüdür. O’nu murakabe etmek, murakabelerin en güzelidir. O’nu sevmek, sevgilerin mükemmelidir. O’na saygı duymak, saygıların en yücesidir. O’na yönelmek, yönelmelerin en hayırlısıdır. O’nu yâd etmek, zikirlerin en şereflisidir. O’na şükretmek, şükürlerin en soylusudur. O’nun hükmüne sabretmek, tüm sabırların en erdemlisidir. O’nun sıfatlarını tefekkür etmek, tefekkürlerin en değerlisidir. O’nu arzulamak, arzuların en güzelidir. O’na yalvarmak, yalvarmaların en önceliklisidir. O’nun için gözyaşı dökmek, dökülen gözyaşlarının en değerlisidir. O’ndan hayâ etmek, hayâların en üstünüdür. O’nda yok olmak, yok olmanın en iyisidir. O’nun uğrunda cömertlik etmek, cömertliklerin en kıymetlisidir. O’na sığınmak, sığınmaların efdalidir. O’nun azameti karşısında boyun eğmek, boyun eğmelerin en soylusudur. O’nun yüceliği karşısında ürperti duymak, tüm ürpertilerin en kıymetlisidir. O’nun huzurunda eğilip bükülmek, tüm eğilip bükülmelerin en haysiyetlisidir. O’nun izzeti karşısında mahviyet içinde olmak, tüm mahviyetlerin en haşmetlisidir. O’nun sıfatlarıyla süslenmek, süslenmelerin en cazibelisidir. O’nun için zillete katlanmak, zilletlerin en asilidir. O’nun için iltifat etmek, iltifatların en yücesidir. O’nun sıfatlarını derin bir marifetle idrak etmek, tüm marifetlerin en ulusudur. O’na adanmak, adanmaların en saygıdeğer olanıdır. O’na dair olanı dinlemek, dinlemelerin en yararlısıdır. O’nun emrinden dolayı içi ferahlamak, iç ferahlığının en anlamlısıdır. O’na itaatten dolayı sevinç duymak, duyulan sevinçlerin en rafinesidir. O’na karşı takınılacak edep, edeplerin en incesidir. O’nun taraftarları, taraftarların en sağlamıdır. Safa ve mutlu son, böyle olanların başınadır.” (İzz b. Abdulsselam, Şeceretu’l-Me’ârif ve’l-Ahvâl, s.14).
Esma-i hüsna üç meşru vesilenin ilkidir
Allah’a yakın olmanın üç meşru vesilesi vardır: 1. Esma-i hüsna. 2. Dua. 3. Salih amel.
Esma-i hüsna, kulun Allah'a yaklaşma vesilesidir. Allah'a yakın olmak için vesile arayışına giren insana uzatılan ilahi bir el mesabesindedir. Görünür görünmez varlıkları Allah'a yaklaşmak için "vesile" kılmayı Kur'an gayr-ı meşru addetmiştir. Mekke putperestlerinin şirk bataklığına, böyle bir arayışın sonucunda saplandıklarına, onların dilinden naklettiği "Biz bu (varlıklara) sadece ve sadece bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz" (39:3) sözü şahitlik eder.
Kur'an vahyi, Esma-i hüsna yanında, kulun iman ve salih amelini de Allah'a yakın olmak için meşru vesile kabul etmiştir. Birincisinin yönü Allah'tan insana doğru, son ikisinin yönü ise insandan Allah'a doğrudur. Bu üç meşru vesile içerisinden Esma-i hüsna Allah'tan insana uzanan şefkat elini temsil eder. Kulun duaya durması, Allah'tan uzanan bu ele mukabelede bulunmasıdır. Duaya kalkan iki elden biri imanı, diğeri salih ameli temsil eder. Bunlar da kulun Allah'a ulaşmak için kendi elinde bulunan vesilelerdir. Kul iman ve salih amel vesilelerine yapışarak Allah'a ellerini açarsa, Allah kulun bu talebini karşılamada esmasını vesile kılacaktır. Esması sayesinde, iman ve salih ameli vesile kılarak, kendisine açılan elleri boş çevirmeyecektir.
Allah'ın esması dururken O'na yaklaşmak için başka vesileler aramamak, esma-i hüsnayı O’na tahsis etmek gerekir. İlahi birer sebeb olan esma-i hüsna, mecazen gökten yere sarkıtılan ilahi bir merdivendir. Kul bu merdivene iman ve salih amelden oluşan bir çift elle sımsıkı yapışıp tırmanmalıdır. Yukarıdan aşağı sarkıtılan inzal'i, buna tutunup yücelme ise mirac'ı temsil eder. Yukarıdan aşağı sarkıtılan sebeb ilahi sevgi, rahmet, şefkat ve yardımı, buna tutunup da tırmanma ise beşeri iman, ubudiyet, ibadet, gayret ve ameli temsil eder. Birincisi vehbi olan, ikincisi kesbi olandır.
Esmayı ‘ihsa etmek’, esma ile ahlaklanmaktır
"Elbet Allah'ın doksan dokuz ismi vardır; bunları ihsa eden herkes, kendisini cennete girdi (bilsin)." (Buhari, II, 981, h.n. 2585; Müslim, IVA, 2063, h.n. 2677).
Buhari ve Müslim başta olmak üzere bu rivayeti nakleden birçok hadis musannifinin rivayetinde, 99'luk isim listesi yer almamaktadır. Tirmizi ve İbn Mace rivayetleri isim listeli olarak gelir. Fakat piyasada dolaşan ve halkın dilinde nesilden nesle aktarılan, hattatlar tarafından yazılan bu listeler, bu sahanın otoritelerinin de ittifak ettiği gibi, asla güvenilmez ve muteber olmayan listelerdir.
Buhari ve Müslim rivayetinin tümü, yukarıya aldığımız kadardır.
Yukarıdaki esma hadisinin ardına neden bir isim listesi ilave edilmemiştir? Bunun en makul cevabı şudur: Her mümin vahyin içinde bir define arayıcısı gibi esmayı didik didik arasın ve bulmaya çalışsın. Bu arayış ona şu getirileri sağlayacaktır:
Hadisin anahtar kelimesi olan ahsâhâ, hasâ kökünden türetilmiş bir kelimedir. Bu kelime zengin bir anlam alanına sahiptir. Kelimenin bütün bu anlamlarından yola çıkarak ahsâhâ ifadesi “onları tesbit etme, üzerinde düşünme, bir tohum eker gibi hayatın kalbine ekme, onların birbiriyle, hayatla, insanla ve kainatla olan bağlantısını keşfetme, anlama, kavrama, yaşama, ahlak kılma, onlarla Allah'ı yüceltme, Allah'a yaklaşma vesilesi kılma ve Allah'ın sevgisini yitirmekten korkma" anlamlarına gelir.
Allah'ın esmasını ihsâ eden cennete girecektir. Esma-i hüsnayı ihsâ etmek için ilk adım, şüphesiz vahye başvurmaktır. Bundan sonraki adım ise, onları anlamaktır. Çünkü Allah'ı anlamanın yolu esmayı anlamaktan geçer. Esmayı anlamak aklın miracıdır.
Allah'ın isimleri konusunda doğrudan şaşmak
Kur'an Esma-i hüsna konusunda ilhad adını verdiği tavrı yasaklamıştır (7:180). "Allah'ın isimleri konusunda ilhad", bu konuda doğru yoldan sapmak, yanlış yolu tercih etmektir. Ayetteki yulhidûn ile, Allah'ın isimleri ve nitelikleri konusunda ciddiyet göstermeyen, laubali davranan, Allah hakkında zan ile konuşan ve bilmediğini söyleyenler (2:80) kastedilmiştir. Allah'ın isimleri konusunda doğru yoldan şaşmak hiç şüphesiz sadece isimlerin lafızlarıyla ilgili bir durum değildir. Belki de bu ayetin sakındırdığı asıl şey, Allah tasavvuru konusundaki sapmadır. Zaten isimler konusundaki sapma, tasavvurdaki sapmanın bir sonucudur. Tasavvurdaki sapma muhtevaya yönelik, isimlerdeki sapma ise biçime yöneliktir. Allah'ın isimleri konusunda doğru yoldan sapmanın farklı boyutlarını şu başlıklar altında toplayabiliriz:
Allah'ın isimleri konusunda doğru yoldan sapmamak için bu konuda doğru yolun ne olduğunu bilmek gerekir.
Peki, Allah'ın isimleri konusunda doğru yol nedir?
Bu sualin cevabını birkaç maddede sıralayalım:
Esma-i hüsna görünmez kapıların anahtarıdır
Esma Allah adıyla/adına okumanın anahtarıdır: Kur'an'a göre "Allah'ın adı", hayatın her alanında insanın önüne çıkan duvarlarda açılan kapıdır. Dahası, kapalı kapıları ardına kadar açan mükemmel ve muhteşem bir anahtardır.
Esma duanın anahtarıdır: Esma-i hüsna, mümin bir kulun Allah karşısındaki esas duruşlarından birini teşkil eden duanın anahtarıdır. Kul Allah'a nasıl hitap edeceğini, O'ndan nasıl isteyeceğini, O'na nasıl yalvarıp yakaracağını bilemez. İnsanın ortasına atıldığı hayat okyanusu, her zaman sakin ve uslu değildir. Bu okyanusta bazen fırtınalar kopar. İnsan ortasına atıldığı bu okyanusun dalgaları arasında sığınacak emin bir liman, tutunacak güvenli bir dal arar. İmdat dilemek zorunda kalır. Fakat Allah'tan nasıl imdat dileyeceğini bilemez. Uzun uzun cümleler kuracak imkân bulamayabilir. Derdini bir kelimeye dökmek ister, o kelimeyi bulmakta zorlanır. Allah'la olağanüstü hallerde doğru kelimeler üzerinden iletişim kurmak ister. Fakat bunu beceremez. İşte o zaman imdada esma yetişir.
Esma ilimlerin anahtarıdır: Allah'ın esmasının her biri bir ilme benzer. Kişi onun esmasından kaçına nüfuz ettiyse, o kadar ilimle Allah'ı biliyor demektir. O'nun yalnızca Rahman, Rahîm, Rab ve Kerim gibi isimlerine vakıf olana nisbetle, bunlara ilaveten Halık, Bedi, Fatır ve Musavvir gibi isimlerine vakıf olanın Allah hakkındaki bilgisi daha ileri düzeydedir. Bu, sadece şer'î ilimlere vakıf bir İslam âlimiyle, şer'î ilimlerin yanında tabii ilimlere de vakıf bir İslam âlimi arasındaki farka benzer. Birincisine nisbetle ikincisinin ayetleri anlaması, yorumlaması ve anlatmasının, daha derin ve daha kapsamlı olacağı muhakkaktır.
Sonuç
"Neden Esma-i hüsna?" sorusunu, şu dokuz maddede özetleyebiliriz: