Mustafa İSLÂMOĞLU
"التقوى إنما تكون على من عقلها"
“Takva ancak onu anlayıp akleden kimsede bulunur.”
İmam Şafii
Dergimizin önceki sayılarında işlenen “fıtrat” ve “ahlak” kavramlarıyla, “takva” arasında şöyle bir ayrım var: Fıtrat bizim tercihimiz değil, Yaratıcının bize bahşettiği idi. Dolayısıyla fıtrat üzerindeki tasarruf sadece Allah’a aitti. Kur’an’dan yola çıkarak bu sonuca varıyoruz.
Ahlaka gelince… Kısmen fıtrata, kısmen bize dönüktü. Ahlakın sabiteye dönük yüzü hilkat, hilkatin değişkene dönük yüzü ise ahlaktı. Zira ahlaki eylem şuurlu eylemdi. Özetle, insan iradesi ahlakın oluşmasına müdahildi.
Takva ise Kur’an’da tümüyle insana nisbet ediliyordu. Bu nedenle Kur’an’da hep fail formu (muttaki) kullanılır, mef’ul formu (mutteka: takva verilmiş olan) kullanılmaz. Fıtratın aksine, takvanın öznesi tamamıyla insandır.
Tariflerden tarif beğenememek
İslam medeniyetinin tüm bilgi birikimini temsil eden üç bilgi sistemi var: Beyan, burhan ve irfan bilgi sistemleri. Bir kavramın Müslümanların hayatında nasıl anlaşıldığını tesbit için, bu üç sistemde nasıl tarif edildiğine bakmak gerekir.
Beyan ehlinin takva tarifleri, takva kavramına eşanlamlı muamelesi yapan bir yaklaşımın eseridir:
Razi: “Takva, haşyet’tir” (İ’lem enne’t-takva hiye’l-haşye) der. Razi bu tarifi yaptığı yerde şu âyeti örnek verir: “Ey insanlar! Rabbinize karşı takvalı olun” (Nisa 4/1) Oysaki burada mü’minlere değil bütün insanlığa hitap edilmektedir. Âyette haşyet yalnızca Allah ismine (haşyetullah) izafe edildiği halde, takva Allah zat ismi ve Rab (takvallah, itteku rabbekum) sıfatının her ikisine birden isnat edilmektedir. Bu da gösterir ki bu ikisi aynı şey değildir. Dolayısıyla “takva” ile “haşyet” birbiriyle eşitlenip biri diğeriyle açıklanamaz.
Delil gösterilen şu âyet de mü’minlere değil kâfirlere hitap etmektedir: “Kardeşleri Nuh onlara dedi ki: Takvalı davranmayacak mısınız? (e-lâ tettekûn)” (Şuara 26/106). Âyette açıkça kâfirlere “takvalı davranmaları” emredilmektedir.
Kâfirden takvalı davranmasını istemek…
Kur’an’ın “takva” deyince birçok âyetle dikkat çektiği bu nokta, her ne hikmetse “Takva nedir?” sorusunu cevaplamaya çalışan ulemamızın gözünden kaçmış görünmektedir.
Benzer problemlere, beyan ehli daha başka âlimlerimizin takva tariflerinde de rastlanmaktadır. Beyan ehlinin takva tarifi için söylediklerimiz burhan ehlinin tarifleri için de geçerlidir. Buna örnek olarak Molla Sadreddin Şirazi’nin tarifini verebiliriz. O takva’yı üç mertebe olarak tasnif eder:
İrfan ehlinin takva tariflerinin ortaya serdiği problemler de beyan ehlinden aşağı kalır cinsten değildir:
Haris el-Muhasibi takva’yı doğrudan Allah’la bağlantılı olarak tarif eder: “Allah’ın hoşlanmadığı herhangi bir şeye yönelmekten kaçınmak ve sakınmaktır.” (er-Ri’aye li-Hukukillah, 18). Bu yaklaşım sorunludur. Zira huden lilmüttakin’e uymamaktadır. Eğer bu âyeti takven li’l-mühtedin diye okursak, ancak o zaman doğru olabilir.
Hakîm Tirmizi’nin tarifi şöyle: “Takva, şüphe, şirk, küfür, nifak ve riyadan sakınmaktır” (Beyanu’l-Fark Beyne’s-Sadr ve’l-Kalb ve’l-Fuad ve’l-Lubb, 54). Bu tarif de yukarıdaki kategoride değerlendirilir.
Kuşeyri’ye göre takva: “Kulun Allah’tan başka her şeyden sakınmasıdır” (er-Risale, 56). Süfyan Servi; “Dünya ve afetlerinden sakınmaktır” diye tarif eder takvayı. Ebu Yezid el-Bistami’nin takva tarifi ise şöyledir: “Şüpheli her şeyden sarf-ı nazar etmektir”. Şu tarif de aynı şahsiyete atfedilir: “Muttaki konuştuğunda Allah için konuşan, sustuğunda Allah için susan, andığında Allah için anan kimsedir”. Fudayl b. Iyaz takvaya daha farklı bir açılım getirir: “Bir kişiden düşmanı da can dostu kadar emin olmadıkça muttaki olamaz”.
Hicri 3. Yüzyılda yaşamış olan Horasan asıllı ârif Sehl Tüsteri takvayı şöyle tarif eder: “Müttaki gücünden ve kuvvetinden soyunan ve soyutlanan kimsedir”. Bazıları kişinin takvasını üç şey üzerine bina ettiler: “Elde edemediğine tevekkül eden, elde ettiğine razı olan, elden çıkana sabredendir. (Abdulkadir Geylani, el-Ğunye li-Talibi’l-Hakk, 127).
Görüldüğü gibi herkes takvayı kendi meşrebince, belki kendi şahsi tecrübelerinden yola çıkarak tarif etmektedir.
Bu tariflerin hepsinin de ortak noktası:
Bu tarifler klasik Müslüman aklının “takva”ya bakışını belirlemiş, bu yüzden “takva” “zühd”ün, “müttaki” de “zahid”in eşanlamlısı gibi görülmeye başlanmıştır.
Hiç şüphe yok ki bu bir anlam kaymasıdır.
Bu anlam kayması, takvayı zihinlerde yerinden ettiği için, kişinin takvası zahidliğinde aranmıştır. Sorun işte tam da bu noktada ortaya çıkmış, gerçek takvanın yokluğu bu yüzden fark edilememiştir. Bu da ciddi bir ahlaki erozyona yol açmıştır. Ortalık sofu fakat takvasız, zahid fakat sorumsuz tiplerden geçilmez olmuştur. Bir benzetme yapacak olursak, müştemilatı göz kamaştırıcı ve boya-badanası alımlı olan, fakat kolonları olmadığı için ciddi bir sarsıntıda içindekilere mezar olmayı bekleyen takviyesiz bir ev gibidir anlam kaymasına uğramış “müttaki”nin hali.
Bu anlam kaymasını yaşanmış şu örnek çok güzel anlatır:
Hacıağamız her yıl hacca gitmekte ve bunu da kendisinin “takvasına” hamletmektedir. Bir gün aklı başında bir hoca efendi ‘takvalı’ hacıağayı uyarır: “Hacı efendi, unutma ki Peygamberimiz ömründe bir kez hacca gitmişti!”
Hacıağa göbeğini sıvazlayarak şu mukabelede bulunur: “Hoca efendi! Kusura bakma ama; Peygamberimizin takvası da biraz düşükmüş!”
“Sorumluluk bilinci” olarak takva
Takva’nın türetildiği veka’yı, Arap dilinin ilk etimoloji lügati Mu’cemu Mekâyîsi’l-Luğa yazarı İbn Faris şöyle tarif eder: “Bir şeyin bir şeyden onun dışındaki başka bir şeyle def edilmesi”. Kelimenin iştikakta “güçlü” anlamındaki kavi ile, “güç” anlamındaki kuvvet ile, “azık” anlamındaki kût ile akrabalığı var.
Hububat ve tahıl da dâhil tohum olarak kullanılan her danede asıl tohum danenin kendisi değil, danenin (veya çekirdeğin) en fazla onda birine denk gelen “rüşeym” denilen mini mini bir bölümüdür. Danenin rüşeym dışındaki bölümü onun “takvası”, yani “takviyesi”dir. Rüşeym toprakla buluştuğunda, filizlenmek için azığa (kût) ihtiyaç duyar. Rüşeymin ilk azığı ve takviyesi danenin içine yaratıcı tarafından konulmuştur.
İtteka, lügatte asıl olarak “iki şey arasına engel koymak” manasına gelir. Hz. Ali Rasulullah’ın cesaret ve şecaatini tasvir babında savaşlarda bizzat şahit olduğu bir tanıklığı şöyle dile getirir:
كنا إذا احمر البأس اتقينا برسول الله فلم يكن أحد منا أقرب إلى العدو منه
“Savaş kızışınca Rasulullah ile korunurduk. İçimizden düşmana ondan daha yakın hiç kimse olmazdı.” (Nehcu'l-Belağa, 260. Söz’ün zeyli).
Hz. Ali’nin burada kullandığı mana tam da takva’nın lügat manasıdır.
El-Vikaye, “korunma ve sakınmada titizlik” anlamına gelir. Fakat tüm “korunma ve sakınma” manaları takvanın daha çok dış tezahürüne tekabül eder. Asıl takva, daha içeride, yani akleden kalpte olmalıdır. Dahası, “kişiyi takviye ederek koruyan” bir şey olmalıdır. Zira her “korunma ve sakınma” takva değildir. Kaçmak (firar) tehlikeden korunmanın (vikaye) bir yoludur, fakat “takva” tarifleri arasında “kaçma” bulunmamaktadır. Takva’nın temelinde “kaçarak korunmak” değil, “takviye besin alarak korunmak” baskındır.
Şu halde “takva” tanımlarında “korunma ve sakınma” takvanın tali manasıdır. Zira bu ikisi de takvanın sebebi değil sonucudur. Asli mana “korunma ve sakınma” sonucunu doğuracak bir şey olmalıdır. O ise “şuur/bilinç”tir. İmam Şafii’nin dediği gibi “takva ancak onu anlayıp akledende bulunur.” (er-Risale, paragraf no: 193).
Çekirdeğin/tohumun ucundaki minik rüşeym ağaç olmak için nasıl çekirdeğin geri kalanına depolanmış olan ‘azık’ (endosperm) ile takviye ediliyorsa, takva sahibi insan da “korunmak ve sakınmak” için özel bir bilinç tarafından beslenmelidir. İşte o özel bilince işin ehli olan Japon âlim Toshihiko İzutsu “sorumluluk bilinci” adını vermiştir.
Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan adlı semantiğe dair eserinde “Takva nedir?” sualinin peşine düşmüştür. Bu kelimenin Arapçanın bize kadar gelen ilk ve saf ürünleri olan cahiliye şiirinde kullanımlarını incelemiştir. Sonunda merkezini “sorumluluk” kelimesinin teşkil ettiği bir anlam yumağına ulaşmıştır. Bu manayı belki birbirinden haberli belki habersiz, eş veya art zamanlı olarak Alt Kıtalı âlim Fazlur Rahman ve mühtedi âlim Muhammed Esed de benimsemiştir. Bu tercih bizce de isabetlidir.
Takvanın “sorumluluk/mesuliyet” ile ilgili bir şey olması, takva’yı gerçek anlamına ve yerine oturtmaktadır. O zaman “sorumsuz davranan” mü’minle “sorumlu davranan” mü’mini ayırt edebilmek mümkün olacaktır.
Takvâ’nın en küçüğü varlığın en aşağı türüne karşı olan sorumluluk, takvâ’nın en büyüğü de varlığın zirvesi olan Allah’a karşı sorumluluktur.
Takven li’l-muhtedîn değil huden li’l-muttakîn
Bakara Sûresi’nin 2. âyeti ne diyor?
Bu sual, takva kavramına ilişkin zihnimizdeki anlam kaymalarını da ele veren bir sual.
Önce âyetin ne dediğine bakalım: “Kendisinde hiçbir şüpheye yer olmayan bu kitap muttakiler için hidayettir.” Âyet metnindeki huden li’l-muttakin ibaresi, yaygın anlayışta zannedildiği gibi HİDAYETİ TAKVANIN TEMELİNE değil, TAKVAYI HİDAYETİN TEMELİNE yerleştirmektedir. Eğer hidayeti takvanın temeline yerleştirseydi, o zaman metin şöyle olması gerekirdi: takven li’l-muhtedîn. Yukarıya örneklerini aldığımız beyan ve irfan ehlinin takva tariflerinin tamamı, hidayeti takvanın temeline yerleştiren tariflerdir. O zaman Şuara 106’daki gibi kâfirlere yönelik “Takvalı davranmayacak mısınız?” hitaplarındaki takva boşlukta kalmaktadır.
“Kişi muttaki ise hidayeti bulmuş demektir, hidayete ihtiyacı varsa muttaki değildir” şeklindeki anlama, âyetteki hakikatin gözden kaçırılmasının sonucudur. Şu bir gerçektir ki, insan bilincinin tekâmül kapasitesinin sınırsızlığını ifade eden “takva”, bitimsiz bir yolculuktur. Sorumluluk bilinci, birinin bitiş noktasını diğerinin başlangıcının oluşturduğu iç içe geçmiş tekâmül sürecidir; kâfiri imana, mümini ihsana, muhsini îkâna, mûkini irfâna ulaştırır.
Oysaki Bakara Sûresi’nin 2. âyetinde hidayetten önce var olan ve hidayete sebep olan takvadan söz edilmektedir. Hidayetten önceki takva “sorumluluk ahlakı”dır. Bu ahlakın itici gücü olan sorumluluk bilinci, kişiyi hidayetin kapısı önüne getirip bırakır. Mühtedilerin hayatına dikkatle bakınız, bu gerçeği mutlaka fark edersiniz.
Hidayetten önceki takvanın “sorumluluk ahlakı” olduğuna dair en güzel örnek, Allah Rasulü’nün şahsı hakkındaki şu iki âyettir:
İki âyeti birlikte ele aldığımızda ortaya çıkan sonuç şudur: Kitap nedir iman nedir bilmezken muhteşem bir ahlaka sahip olan kişi. Peki, kitap nedir iman nedir bilmeden sahip olunan muhteşem ahlak nedir? O Abdullah oğlu Muhammed’i işinde gücünde bir tüccar iken Hıra’ya sürükleyen “sorumluluk bilincinin” ta kendisidir. Bu bilinç öylesine yüksek düzeyde hissedilecektir ki, sonunda o “âlemlere rahmet Rasulullah Muhammed” -sallallahu aleyhi ile’l-ebed- olacaktır.
Rasulullah’ın insan tasavvurunun üzerinde yükseldiği temel
Rasulullah’ın insan tasavvurunu Kur’an inşa etti. Onun için bu tasavvur doğru bir tasavvurdu. Allah Rasulü, huden li’l-muttakîn’i hakkıyla anlıyordu. O takvayı sadece hidayetten sonraki bir süreç değil, hidayet öncesini de içine alan daha kapsamlı bir süreç olarak görüyordu.
Ne demek istediğimi anlamak için şu birkaç misal yeterlidir:
Fetih sırasında 60 yaşında Müslüman olup ondan sonra 60 yıl daha yaşayan Hz. Hatice’nin amcaoğlu ve Hz. Peygamber’in gençlik arkadaşı Hakîm b. Hizam ile Rasulullah arasında şöyle bir diyalog yaşanır:
أي رسول الله أرأيت أمورا كنت أتحنث بها في الجاهلية من صدقة وعتاقة أو صلة رحم أفيها أجر؟ فقال: أسلمت على ما أسلفت من خير
Hakîm b. Hizam: “Ey Allah’ın Rasulü! Cahiliyye devrinde Allah için ibadete kapanır, sadaka verir, köle azad eder ve akrabalık bağını gözetirdim. Ne dersin, bütün bunlar için bana bir ecir var mı?
Allah Rasulü dedi ki: “Sen geçmişte yaptığın bütün bu iyilikler sayesinde Müslüman oldun.” (Buhari, Zekât 1369; Müslim, İman 123; Müsned-i Ahmet, III, 434).
Hakîm b. Hizam’ın hidayetten önceki “sorumluluk bilinciyle” yaptığı davranışlar, onu hidayetin kapısına getiren sebebin ta kendisi olmuştur.
Hidayetten önceki takvanın sahibini hidayetin kapısına getirip bırakmasıyla ilgili bir örnek daha verelim. Ünlü Arap şairi Ferezdak’ın dedesi Sa’saa b. Naciye hem cahiliyye hem de İslam dönemini gören kişilerden biriydi. Bu zat cahiliyye döneminde diri diri gömülen kız çocuklarını ailelerinden satın alarak kurtarmasıyla ünlüydü. Bu yolla kendi beyanına göre 360 kız çocuğu kurtarmıştı. Belki de künyesinde yer alan ve “kurtarıcı” manasına gelen Naciye adı, ona bu yüzden verilmişti.
Cahiliyye döneminin vicdanı denilmeyi hak eden bu yiğit adam Allah Rasulü ile arasında geçen benzer bir diyalogu şöyle nakleder:
“Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü! Ben cahiliyye devrinde bazı işler işledim. Onlarda bir ecir ve sevap var mıdır? Diri diri gömülecek olan üç yüz altmış kız çocuğunun hayatını kurtardım. Her birini iki tane on aylık gebe deve ile satın alırdım. Bunlarda bana bir ecir var mıdır? Hz. Peygamber buyurdu ki: (لك أجره إذ من الله عليك بالإسلام) "Sana onun ecri elbet var: İşte bu yüzden Allah seni İslâm ile şereflendirdi." (Taberani, M. Kebir, 7412; Fethu’l-Bârî, 5630).
Allah Rasulü “İnsanlar madenler gibidir; cahiliyyede hayırlı olan İslam’da da hayırlı olur” derken esasen hidayetinden önceki davranışlarında sorumlu davrananları kastediyordu. Esasen “Allah’ım! İslam’ı Ömer b. Hattab veya Amr b. Hişam ile aziz kıl!” derken de aynı bakış açısıyla hareket ediyordu.
Allah Rasulü aleyhisselam “Suheby Allah’ı tanımasaydı yine de günah işlemezdi” derken de aynı okumanın izlerini görüyoruz.
Sözün özü: Takva ilahi fıtratın bilinçteki tezahürüdür.
Yani: Kişi kendisine emanet edilen fıtratı ne kadar iyi korursa takvaya da o kadar yakın olur. Bu yüzden takva adında somutlaşan sorumluluk bilinci, emanet ve borçluluk bilincini içerir. Kişide emanet üzerine titreme hissi bir seviyeyi aşınca, bu, emanetin sahibine borçluluk duygusunu tetikler. Bu da doğrudan alacaklının kimliğini meraka yöneltir. Nihayet merak arayışa arayış da bir seviyeyi aşınca hidayete götürür. Bakara Sûresi’nin 2. âyetindeki “muttakiler için hidayettir”in anlamı budur.
“Bana ne” diyen kimse müttaki olamaz, müttaki olan “bana ne” diyemez.
Kur’an’da takva yolculuğu
Dünyanın ruhu ahiret, hayatın ruhu insan, eylemin ruhu akıl, aklın ruhu kalptir. Takva kalple ilgilidir. Yani sadece davranışlarımızın değil, fikirlerimizin de merkezinde yer alır. Allah Rasulü’nün “Takva buradadır” diyerek göğsü işaret etmesinin sebebi de budur. Kur’an’da takva kalbe izafe edilerek takve’l-kulub (kalplerin takvası) terkibi kullanılır. Bu da takvanın yerinin duygu dünyamız olduğunu gösterir.
Hz. Peygamber, muhtemelen takvanın kaynağını tesbit ederken şu âyetten yola çıkıyordu:
“Hani şu Allah Rasulü’nün yanında seslerini kısanlar var ya; işte onlar Allah’ın kalplerini takva ile sınadığı kimselerdir: Onlar için sınırsız bir bağış ve büyük bir ödül vardır.” (Hucurât 49/3).
Akleden kalbin takva ile sınanması için duygu ve düşüncenin “eyleme dönüşmesi” lazımdır. Eylemin değerini Allah eylemin kendisine bakarak belirlemez. O eylemi üreten bilince bakarak belirler. O bilincin temelinde yatan sorumluluk duygusuna bakarak belirler.
İşte bunun içindir ki kesilen kurbanların “ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır. Allah’a ulaşan O’na karşı olan takvanızdır” (Hac 22/27).
Allah kendisine ulaşan takvayı ne yapar? Ne yapacak! Elbette sahibi için onu şahit kılar ve bereketlendirir. Zira şah damarından yakın olana ulaşan, şah damarına haydi haydi ulaşmış demektir. Bu takvanın sonucunun yine yapana dönmesidir. Sorumluluk bilinciyle yapılan her davranış, sahibinin sorumluluğunu ve bilincini artırır. Böylelerinin yaptığı mescid, “takva temelleri üzere yapılmış bir mescid” olur (Tevbe 9/108).
Takva daha yaratılıştan insanın içine ekilmiş cennet tohumu gibidir. Kur’an takva’nın zıddı olarak fucur’u kullanır. Bu bağlamda takva “sorumlu davranış”, fucur ise “sorumsuz davranış” anlamına gelir. İnsan içine yaratılıştan ekilmiş bu iki tohumdan hangisine bakar, hangisini sularsa, o büyür. İçindeki “takva tohumunu” sulayan insan, cennetini sulamış, cennetini büyütmüş olur. İçindeki “fücur tohumunu” sulayan insan, cehennemini sulamış, onu büyütmüş olur. Yani nihai tahlilde kendi elleriyle seçtiği akıbet kendisini bulur:
وَنَفْسٍ وَمَا سَوّٰيهَا فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَا
“İnsan benliği ve onun yaratılış amacına uygun biçimlenişi şahit olsun! Ve nihayet insan benliğine iyiyi ve kötüyü tanıyıp sorumsuz ve sorumlu davranma yeteneğini yerleştiren şahit olsun…” (Şems 91/7-8).
Eğer insan sorumluluğu tercih ederse, Allah da ona tercihini kolaylaştırır. Yani bir tür takva’yı tercih etmek Allah’ı tercih etmektir. Allah da kendisini tercih edeni tercih eder:
وَمَنْ يَتَّقِ اللّٰهَ يَجْعَلْ لَهُ مَخْرَجًا
“Kim Allah bilinciyle hareket ederse O onun için bir kapı açar.” (Talak 65/2).
Takva sorumluluk şuurunun en yüksek halidir. Takva dikkatin sürekli Allah üzerinde yoğunlaşmasıdır. Bu yüzden muttaki en uyanık ve en bilinçli kimsedir. “Şuursuz muttaki” demek, “yumurtasız omlet” demek gibi bir şeydir. Eğer bir insanda takva varsa, onu dışarıdan gelen her hangi bir saptırıcı unsur (şeytan ve şeytansılar) veya içeriden gelen her hangi bir saptırıcı unsur (nefis ve içgüdüler) saptıramaz.
Takva paylaşılan bir şey midir?
Evet, Kur’an’a göre takva paylaşılan bir şeydir. Paylaşılan her hayır gibi, takva da paylaşıldıkça çoğalır. “İnsanın insanla en değerli paylaşımı hangisidir?” diye sorulsa, tereddütsüz cevabım “takva” olurdu:
وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوٰى وَلَا تَعَاوَنُوا عَلَى الْاِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاتَّقُوا اللّٰهَ اِنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعِقَابِ
“İyilik ve takvada yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın: Allah’a karşı sorumluluğunuzu unutmayın! İyi bilin ki Allah azabı şiddetli olandır.” (Maide 5/2).
“Takvada yardımlaşmak ve dayanışmak” demek, “insanın insana takva olması” demektir. Birbirine takva olan iki mü’min, birbirinin velisi olma sorumluluğunu en iyi yerine getiren iki mü’mindir.
Takva vicdanın salih amelidir. Tıpkı merhamet gibi, şefkat gibi, adalet gibi… Vicdanın ameli, organların amelinden daha derindir. İbadetler kendi başına bir amaç değil, takvaya ermek için araçtırlar. İşte örneği:
يَاۤ اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنوُا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
“Siz ey iman edenler! Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı: Umulur ki takvaya erersiniz.” (Bakara 2/183).
Kişiyi takvaya, yani “sorumluluk bilincine” erdirmeyen bir ibadet, amacına ulaşmamış demektir. Amacına ulaşmayan her ibadet, mazrufu/mektubu olmayan zarfa benzer.
Takva sevginin zirvesidir. Zira takva, kişinin sevdiğine karşı kendisini sorumlu hissetmesidir. Seviyorum deyip de sevgisine ve sevdiğine karşı sorumluluk hissetmeyenler, gerçekte sevmiş sayılmazlar. Hatta sevgilerine ihanet etmiş sayılırlar.
Sözün özü şudur:
Takva, şuurun en yüksek halidir.
Takva, vicdanın salih amelidir.