Söyleşi: Şaban Ali DÜZGÜN
Söyleşen: Hatice İ. ERDEM
Bu sayımızda, kurban ibadetinin insanlık tarihi, ahlaki zemin ve modern toplumlarla olan ilişkisi üzerine derinlemesine bir bakış sunuyoruz. Şaban Ali Düzgün ile gerçekleştirdiğimiz bu kapsamlı söyleşide, kurban ibadetinin etik ve ahlaki boyutlarını, kurbanın semavi dinlerdeki yerini, antropolojik kökenlerini ve günümüzdeki sosyo-ekonomik etkilerini ele aldık.
Kurban ibadetinin amacı, önemi, sosyal ve toplumsal etkileri nelerdir? İslam dinindeki "illet", "maslahat" ve "hikmet" kavramlarıyla olan ilişkisini nasıl açıklarsınız?
Adem’in iki oğlunun Allah’a kurban takdim hikâyesi aslında, kurbanın tarihinin insanlığın tarihiyle birlikte yol aldığını gösteriyor. Kayıt altındaki insanlık tarih dikkate alındığında kurban merasimlerinin Fenikeliler, Kartacalılar, Aztekler ve bunların etkilediği Yunan ve Roma gibi toplumlarda farklı gerekçelere dayalı olarak bir ritüel ve kült olarak icra edildiğini görürüz. Bu toplumlarda, yöneticilerinin, asilzadelerin çocuklarının kıtlık durumunda veya savaşların hemen öncesinde Satürn’e kurban edildiği aktarılmaktadır. Mezopotamya havzasında da benzer gerekçelerin hâkim olduğunu gözlemliyoruz. Kanlı ve kansız kurban seremonilerine ilişkin bu toplumların uygulamalarına ilişkin bol miktarda anlatı var.
Bir de kitle halinde insanları kurban etme geleneği var. Bu, Aztek kültüründe mevcut. Azteklerin toplam nüfusunun 2 milyon olduğu dönemlerde, yıllık olarak kurban olarak verilen insan sayısı yedi binden elli bine kadar değişiklik göstermiştir. İnsanların kalpleri gövdelerinden canlı canlı sökülüp alınarak kurban ritüeli icra edilmiştir. Güneş merkezli bir medeniyet olarak bilinen Aztek’lerin bu kitlesel kurban seremonilerinin sadece din motifli bir ritüel mi yoksa nüfusu dengede tutma politikasının da bir parçası mı olduğu veya başka antropolojik ve sosyolojik bir açıklamasının mı bulunduğu konusunda bugün kafa yoran epey literatür mevcut.
Semavi dinlerin henüz uğramadığı toplumlarda, insanlığın tarihinde kurbanın nasıl bir yer tuttuğu sorusu şu bakımdan önemli. Biliyoruz ki semavi dinler belli bir coğrafyadan, belli bir kültürün içinden doğdu ve aralarından biri peygamber olarak seçildi ve onlara rehberlik yaptı. Gelen peygamber kendinden önce var olan herhangi bir uygulamayı veya kurumu, insani standartların dışında bir uygulama ise imha etmiştir. Bir uygulamanın devamı gerekiyorsa, yozlaşan taraflarını ıslah etmiştir. Ya da hiçbir değişikliğe gitmeden uygulamayı olduğu gibi korumuştur (ibkâ). Öyle görünüyor ki kurban konusunda bu üç kategoriden ıslah tercih edilmiştir.
İnsanlığın erken dönemlerinde tabiat olaylarının doğasını tam olarak çözememiş insanın, korku ve umut arasında salınarak kendisini, çoluğunu çocuğunu kurban etmesini bir erken aşama refleksi olarak değerlendirmek gerekir. Hz. İbrahim'den önce çocuk kurban etme geleneği var; İbrahim böyle bir geleneğin bir parçası olarak bazı arzularının karşılık bulması durumunda çocuğunu kurban edeceği gibi bir vaatte bulundu. İbrahim’in de bu kültürün bir parçası olarak böyle bir teşebbüsü var. Ama biz bu hikâyeden şunu öğrenmiş olduk: Allah, kendinden öncekilerin yaptığı gibi, İbrahim’in oğlunu kurban etmesine izin vermeyerek, bir ritüeli ibadete dönüşmesini sağlamıştır. İbrahim’in oğlunu kurban vermesi engellenerek ibadetin ahlakın, aklın ve vicdanın sınırları içinde kalması gerektiği mesajı verilmiş ve insanlığın yeni bir bilinç ufkuyla buluşturulmuştur.
İbrahim’in oğlunu kurban etmesine izin verilseydi ahlakın, hukukun, vicdanın ve aklın ötesinde şekillenen bir din tarihiyle karşılaşma olasılığı çok yüksekti. Oysa İbrahim üzerinden bize verilen mesaj; aklın irrasyonel, ahlakın kötü, adaletin suç saydığı ne varsa meselenin dinen de öyle olması gerektiğidir.
Önemine binaen tekrar etmek isterim: İbrahim’in çocuğunu kurban etme teşebbüsü üzerinden bize şu öğretildi; ahlaken kötü, aklen irrasyonel olan ve hukuken suç sayılan insan boğazlama eylemine dinen de izin verilmeyerek, dinin sınırları aklın, hukukun ve ahlakın sınırları içerisinde tutuldu. O zaman şu yargımızı hemen dile getirmek durumundayız; semavi dinlerden önce kurbanın bir korku ya da umut kaynaklı bir eylem olma özelliği semavi dinlerle birlikte değişmiş ve ibadet ahlaki bir karakter kazanmıştır. Tekrar vurgulamak isterim: Kurban eylemi semavi dinlerle birlikte korku ya da umudun esir aldığı insanın zorunlu olarak yapmak durumunda hissettiği bir ritüel olmanın ötesine taşınmış ve özgürce seçip yaptığı bir amele dönüşmüş böylece ahlaki bir karakter kazanmıştır. Kurban artık bir ameldir ve ahlaki bir karakteri vardır. Ahlaki eylemlerin bir makuliyeti vardır ve hikmetinden sual olunur. Bu amellerin yöneldiği bir hikmet/amaç vardır. Bu, ahlaki karakterli amellerin özelliğidir. Aynı değerlendirmeyi ibadetlerin bir kısmı için yapamayız. Örneğin, dört rekâtlı bir namazın beş değil de dört rekat olarak kılınmasında bir hikmet aranmaz. İbâdât-ı mersûme denilen ve nasıl yapılacağı Allah elçisinin gösterimine bağlı olan ibadetler bu kategoridedir. Ben, bana gösterildiği şekli ile namazı kılarım. Niye beş değil de dört rekât diye sormam. Ama ahlakilik taşıyan ibadetlerde, o ibadetin hikmetini sorar, maslahatını ararım. Dolayısıyla kurbanın İbrahim'le birlikte bu sınırlara çekilmiş olmasından hareket ederek biz kurban eylemine bir ahlakilik katacağız. Bunu, hacda kurban kesmenin ardındaki gerekçelere bakarak da keşfedebilirsiniz. Mesela, bir insan hac sırasında bir vecibeyi ihmal ediyor veya hak ihlalinde bulunursa, bu durumda kendisinden ‘özür beyanı’ niteliğinde bir kurban kesmesi talep edilmektedir. Başka bir ifadeyle, hayatın normal akışını bozduğu anda tekrar normal akışa katılabilmesi için kendisinden kurban kesmesi talep edilmektedir. Özellikle ihsâr kurbanı tam olarak buna örnektir. Esas olan, kurban kesmeyi gerektirmeyecek bir normallik içinde hayatı yaşamaktır. Bu uygulamada kurban kesme bir tür normalleşmenin, hukukun ve ahlakın sınırları içerisine yeniden dönmenin bir aracına dönüştürülmektedir. Yani ahlaki bir yaşamın, hukuki bir yaşamın, rasyonel bir yaşamın devam edebilmesi için kurban bir çıkış yolu olarak insana teklif edilmektedir.
Kurbanla ilgili önemli bir noktanın daha burada altını çizmemiz gerekir: Bir günah veya suçun getirdiği manevi ağırlığı insan üzerinden kaldırmanın bir yolu olarak kurbanın sunulması, kurbanı bir sembol eyleme ve temsile dönüştürür. Bundan kastım şu: Din, küçük bir eylemini katbekat ödüllendirerek hatta sınırsız karşılık vadederek (ecrun ğayru memnûn) insanı hayat ırmağına umutla katma gayretindedir. Bir kurban kesmenin kazayı-belayı önleyeceğine olan inanç, büyük bir nimete kavuşunca şükür vesilesi olarak kesilen kurban, küçük bir amelin kendinden çok büyük arzu ve hedeflere araç kılınmasının örneklerinden biri olarak önümüzde durmaktadır.
Az önce ifade ettiğiniz, “normal olan yani olması gereken, kurban kesmeyecek bir şekilde hayatı idam ettirmektir” ifadenizden yola çıkarak; normal yaşamda insanlık olarak “biz” neyi yerinden ediyoruz ki bir insana insan dışında izin verilen başka bir şeyin kurban edilmesi tavsiye ediliyor? Neticede bu çok sıra dışı bir olay. Sıra dışı bir olay neden insanın yaşamına bu şekilde dahil ediliyor?
Biz insanın kurban edilmesini geçtik, hayvan kurban etmeye geldik artık. İnsan kurban edilmenin yerine bir ikame kültürü oluştu ve hayvan kurban ediliyor. Neden bir insan bir hayvanı kurban eder? Diyelim ki çocuğu olmayan birisi bir şeyi vaat edecek ve bu vaat aslında bakın normal olmayan yani çocuğunun olmama durumundan kurtuluşun bir vesilesine dönüştürülüyor. Diyorum ya küçücük bir şeyden çok büyük sonuçlar üretme mekanizması çalıştırılıyor. Bu anlamda dinlerin umut dağıtma, umut verme mekanizmasına kurban da dahil edilmiş gibi duruyor. Kurban ibadetinin ahlaki zemine çekildiğini söylemiştim. Aslında burada söylemek istediğim şu; semavi dinlerde yer alan, Kur’an’da da Hac suresi 37.ayette ifadesini bulan, “Kestiğiniz hayvanların ne etleri ne de kanları Allah'a ulaşır; ona ulaşacak olan sizin takvanızdır” ifadesi, hayvan kesmenin bir amaç değil araç olarak görülmesinin ve takvaya hizmet ettiğinin bir göstergesidir. Takva ahlakî bir kavramdır. “Takva” kişinin hem kendini hem de ilişkili olduğu insanları koruyucu bir şemsiyenin altına alacak güvenli bir liman yaratma mekanizmasını işletmektir. Araç değerle amaç değer arasında ahlakta ve aksiyolojide bir fark vardır. Amaç, o araçla da gerçekleştirilebilir başka araçlarla da. Dolayısıyla kurban kesemeyen kişinin onun yerine başkasına fidye vermesi, kurbanın bir araç olarak görüldüğünü, takvanın ise esas amaç olduğunu göstermektedir.
Hz. Peygamberin hicretin ikinci yılından itibaren ömrü boyunca vefatına kadar her yıl kurban kestiği rivayet edilmektedir. Yine biliyoruz ki Hz. Peygamber'in ikinci bir kurban keserek ümmetimden yani o gün toplumda “Ümmetimden kurban kesmeyenler veya kesemeyenler için de bunu kesiyorum” diyerek ikinci bir kurban kestiği de aktarılmaktadır. Sahabîlerden durumu uygun olduğu halde kurban kesmeyenler var. Dolayısıyla burada bizim görmemiz gereken kurban ibadetinin ahlaki bir zemine taşındığı ve o ahlakın da takva olarak yüceltildiğidir. Sonuç olarak kurban ibadetinin etik temelli bir ibadet olduğu ve bu etik çerçevenin de Kur'an-ı Kerim'de takva olarak altının çizildiği meselesi burada önemli. Aynı zamanda İbrahim'in oğlu İsmail'i kurban etme teşebbüsünün engellenerek aklın, ahlakın ve adaletin sınırlarına çekilmiş olmasının da bu iddiamızı temellendirdiğini söyleyebiliriz.
Buradaki bazı noktaları biraz açmamız gerekecek. Yani oradaki takva ile kurban üzerinden kurulan kurbiyet ilişkisinin bugün toplumsal etik değerler üzerinden kan akıtmaya indirgenmesi ve hayvan ile insanın yaşam birliği konusundaki “yaşam hakkı mı inanca saygı mı önce geliyor?” gibi vegan merkezli tartışmaları ve Kurban Bayramının daha ziyade vegan olmayan insanların bilişsel çelişkiler yaşadığı bir dönem olduğu düşünüldüğünde bu konuyu kurban özelinde nasıl değerlendireceğiz?
Önemli bir nokta burası. Her şeyden önce gündelik yaşam döngüsünde biz bir hayvanların kesimine şahitlik etmiyoruz. Yani mezbahalar şehrin ortasında, herkese açık yerler falan değil. Normali bu. Kurban ibadeti yapılırken ahlaki temelin ihmal edildiği bir durum var. Kurban, evin bahçesinde veya şehrin orta yerinde kesiliveriyor. Görünmeyen mezbahaları gündelik yaşam döngüsünün bir parçasına dönüştürdük. Kurbaı, bir hayvan boğazlamaya indirgeyen ve merhamet sınırlarını ihlal edip ahlaki karakterini yerle bir eden bir görüntü bu. Bu görüntü, bizim bu ibadeti medenileştiremediğimizi ve ahlaki bir zemine çekip icra edemediğimizi gösteriyor. Yani kurban, ne yazık ki şehirlerde yaşayan Müslümanlarla birlikte şehirleşemedi. Köydeki uygulamalarda kaldı. Çünkü köyde mezbaha yoktur. İnsanlar kurbanını alır ve arka bahçesinde keser, kendinden başka kurbanına şahitlik eden kimse yoktu. Şehirde ise öyle değil. Şehirde mezbaha var. Dolayısıyla kurban ibadeti gündelik yaşam döngüsünün içine bu şekilde entegre edilmemesi gereken ahlaki standartları yüksek bir ibadet. Bu ibadetin ahlaki temelinin korunabilmesi için gündelik yaşam döngüsü içerisine bu şekilde sokulmaması gerekir. Mevcut durum, şehirde yaşayan insanların, belediyelerin, hükümetin ibadet koşullarını sağlama konusundaki başarısızlığını gösteriyor.
Kurban konusu, etik politik değerleri belirlerken yasa koyucunun kaidelerine mi yoksa bireylerin vicdanına bırakılan bir şey mi? Bunu kim belirleyecek?
Neticede kurban, toplumsal bir ibadet. Bu ibadet, bir kurbanı kestiğinizde üçte birini kendinize almak, üçte ikisini başkalarına dağıtmak gibi bir erdem içeriyor. Bu dağıtma işinin yapılabilmesi için, elinizde dağıtılacak insanlar listesi olması lazım. Veya mahallenizdeki kesemeyecek durumda olanların bir askıda listesi olması lazım. Kurbanını kesen bir insanın oradan o eti alıp ihtiyaç sahiplerine hemen ulaştıracak bir mekanizmanın kurulması lazım. Yani benim tek başıma bu toplumsallığın gereklerini yerine getirmem mümkün değil. Ben tekil olarak getirsem de başkası getiremeyebilir. Dolayısıyla burada belediyelerin yapması gereken, sadece hiyjenik kesim alanları oluşturmak değil aynı zamanda yakın bölgelerdeki ihtiyaç sahiplerini tespit etmektir. Kaymakamlıklar, muhtarlıklar hangi hanelerin ete ulaşma imkânı yok bunlar tespit edilebilir ve listeyi askıya çıkarabilir. Böylelikle ben de kestiğim kurbanın bir kısmını onlara ulaştırırım. Kurbanın kurbiyyet ile ilişkisi yani toplumsallık içerisinde amacını gerçekleştirmesi ancak bu şekilde mümkün olur. Korunaklı siteler içinde öteki ile ilişki kuramayan, şehrin çeperlerinde olup bitenden habersiz bir insanın kestiği kurban, kendisine hedef olarak gösterilen takvayı nasıl gerçekleştirecek? Kesilen bir hayvan, duvarların ardındakileri görmeyi sağlayan bir takvayı, bir sorumluluk duygusunu ve Allah’a hesap verecek olmanın bilincini diriltmenin aracına dönüştüğünde kendisi de dönüşür ve kurban olur. Aksi takdirde sadece bir hayvan kesilmiş olur.
Başka bir nokta ise, bu ritüelin gündelik yaşamın içerisine bu şekilde sokulmasına yöneltilen eleştirilere dair. Bu söyleyeceğim şey, kurban konusunda sanki modern zihnin getirdiği eleştirilere karşı bir savunma refleksi olmasın diye klasik kültürden aktaracağım. İmam Mâtürîdî Kitâbu’t-tevhîd’inde diyor ki; “Bir hayvanı boğazlayarak etini yemek insanın tabiatına, doğasına uygun olsa da aklına aykırıdır.” Mâtürîdî, insanın bir hayvanı kesip yemesini aklın zorunlu ilkeleri içinde görmez. Ancak insanın doğası, tab’ı değişir diyor. Hayvan yemeğe insanlık tarihi boyunca alıştığımız için artık bu bizim doğamızın bir parçası oldu diyor.
Bunun üzerine ben yorum yapıyorum ve diyorum ki; bugün bazı gelişim bozukluklarına uğramasın diye protein alamayan çocuklara protein iğnesi vuruyorlar. Doğadaki bütün varlıklar türlerini koruma güdüsüyle hareket ederler. Hayvanların çok yavru dünyaya getirmesi de bu refleksle açıklanmaktadır. Canlılarda yavruların bir kısmı yırtıcılar tarafından avlanırsa, kalanlarla türün devamı sağlansın güdüsü hâkim. Türünü koruma güdüsü insanda da var. Bu güdüyle doğaya adapte olur. İnsanlık tarihi boyunca türümüz hayvanları avlayarak veya keserek yemektedir. Çünkü hayatta kalması gerekiyor. Ama burada bir husus daha var; aklımız diyor ki, “hayvanları kesip yemek insanın varlığını devam ettirmek için elzem de görünse makul değildir.” Ama insanın türünü koruması ve güçlü bir şekilde varlığını devam ettirebilmesi için proteine ihtiyacı var. Besin döngüsünün bir parçası olarak hayvanları kesip yiyoruz.
O zaman hiç değilse bahsettiğim etik sınırları gözeterek biz bunu ibadete dönüştürelim. Nedir bu etik sınırlar? Birincisi, kendimize dönük kısmıdır. Kurban için kazancımızdan bir pay ayırıyoruz. Neden? Çünkü dünyada gıda alımı konusunda eşitsizlikler var. Yeterli gıdanın alınamadığı ülkelerde açlık ve yoksulluk sebebiyle ölümler var. Kurban, bireysel olarak bu insanlara faydası sağlamanın kolektif yoludur. Kurban, kazancın bir kısmını başkasının yararına olacak bir eyleme tahsis ederek, bireyciliğin ve bencilliğin her mevzii işgal ettiği bir dünyaya özgeci bir müdahalenin örneğini sergilemek arzusudur. Kurban, toplumsal adalet ve eşitlik fikrini yeniden diriltmenin imkânını içinde barındırır. Başkalarını dikkate alarak yaşam sürme ahlakının başlangıcıdır. İnsanları vermeye ve başkalarının yaşamlarına olumlu bir dokunuş yapmaya alıştırma egzersizidir.
Peki, bu ibadet hangi etik değerleri besliyor?
Kurban ibadetinin beslediği en önemli etik değerler, toplumsal adalet ve eşitlik fikri. Bireysel olarak da vermenin ve başkası için fedakârlık yapmanın onarıcı/rehabilite edici gücü. Çöpten evine götüreceği ekmek bulmaya çalışan insanların yaşadığı bir toplumdayız. Alım gücünün düştüğü, gelir bakımından hiyerarşilerin oluştuğu, alt gelir grubunun bütün yaşam alanlarında tam bir mahrumiyete mahkûm olduğu bir yapı bu. Toplumsal yaşamdaki en büyük risk, görmezden gelinen kesimlerdir. Hucurât Suresi’nin 12. Ayetinde dile getirilen ‘bir kısmınız bir kısmınızın gıybetini yapmasın’ buyruğu, gıybetin yanında tam da işaret ettiğimiz bu görmezden gelmenin yarattığı değersizleştirme, yok sayma eylemine dikkat çeker. Kelimenin kökünde ‘gayb’ vardır. Bir kısım insanların başka bir kısım insanları yok sayması, hiyerarşik olarak altlarda yaşamaya mahkûm etmesi, dinin birlik fikrine de adalet ve eşitlik idealine de taban tabana zıttır. İbadetleri bireyin anlam arayışına, toplumun da adalet talebine ne kadar katkıda bulunduklarını dikkate alarak değerlendirmek hayati önemdedir.
Kurbanı bir hayvanı kesmenin ne kadar insani olduğu tartışmasını aşacak bir zemin var etmemiz lazım. O gündem, bu ibadetin çok sayıda açlık sınırının altında yaşayan insanın bulunduğu şehrimizde adaleti, hakkaniyeti ve eşitliği yaratmanın fırsatı olarak değerlendirilip etik standartları belirlenmiş bir alana çekilmesi gerekiyor. Unutmamak gerekir ki, Kur’an sıradan olayları alır, onlara bir değer yükleyerek yeniden önümüze koyar. Yani, zaten hayvanı boğazlıyorsunuz ve yiyorsunuz. Bu bir olgu. Bu olguyu bir değere dönüştürüyor. Aynı durumu savaş için düşünün. Savaşta ölen insanlara şehit adını vererek olguyu değere dönüştürüyor; tıpkı onun gibi insanın bu değiştirici, dönüştürücü gücü kurbanda da kendini gösteriyor. O zaman diyorum ki, insan değerlendiren, değer atfeden bir varlık. Kurban, hayatın olağan akışı içerisinde olan şeyleri olağan akışın dışına çıkararak ona bir değer yüklemektir. Tanrı da bunu yapıyor. Yani sıradan güneşe bak diyor. Bakıyorsun; sıradan güneş Allah'ın varlığının kanıtı gibi bir değere/işarete/ayete dönüşüyor. Tıpkı bunun gibi hayvan boğazlama geleneği de kurbana dönüştürülerek bir değerin adı oluyor. Bu anlamda kurban kelimesi çok güçlü bir temsildir. Kurban keseni ve kendisi için kurban kesilen Allah’ın rızasını füzyona uğratan, birbirine yaklaştıran bir değerdir. Allah rızası için vermenin, O’nun rızık veren isminin tecellisine aracılık etmenin insanı sıradanlıktan kurtarıp yücelttiği bir değer. Sıradan bir hayvanı sıradanlıktan kurtararak kurbana dönüştüren Allah rızası, insanı da sıradanlıktan kurtarıp yüceltmiş olmaktadır. Kurban kelimesinin gerçek anlamı tam burada açığa çıkar.
“Biz her ümmet için kurban kesmeyi bir ibadet kıldık” (Hac 34) ayeti bağlamında Babil, İbrani, Sümer gibi geleneklerde yer alan kurban kavramı ile Kur’an’da anlatılan “kurban”ın antropolojisi arasında nasıl bir ilişki var?
Söyleşinin başında da konuştuğumuz gibi Mezopotamya, Anadolu, Mısır, Hint, Çin, İran coğrafyalarında birbiriyle bazen örtüşen bazen farklılık gösteren kurban merasimleri var. Semavi dinlerden önceki kurbanın insanın zorunlu olarak icra etmesi gereken bir ritüel ve kült olduğu, semavi dinlerle birlikte bir ibadete dönüştüğü ve içine ahlakilik yerleştirildiğini tespit etmemiz gerekir. Dolayısıyla kurban, insanlığın zihinsel gelişim seyrine paralel bir gelişim gösterdi. İlkel insan olarak adlandırdıklarımız, sebeple sonuç arasındaki bağı doğu bir şekilde kuramadığı için kurban ritüelini icra ediyordu. Bu insan, Nil Nehri’ne her yıl gelinlik bir kızı mecburen canlı canlı atıp kurban etmenin Nil’in bereketinin devamını sağladığını sayıyordu. Oysa bu bereketle o kızın kurban edilmesi arasında bir sebep-sonuç ilişkisi yoktu. İnsan zihni bunu kavradığında, kurban insanın mecburen değil kendi iradesiyle seçerek yaptığı ve sonuçlarını da bizzat gözlemleyebildiği etik karakterli bir ibadete dönüşmüş oldu.
Tam burada sormak istiyorum; kurbanın, Allah'a yaklaşma pratiği olmanın ötesinde, insanın kendi iç varlığına ve çevresine yaklaşması bağlamında nasıl bir rol oynadığına ilişkin neler söylemek istersiniz?
Bendeniz, “İsimlerden Kelimelere: Adem’den İbrahim’e İnsan Zihninin Tekâmülü” başlıklı makalemde “İbrahim gerçekten neyi kurban etti?” sorusunu sorarak, kurbanın bir ibadete dönüştürülerek insanın mutlak kurtuluşunda önemli bir gelişim ve tekâmül evresini içerdiğini iddia ediyorum. Tarihsel gelişimi itibariyle kurbanda iki olguyu tespit ediyoruz: Bunlardan biri, insanın mutlak bağımlılığı, ikincisi ise insanın mutlak bağımsızlığıdır. Semavi dinlerden önce güneşe, aya, gök tanrılarına kurban kesenler mutlak bir bağımlılık halinde bunu yapıyorlardı. Bu, mutlak bağımlılık bir şizofreni halidir. Yani patolojik bir durumdur. Mutlak bağımlılık nedir? Normalde ibadetlerde bir bağlılık beklenir. Fakat İslam'ın önerdiği o gelişmiş anlayışta mutlak bağımlılık değil mutlak bağımsızlık hali vardır. Bu şu demek; İslam size seçme hakkı veriyor. Yani hayvan kurban etmek, kesmek ya da kesmemek. Kesmediğiniz takdirde, bunu başka şekilde telafi imkânınız varsa telafi etmek. İhtiyaç sahibi birisinin ihtiyacını karşılamak gibi. Bu ikincisi, yani kurban kesmediğiniz zaman başınıza bir bela gelmeyeceğini bilmeniz mutlak bağımsızlıktır. İşte bu, insanın gelişim aşamaları dediğimiz aşamaların içinde bence altı çizilmesi gereken bir noktadır. Biz bugün kurban ibadetini şöyle değerlendiriyoruz; kurban vermesen de güneş doğmaya devam edecek, ay ışımaya devam edecek ve kurban kesmesen de Allah belanı vermeyecek. Bu mutlak bağımsızlık hali, ibadetleri insanın en özgür haliyle gerçekleştirmesidir. Yapmayınca bir şey olmayacağını bilmek, o şeyi yapmanın kıymetini de arttıran bir şeydir. Çünkü esas olan, kendi isteğinle ve bir baskı altında olmadan özgür iraden ile seçmek ve yapmaktır. İşte feda kelimesi, fedakârlık kelimesi buradan kaynaklanıyor. Seni kimse zorlamıyor. Zoraki yapılan şeyde fedakârlıktan ve erdemden bahsedilemez.
Bugün geldiğimiz aşamada mutlak bağımsızlık temelli bir ibadetten bahsediyoruz. Dolayısıyla bugün kurbanı ibadete dönüştüren şey, insanın kendi iradesi ile tercihte bulunarak yaptığı amel olmasıdır. Benim kişisel kanaatim, bir insan kendisini iyi hissediyorsa kurbanını keser bir rehabilite usulü olarak başka insanlarla paylaşır, çoluk çocuğuyla oturur yer ve ibadet etmiş olmanın mutluluğunu yaşar. Birisi de çıkıp “kardeşim ben hayvan kesmeye dayanamıyorum” der ve bedelini ihtiyaç sahibine verir. Neticede açlık sınırının altında ihtiyaç sahipleri için kurban eti paylaşmak dışında alternatif başka mekanizmalar da vardır. Dolayısıyla buradaki maksat kan akıtmak değil, kurbanın araçsallığına vurgudur. “Kesilen kurbanlarının etinin, kanının Allah’a ulaşmayacağı, esas dikkate alınması gerekenin takva olduğu” (Hac, 37) yönündeki beyan, kurban ibadetinin yöneldiği amacı bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır aslında. Buradaki etik ve ahlaki standartların içinde toplandığı anahtar kavramımız takvadır. Burada maksat, takva kelimesine hayat vermektir. Kişilerin ne şekilde yaptığından ziyade bunu gerçekleştiriyor olmasının başımızın üstünde yeri olmalıdır. Bu anlamda yine etik mülahazalarla kurban kesmeyen ve hatta bundan rahatsızlık duyan insanların eleştirilerinde mevcut durumu ıslah etmeye yönelen bir dil tercih etmelerini arzu ederim. Yani, “hayvanlara katlediyorsunuz” diyerek başından beri konuştuğumuz tüm bu maksadı göz ardı ederek bu ibadeti küçümseyen, ötekileştiren bir dil yerine daha yapıcı bir dil kullanmalarını isterim.
Kurbanı sosyo-ekonomik eşitsizlikleri yeniden üreten bir güç gösterisine dönüştürme biçimlerini nasıl yorumluyorsunuz? Kurban geleneğinin modern dünyada değişen yüzü ve geleceği üzerine düşünceleriniz nelerdir?
Burada birkaç nokta var. Bunlardan bir tanesi fakirlere yardım etmenin toplumsal değeriyle alakalı. Bunlardan ilki merhamet duygusu ile alakalı. Yardım, kişiden kaynaklanıyorsa bu merhamet duygusunun, duygusunun bir tezahürüdür. Nietzsche ve Muhammed İkbal gibi düşünürler nezdinde merhametin pansuman eden, yarayı iyileştirmeyen, üstünü örten köleleştirici ve aşağılayıcı bir değer olarak tanımlandığını biliyoruz. Bu, kurbanı aşan bir şeydir. Normal olan, olması gereken toplumda bütün bireylerin ne zekat alacak, ne kurban etine muhtaç olacak şekilde bir esenliğe ve refah durumuna kavuşturulmasıdır. Birinci noktamız bu. Yani merhametten kaynaklı bir yardımın pansuman olması, yarayı iyileştirmeyip üstünü örtmesi anlamında yılda bir defa böyle bir iş yaparak sanki üzerimize düşen her şeyi yaptık konforuyla artık rahat rahat ayaklarımızı uzatarak oturabiliriz gibi bir hal getiriyorsa bu büyük bir risk.
İkinci nokta, insanlıkta eşit olduğumuz kardeşlerimiz ile göz göze gelerek, omuzuna dokunarak geçirilen bir bayramlaşma ile parasını verip sorumluluğundan kurtulduğumuz veya bir vakıf üzerinden bağışladığımız kurbanın insanın rehabilite etme/onarma etkisi aynı değildir. Sevabını alırsınız. Maksat sevap ise sorun yok ama mesele o değil. Kurbanın yakın olma, yakınlaştırma, aradaki mesafeleri kaldırma anlamındaki “kurbiyet”ten kastı sevabın ötesinde bir anlama sahip. Araçsal olarak aradan kurbanı çıkarttığımızda geriye kurbiyyet/yaklaştırma/yakınlaşma kalır. Kurban vesilesiyle, -vesile yani araç- normal zamanda elimizin değmediği, gözümüzün görmediği ihtiyaç sahipleri ile aramızda bir bağ, bir ünsiyet, bir ilişki kurulur. Bu anlamda kurban, insanların birbirlerinden uzaklaşmak, birbirlerini ötekileştirmek için bin bir yol aradığı bir dünyada, duvarları yıkmanın, engelleri kaldırmanın, yakınlaşmanın aracına dönüşür.
Kurban bu amacının tam aksine kesebilen ve kesemeyen gibi toplumsal hiyerarşi yaratan, güç gösterisine dönüştürülen bir algıya kurban edilmemelidir. Kurban eti alan insanlar da bunu bir onur meselesi yapmamalıdır. İbadetlerde kişileri birleştiren, ikisini de aşan bir ‘Allah rızası’ kavramı aktiftir. Allah rızası vereni de verileni de aşan bir değer kaynağıdır. Vereni değerli kılan alandır. Bu sadece bir ihtiyaç gidermenin ötesinde, bir talebi ‘evetlemenin’, bir çağrıya kulak vermenin onurudur ve alan tarafından da veren tarafından da paylaşılır ve ortak yaşanır. Kurbanın ibadet olarak tanımlanmasının mantığı burada yatar. Aksi taktirde bir et dağıtma veya et yeme şölenine dönüşür. Dolayısıyla ben ibadetlerde bu haysiyet ve onur meselesini hiç gündeme gelmemesi gerekir.
Son olarak sizin makaleniz bağlamında “İbrahim Gerçekte Neyi Kurban Etti?” diye sorsam?
Bence bizim sahte bilinçlenme ve yabancılaşma dediğimiz insanı kendine, çevresine, Rabbine yabancılaştıran ve bu anlamda da neyin değerli olduğu, neyin değerli olmadığı konusunda tam bir zihniyet parçalanmasına, bir bilinç yarılmasına uğrayan ve uğratan ne varsa onları İbrahim bizim namımıza kurban etti. İnsan, “ben şöyle yaparsam başkaları ne der?” diye düşündüğünde bu, insanı kendisine yabancılaştıran bir şeydir. Ben, kişinin bu duyguyu kurban etmesi, bunu kesmesi gerektiğini düşünüyorum. Başkası ne der? Mahalle ne der? Gelenek ne der? Annemizin, babamızın, geleneğimizin ve içine doğduğumuz kültürün bize öğrettiği bir şey var. Çünkü geçmişin gelecek üzerinde her zaman bir vefa iddiası vardır. Bir anne çocuğuna sinirlendiğinde, “sana sütümü helal etmeyeceğim” der ya, tıpkı onun gibi gelenek de geleceğe aynı cümleyi kurar. “Benden koparsan sana sütümü helal etmeyeceğim”, der. Dolayısıyla vefa duygusu bazen geleceği ipotek altına alır. Ve bu tür durumlarda insanlığın geleceği kendine yabancılaşır, önü kapanır, ufku kararır. Bu durumda şimdiki zamanın ufkunu karartan ne varsa, onu da kurban etmek gerekir. Veya “benim dışımdaki herkes ötekidir, yabancıdır, benim cehennemimdir” düşüncesi, birlikte yaşamı öldürüyorsa, o düşüncenin de kurban edilmesi gerekir. Bu listeyi uzatmak mümkün…
İbrahim, kelimelerle sınandı ve başardı. Ve böylece milletlere imam, önder yapıldı. İbrahim, oğlu İsmail'i niye kurban etmedi? Çünkü kendisine bu maddi gösterimi aşan bir kelimeler dünyası verildi. Kelimeler dünyası nedir? Aksiyolojidir, etiyolojidir, değerler dizgesidir. İbrahim, insanı insanca bir yaşamın öznesi haline getiren ve özgür bir şekilde yaşatan, içinde yaşadığı toplumu adil ve eşitlikçi bir temelde inşa etmeyi arzu eden ve bunları bloke edecek ne varsa onları da kurban etmeyi, o güveni kendisine aşılayan bir felsefenin sembolik babasıdır. İbrahim'in arkasında ilahi bir irade vardır. Bu ilahi irade eşitlikçidir. İbrahim, “Bana verdiğin ne varsa benim çoluk çocuğuma da ver” dedi. İlahi olan ise ırkçılığa karşı bir blokaj ile öyle bir talebin olmayacağını ona öğretti. Yani bunu kim bloke ediyor? İlahi olan bloke ediyor. Dolayısıyla İbrahim örneği, bizi kendimize yabancılaştıran ne varsa, bize tahakküm etmeye kalkacak anaerkil, babaerkil ya da devletten gelecek otoritelerin hepsine direnme gücünü temsil eden kelimelerle bizi buluşturuyor. Onun dışında kalanları ise kurban etmemiz gerektiğini öğretiyor. İbrahim ile sonradan gelenler arasında bir veraset ilişkisi kurulacaksa, bunun ancak kelimeler dünyası üzerinden kurulduğunda yerli yerine oturacağının sembolik değerini ortaya koyuyor. Neticede çocuk dediğimiz varlık savunmasız, kendini koruma güdüsü henüz gelişmemiş İsmail, “beni kesebilirsin baba” diyor. Niye? Çünkü, ondan önce bütün geleneklerde çocuklar babalarının malı gibi kabul ediyor. Babanın çocuğu üzerinde öldürmek dahil bir imtiyaz hakkı var. Kanunen öyle kabul ediliyor. Yani kendi çocuğunu öldürdüğünde sorumlu sayılmıyor. Bunun antropolojik olarak da birçok medeniyette örnekleri var. İbrahim örneği, bu olay üzerinden bu kapıyı kapatıyor. Kurban dediğimiz bu gelenek, masum olanı koruma güdüsünü bizim içimize ibadete ve bir değere dönüştürerek yerleştiriyor. Çocuk babasının üzerinde istediği gibi tasarrufta bulunabileceği bir meta olmaktan çıkarılıyor.
Burada “kurbanın hatırlattıkları” şeklinde ayrı bir başlık açmak lazım; kurban bir sembol. Hatırlattığı nedir? Bugün Gazze'de öldürülen çocuklar, hakkından hukukundan mahrum edilen kadınlar bunun en yakın örneğidir. Kendisine sormadan 13-14 yaşında evlendirilen erkek ya da kız çocukları, iradesine saygı duyulmadan üzerinde tahakküm kurduğumuz her insan birer kurbandır. Ve hatta kendi irademize göstermediğimiz saygı, onu kullanmak yerine kiraya vermek de aklı ve iradeyi kurban etmektir. Dolayısıyla İbrahim, mazlumun, masumun hakkını savunan, onları mâkus bir yaşamın döngüsünden çekip çıkaran bir hareketin başlatıcısıdır. Tarih neyi, kime ve ne için kurban vermesi gerektiğini bilen bilinçli insanlarla daha iyi aşamalara evrilebilecektir.
95. Sayı
Söyleşi (2024)