Ahmet POLAT
Mütereddit adımlarla yürüyor hakikat; plastik bakışların, kusur arayan gözlerin ve düşünmeyi yarınlara erteleyen kalabalıkların arasında. Ekonomik sömürgeciliğin, anlamsızlığın hayatın her alanını kuşattığı zamanlarda ne yaparsak yapalım, nereye gidersek gidelim politik kamplaşmalardan, gündelik tartışmalardan uzak tutamıyoruz ruhumuzu. Oysa ki yağmur, anne eli gibi dokunuyor kalbinden başka sermayesi olmayanların üzerine.
“İnsanlar neden bu kadar çok kullanıyor beni?” diye sordu ünlem işareti. Ve bilgece cevap verdi nokta, yanına iki kardeşini daha alarak: “Hayatı anlamlı kılan o sihirli kelimeyi, sevgiyi unuttukları için…” Ötekilerle dolu bir dünyada her bireyin yaşama, eğitim alma, söz söyleme, düşünme hürriyeti olduğu kadar merhamet ve sevgiyle yaklaşılmaya, adalet duygusunu hissetmeye ihtiyacı var. Adalet diyorum evet, modern zamanların kaybolan değeri.
Yeryüzünde her şey kendi yörüngesinde hareket ediyorken, makrodan mikroya en küçük taneciğin bir varoluş anlamı ve amacı vardır. İşte bu düzeni oluşturan ahenk ve insicâmın arka planında adalet mefhumuyla karşılaşıyoruz. Kâinatta her şeyin hassas bir denge üzerine var olduğunu düşünürsek bu düzenin bozulması ise zulümdür. Zira İlâhi Kelam, zulmü, “Bir şeyi ona ait olmayan yere koymak” olarak tanımlar. Güneşin dünyaya göre konumunu düşünelim. Dünya ve Güneş arasındaki mesafe arttıkça sıcaklığın azalacağı, yaklaştıkça artacağı iddia edilir. Bilinenin aksine, Güneş’in kış ve yaz mevsimi arasındaki dünyaya yakınlığı 5 milyon kilometre değişir. Ocak ayında 147 milyon kilometre uzaklıktayken, temmuz ayında bu rakam 152 milyon kilometreye ulaşır. Dünya’nın sıcaklığı tamamen Güneş açılarıyla bağlantılıdır.[1] Örneğin; 9 şiddetindeki büyük bir deprem dünyanın eksen eğikliğine 17 cm ilave yapmıştır. Güneşe doğru yönelen bir bitkinin büyüme aşamasında, her ışının açısına göre mevsimleri belirlemesinde, Ay’ın bir döngü içerisinde hareket etmesinde âdil bir düzen söz konusudur. Sünnetullah gereği bütün bunlar adaletli, eşit ve her olay kendi fıtratına uygun bir şekilde gerçekleşir. Peki dünyada yaşayanlar için adalet ne ifade etmektedir, neden tesis edilememektedir?
Doğumla başlayan bir hayatın öznesi olarak yaşıyoruz. Esasen herkes aynı şartlarda doğmuyor, herkes aynı coğrafyada yaşamıyor, herkes aynı mevsimin çiçeği olarak açmıyor. Fakat mühim olan bütün bu farklılıklarımıza rağmen birlikte yaşayabilme ahlâkını kuşanmak. Renk, ırk, din, sosyal statü, cinsiyet farkı gözetmeksizin ortak idealler, ortak değerler etrafında buluşmak.
Çocuklarına adaletle yaklaşan anne baba, öğrencilerine adaletle bakan bir öğretmen, hakikate sadâkati gereği eşit ve özgürlükçü bir yönetimle her bir ferdin hukukunu koruyan iktidarlar ülkeleri ve toplumları dönüştürecektir. İbrahim Tenekeci, “Hukuk, bir fenalığı yaptıktan sonra, ahlâk ise yapmadan önce hesap sorar. Kişi ahlâksız ve hukuk yetersiz durumdaysa ne olur? Son zamanlarda işte o oluyor,” diyeli dört yıl olmuş. Değişen hiçbir şey olmadığı gibi daha kötüye doğru yol alıyoruz. Üstelik söylemlerimizle eylemlerimiz arasındaki uçurum da giderek büyüyor. Trafikte yaşanan en küçük bir tartışma sonrası silahını çıkaran şahıs dehşet saçıyor! Henüz yeni doğmuş kediler, başları ve patileri kesilmiş halde bulunuyor! Çocuklarının geleceği için çalışan bir anne, yorgun akşamlarda evine dönerken eski eşi tarafından sokak ortasında öldürülüyor! Disiplin suçları sebebiyle okul değiştirmeyle cezalandırılan öğrenci, öğretmenini bıçaklayarak öldürüyor! Türkiye’de yüzde 85’i ruhsatsız olmak üzere yaklaşık 20 milyon kadar bireysel silah var! Cinsel istismar ve şiddet rakamları son on yılda yüzde 94 artmış! Daha fazla olumsuz cümleleri bir araya getirip insanlığa dair içimizdeki umudu tüketmek istemiyorum.
Kalabalık bir caddede megafonla şiir okuma imkânım olsa şöyle derdim:
“Gittikçe yalnızlaşıyorsunuz insan kardeşlerim
-Ki bu en büyük kötülüktür size-
Yıkanmıyor bir kez olsun yüreğiniz yağmurlarla
…
Sizin adınıza, dünyanın pek çok yerinde
İnsanlar dövüşüyor, ellerinde yürekleri birer ülke.
Anlamıyorsunuz inançlarını, bir kez düşünmüyorsunuz.
Ömrünüzü güzelleştirecek bir şey almadan hayattan
Bir şeyler bırakmadan ardınızda gelecek adına
Koşaradım tükeniyorsunuz, insan kardeşlerim"[2]
Siyaset dili, futbol, ekranlar, okullar ve daha birçok alanda görülen şiddet ve nefret söylemleri, toplumsal cinnetin bir başka göstergesi. Okul bahçesinde oynayan çocukları izliyorum bazen. Öfke dolu gözlerle bakıyorlar birbirlerine. Onları almaya gelen anne-babaları da aynı öfkeyi paylaşıyor. Evde hiç kapanmayan bir ekran var, polisiye diziler devam ediyor. Tarih bilinci oluşturma amacıyla çekilen fakat şiddeti hikmetin önüne koyan, milliyetçi duyguları artırarak toplumu farklılıklara tahammülsüz hale getiren, senaryonun siyasal hegemonyaya göre şekil aldığı dizileri izleyen çocuklar üzerinde bir araştırma yapılsa tarihî bilinç noktasında hangi seviyelerde olduklarını merak ediyorum doğrusu. Elinde balta ile dizi izleyen başka bir toplum var mıdır dünyada bilmiyorum!
“Çocuğunuzla en son ne zaman oturup sessizliği paylaştınız, birlikte sakin bir şekilde hayata dair sohbet ettiniz?” diye soruyorum babaya, hatırlamıyor. “Emir cümleleri dışında, içinde incelik ve zerâfet barından, sevginizi ifade eden, konuşunca huzur bulduğunuz kelimelerle en son kime seslendiniz?” diyorum, “Çok yoruldum, zamanım yok oğlumla oturup konuşmaya” diyor sosyal medyada saatler geçiren bir başka anne. Henüz kendi olamamış, hayatı sorgulanmaya değer bulmayan, anlamlı yaşamanın, öğrenmenin, hakikati aramanın peşine düşmeyen ebeveynler, sadece biyolojik var olmanın yeterli olduğunu düşünebilir. Oysaki mühim olan zihinsel açlıklardır. Onlara akledebilmeyi, doğru düşünmeyi, duygularını, acı ve sevinçlerini yönetebilmeyi öğretmekle birlikte başka hayatlara dokunmayı, iyilik ve fedakârlığı, hangi şartlarda olursa olsun adaletten, hakikatten yana olmayı öğretmek asli bir vazife olmalı. Doğru davranış geliştirmek, aile içi iletişimi güçlendirmek de adalet duygusunun bir sonucudur. Şimdilerde neden bu kadar şiddet sarmalında olduğumuzu konuşmadan önce öğretmenini öldüren bir öğrenciyi yetiştirenleri, onların kullandığı dili, insan-insan ilişkilerinde davranışlarını mercek altına alıp değişime oradan başlamalıyız.
Sokağa çıkmaya, kendi gibi düşünmeyene yaşam hakkı tanımamaya, silahlanmaya hazır bir kitle var, düşünebiliyor muyuz? Her zaman söylüyorum; asıl sorun kötülüğün, konforun, cehaletin, anlamsızlığın normalleşmesidir. Medya ve diğer malzemelerle bir mühendislik projesi gibi genç ruhlara işlenmiş her kötülük, insanlığın merhamet potansiyelini, şefkat mekanizmasını tüketiyor. Şiddetin politik kutuplarda görüldüğü bir toplumda, magandacılığı, mafya tipi yaklaşımları, sözün gücüne karşı gücün sözünü ilk reddeden devletin kendisi olmalıdır. Sizin gibi düşünmeyen, gayet özgür bir şekilde size destek vermeyenleri terörle ilişkili görmek, farklı düşünen herkesi susturmak, gazete manşetleriyle hedef göstermek, adalet mefhumunu sadece kendiniz için geçerli kılmak, ilkel toplumlardan kalma alışkanlıklardır. Cahiliye kavimlerine adaleti, insanlık ortak paydasında buluşmayı öğreten Nebi’nin tebliğ ettiği o vahiy, “Hakkı ayağa kaldırarak adaletin timsali olun, bir topluluğa olan kininiz/öfkeniz sizi adaletsizliğe sevk etmesin,” diyordu (Mâide Suresi 5:8). Hiç kimsenin tekelinde değildir adalet, hakikat ve yaşamak eyleminin üstün değerleri… Hastanede sıra beklerken başkalarına karşı nasıl davrandığımız, trafikte gösterdiğimiz sabır, hayata bakışı tamamen farklı biriyle ortak kelimelerde bir araya gelip konuşabilmek üslubumuzun kimliğimize yansıyan normlarıdır. Evrensel ahlâkı tesis edip öteki ile olan iletişimi daha sağlıklı hale getirmek, duvarları yıkıp köprüler inşa etmek, her şeyden önce erdemli insan olmanın bir gereğidir. Kimine göre oldukça hümanist söylemler belki bunlar. Hayatını güç, şehvet ve nefretle şekillendiren, nezaket yerine şiddeti tercih eden, menfaati uğruna yapamayacağı kötülük kalmayanlar nasıl anlasınlar bu gönül dilini? Bu topraklarda farklı ırklarla, farklı ideolojiler ve renklerle bir arada yaşamayı, dengeli tavrı, terör ve şiddet karşısında itidal ve iz’anı korumak zorundayız. Benim için değil, bizim için de değil, hepimiz için adaleti savunmuyorsak kalbimizle baş başa kaldığımızda nasıl bir cevap vereceğiz? Charles Bukowski’nin şu sözü yıllar yılı haklılığını koruyacak gibi: “Sanırım çoğu insanın adaletsizlik olduğunu düşündükleri tek zaman, kendilerine adaletsizlik yapıldığı zamandır.”
Aristoteles erdemi, düşünmemizi, hareket etmemizi ve doğru hissetmemizi sağlayan karakter özellikleri olarak görüyor. Ahlaki erdemleri adalet kavramıyla ilişkili olarak, çok az veya çok fazla duygu ve motivasyonun tam ortası, yani “altın oran” şeklinde tanımlıyor. Hukukun işlevini yitirdiği totaliter toplumlarda adalet duygusu, yalnızca belli bir düşünce yapısını ilgilendiriyor. Tek tipleştirilmiş, itaatkar bir kitle olması beklenen kalabalıkların hukuka yönelik söz söyleme hakları da ellerinden alınmış oluyor. Suçluyu her türlü ideolojiden, ırktan, partiden uzak, objektif yargılamak yerine “Benim suçlum iyi, senin suçlun kötü” ya da “Bizim suçlular masum, sizin masumlar suçlu” algısıyla değerlendirmek tam anlamıyla hukuksuzluğun, ilkesizliğin örneğidir. Almanya’da Hitler, İspanya’da Franco, İtalya’da Mussolini gibi isimler sağ totalitarizm denilince ilk akla gelenlerden. Kaynak olarak öğretiyi değil eylemi benimseyen, ilke tanımayan, “yaparım olur” anlayışıyla hareket eden, bireyi devlet içerisinde yok eden, varoluş amacının hürriyet değil devlet olduğu bu yapılar Marksizm gibi sol totaliter rejimlerden ayrılır. Fakat tek parti, tek önder, adaletsizlik, propaganda, ekonomi ve güvenliği tek elden yönetme gibi birçok ortak noktada buluştukları da bir gerçektir.
Uluslararası sivil toplum kuruluşu World Justice Project’in (WJP) 2021 yılı için yayımladığı Hukukun Üstünlüğü Endeksi'nde Türkiye, 139 ülke arasında 117. sırada. 2020 yılında 128 ülke arasında 107. sıradaydı.[3] İnsan Hakları Derneği'nin KONDA'ya yaptırdığı kamuoyu araştırmasına katılanların yüzde 69'u adalete güvenmediğini ifade ederken, yüzde 72'si ise insanların haksız yere tutuklandığını düşünüyor. Modernlerin sadece yüzde 14'ü adalet sistemine güven duyduğunu belirtirken bu oran geleneksel muhafazakârlarda yüzde 30, dindar muhafazakârlarda ise yüzde 53. Rapora göre, dinin tüm gereklerini yerine getirenlerin arasında adalet sistemine güvenenlerin oranı yüzde 55, ateistler arasında ise bu oran sadece yüzde 4.
Türkler ve Kürtler arasında adalet sistemine güven konusunda fikir ayrılığı olduğu da ortaya çıktı. Buna göre Kürtlerin yüzde 85'i Türkiye'deki adalet sistemine güvenmediklerini söylerken Türklerin yüzde 64'ü adalet sistemine güvenmediğini belirtti. Toplumun yüzde 72'si insanların haksız yere cezaevine girdiğini düşünüyor. Ankete katılanların yüzde 79'u son yıllarda daha fazla insanın cezaevlerine konulduğunu, yüzde 21'i ise böyle bir durum olmadığını söylüyor. Toplum genelinde en fazla haksızlığa uğradığı düşünülen grupların sırasıyla kadınlar, gazeteciler, siyasi muhalifler, Kürtler ve Aleviler olduğu ortaya çıktı. Toplum genelinde yüzde 28’lik oranla haksızlığa uğradığı en çok düşünülen dördüncü küme olan Kürtlerin haksızlığa uğrayıp uğramadığı konusundaki görüşleri etnik kökenlere göre incelediğimizde, Türklerin ve Kürtlerin bu konuda tamamen farklı görüşlere sahip olduğunu görüyoruz. Kürtlerin yüzde 68'i Kürtlere haksızlık yapıldığını düşünürken, Türklerin sadece yüzde 18'i bu fikre sahip.[4]
Geniş kapsamlı bir araştırma sonucuna göre karnemiz tıpkı özgülükler, ahlâki ilke ve değerler konusunda nasılsa adalet konusunda da aynı. Zira bütün bunlar birbirini kapsayan, birbiri ile anlamlı hale gelen kavramlar. En ağır travmaların başında kişinin haksız yere mahkum edilmesi, adaletsizliğe maruz kalması var. İşini kaybeden, çocuklarının yaşadıklarını gördükçe strese bağlı hastalıklarla mücadele eden binlerce insan var. Elbette ki suç teşkil eden her şey yasalara uygun bir şekilde karşılık bulmalıdır. Fakat siyasi kararlar, yargıya müdahale hukukun üstünlüğü yerine üstünlerin hukukunun geçerli olduğu ülkelerde görülür. Bu da daha öfkeli, şiddete meyyal bir toplum oluşturuyor. Adaletsizlik duygusu insana sınırlarının aşıldığı, elindeki imkânların alınarak yaşam alanının kısıtlandığı bir ortam sunduğu için sürekliliği halinde toksik stres oluşuyor. Hastalıklar, boşanma, sevdiklerimizin kaybı, yas süreci de eklenince kümülatif stres ortaya çıkıyor. İnsanın çocuk yaşlarda anne babasından aldığı güven duygusu, sevgi ve merhamet sayesinde stres yönetebilme kabiliyeti de artıyor. Ama eksikliği halinde, yaşadığı ülkenin şartları gereği emniyette hissetmiyorsa suç potansiyeli ve terör olaylarının artması kaçınılmaz. İntihar saldırıları, bombalı eylemler, ülke içi çatışmaların olduğu Suriye, Somali, Yemen, Afganistan gibi ülkelerde her an bomba patlayacakmış gibi bir hisle yaşamak bireyi daha kaygılı hale getiriyor ve yönetilemeyen, sürekli biriken stres madde bağımlılığına, cinayetlere, intiharlara sebep oluyor. Bir toplumu konsolide etmenin de yolu ekonomi ve güvenlik kaygısından geçiyor. Yoksulluğun, evsizliğin arttığı, adalet ve güven duygusunun kalmadığı toplumlarda siyasi/ideolojik kamplaşmalar kaçınılmaz. Devletin yaptığı adaletsizlikler tıpkı anne babamızın çocukluk döneminde yaptıkları gibi varoluş kaygısına, sahipsizliğe, hayatın zorlukları karşısında çaresizliğe götürüyor insanı.
Peki bütün bunları yaşayanlar ne yapmalı? Dayanışma ilk aklıma gelen kelime. Aynı dili konuştuğumuz, ortak iyide, merhamette, hakikati savunmada buluştuğumuz, sayıları az fakat yürekleri geniş insanlarla birlikte hareket etmek. Ancak bireysel iyiliklerin kolektif bir ahlâki zemin üzerinde yükseldiği ortamda sosyal adaleti inşa edebiliriz. Ötekinin iyiliği için ne yapıyorsun? Kişisel tekâmülün zirvesinde senin gibi düşünmeyenler için de adalet, eşitlik, özgürlük talep edebiliyor musun? Çağın tutunamayanları sığınmacıların, farklı ırkların, farklı renklerin yaşama hakkını savunabiliyor musun? Herkese merhametle yaklaşamayız, suç işleyen her kim olursa olsun karşılığını verecek adil bir düzen inşa edebiliriz. Çocukların yaşananlar karşısında daha fazla yaralanmamaları için çaba göstermek zorundayız. Onları bir proje olarak ele almak yerine daha anlayışlı, oldukları gibi kabul eden bir davranış geliştirmeliyiz. Kendi hayatları için karar vermelerine izin vererek nesneleşen çocukları hayatın öznesi haline getirmeliyiz. Kardeşler arasında adaletli olmak, kıyas yapmamak, adaletsizlikle karşılaşıldığında doğru davranışı göstermek, kendiyle çelişmemek, sınırları pusula olarak görmek ebeveynlerin temel ödevi olmalı.
''Adaletin iki ayağı var,'' diyor Simone Weil. Birincisi haklar düşüncesinden hareket eder. “Ona verildiği kadar bana neden verilmiyor?” sorusunu sorar. İkincisi, merhametten, yükümlülüklerden yola çıkar. “Ben neden incitiliyorum?” sorusuna cevap arar ve ihtimam talep eder. Merhametli olmak tek başına yetmiyor, adil olmak, sorumluluk bilinciyle hareket etmek, incitmemek ve her bir şahsiyeti değerli görmek de erdemli insan olmanın bir gereğidir. “Yaralı bir insana ne hissediyorsun diye sormam…” der Şair Walt Whitman, “…yaralı bir insan olurum.” İnsanın iyilik yolculuğunda yanında taşıması gereken en önemli duygudur, empati. Ötekinin acısını hissedebildiğin, bireysellikten, bencillikten uzaklaştığın kadar erdem sahibi olursun. Merhametli insanlar kurumları, devletleri de anne yüreğiyle yönetir. Siyasal iktidarların partici, tek tipleştirici bakış açısından uzaklaşarak, “biz ve onlar” arasındaki duvarları yıkarak, insanlık ortak paydasında buluştuğu bir toplum küresel değişimin de öncüsü olacaktır.
Teselli bulduğum, tanıştığımdan beri yol arkadaşı olduğum Bakara 177, bakın nasıl tanımlıyor erdemi:
“Gerçek erdem; yüzlerinizi doğuya veya batıya döndürmeniz değildir. Fakat gerçek erdem kişinin Allah’a, âhiret gününe, meleklere, ilâhî kelâma, nebilere inanması, malı -ona sevgi duymasına rağmen- yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, isteyenlere ve özgürlüğü ellerinden alınanlara vermesi, namazı istikametle kılması, zekâtı gönlünden gelerek vermesidir. Onlar söz verdikleri zaman sözlerinde dururlar, şiddetli zorluklar karşısında sabrederler. İşte onlardır sözlerine sadık kalanlar, takvâya ermiş olanlar.”
Toprağı incitmeyen, ağaçları göz alıcı bir güzellikle sabaha hazırlayan, ruha teselli olan bir yağmurdur şimdi aradığımız. Ya da bütün bu yorgunluğumuza, sınırsızlığımıza, yaşanan adaletsizliklere iyi gelecek, insanı fabrika ayarlarına döndürecek bir rahmet mevsimi. Şimdilerde kuşlar, senfoniye çağırıyor gereksiz yere konuşan onca insanı. Kâinatın o eşsiz korosuna siz de katılın, bülbülün konserine iştirak edin, bir şarkı da siz söyleyin diyorlar. Bu çağrıya cevap vermek ruhumuzla baş başa kalmaya, unuttuğumuz değerleri hatırlamaya, yeryüzünde ve içimizde keşfedilmeyi bekleyen nelerin olduğunu fark etmeye sebep olacaktır. Adaletin, merhametin, hakikatin hükümferma olduğu daha yaşanabilir, daha güzel yarınlara…
83. Sayı (2022)
Analiz