Tekâsür Suresi: Bir Çokluk Tutkusu Dersi

Mustafa İslamoğlu

  

“Özünde merhametli, işinde merhametli Allah adına; Allah’ın adıyla.”

 

“El-hâkumu-ttekâsur.” “Çokluk tutkusu, sizi helak etti.” Helâka sürükledi, yokluğa sürükledi, mahvetti, perişan etti çokluk tutkusu. Ta ki… “Hattâ zurtumu-l mekâbir.” “Ta ki kabirleri bile ziyaret ettiniz.” “Kellâ!” “Yoo yapmayın öyle!” Bu kötü bir şey, bu doğru değil! “Sevfe ta’lemûn.” “Günü gelince bileceksiniz, mutlaka bileceksiniz.” “Śumme kellâ sevfe ta’lemûn.” “Sonra deyin ki burada bilemediniz, bilmediniz, akıllanmadınız, sonra bir gün gelecek kaçınılmaz yargı günü/hesap günü orada bileceksiniz.” “Kellâ!” “Yok durun, yapmayın, etmeyin!” “Lev ta’lemûne ‘ilme-l yakîn.” “Yakin bir bilgiyle.” Zanla değil, uydurmayla değil, rivayetle değil, dedikoduyla değil, yakin bir bilgiyle. Yani ilgilenseydiniz, bilgilenseydiniz, kulak verseydiniz… Ne olurdu? Durumunuz ne olurdu o zaman eğer bilseydiniz? “Leteravunne-l cahîm.” “Kesinlikle ‘cahim’i –yani tutuşturduğunuz cehennemi– görürdünüz.” Evet. Yaktığınız cehennem ateşini, ellerinizle yaktığınız cehennem ateşini kesinlikle o zaman görürdünüz. Çünkü bir cehennem ateşi tutuşturuyorsunuz, yakıyorsunuz ama bilmiyorsunuz, farkında değilsiniz, görmüyorsunuz. Tutuşturduğunuz cehennem sizin cehenneminiz. Bu cehennemi siz yaktınız ama bunun bilgisine sahip olmayınca yok sayıyorsunuz. Çünkü bilgi, sizi hakikate götürür. O zaman yalanlarla kendinizi avutuyorsunuz. “Summe leteravunnehâ ayne-l yakîn.” Tut ki burada yaktığınız cehennemi burada görmediniz. Ama cehennem yakıcıları, cehennem yapıcıları olarak burada görmedinizse “Leteravunnehâ ayne-l yakîn” “Bir gün gelecek hesap günü, orada göreceksiniz.” Evet… “Ve her ‘cehennem’ buradan götürülür…” Aslında “cehenneme girmek” değil “cehennemini götürmekten” söz etmek lazım! Kişi, gireceği yeri burada inşa eder. Cennetinizi de cehenneminizi de burada inşa edersiniz. “Summe letus-elunne yevme-izin ‘ani-nna’îm.” “Ve en sonunda verilen tüm nimetlerden hesaba çekileceksiniz.” Akıl nimetinden, irade nimetinden, bilgi nimetinden, hayat nimetinden, vahiy nimetinden ve elinize verilen, amade kılınan servetten, evlattan, eşten… Her ne var ise değer verdiğiniz her birinden -işte onlar nimettir- hesaba çekileceksiniz.

Nasıl bir meal verdiğimin farkında mısınız? Bu sure yüzyıllardan beri ahirete müteallik meallendirilir. Bu surenin, dünyaya ilişkin söylediği bir şey yoktur. Hayata ilişkin söylediği bir şey yoktur. Onun için de ölüm kitabına dönüştürülen Kur’an’ın, ölüm kitabına dönüştürülen bir suresidir. Kur’an’ı ölüm kitabına dönüştürdüğünüzde sureler ölür, ayetler ölür, Kur’an ölür… Ölüler, diriltemezler. Onun için bakın, bu sureyi, ahiret suresi olarak meallendirmedim size. “dünya suresi” olarak, “hayat suresi” olarak meallendirdim. Çünkü ben inanıyorum ki o kitap ölüler kitabı değil -Eski Mısır’ın ölüler kitabı mesela- o kitap hayat kitabı. Onun için bu sureyi de meallendirirken bu dünyada tutuşturduğunuz, tutuşturduğumuz veya tutuşturdukları cehennemlerden söz eden bir sure. Zaten ancak öyle meallendirince doğru oluyor. Yoksa tekrarları anlayamıyorsunuz. Yani “Sevfe ta’lemûn”, “Summe kellâ sevfe ta’lemûn.” Nedir bu? Niye tekrar var ki? Yani “Bileceksiniz, bir daha bileceksiniz…” Niye? “Hayır burada bileceksiniz, bilmeliydiniz. Ama burada bilmediniz hadi?! Orada bileceksiniz…” Burada bileceksiniz. Nasıl? Yaptıklarınızın sonuçlarını görünce bileceksiniz burada. Burada bilmediniz, orada bileceksiniz. Yine aşağıda öyle… “Leteravunne-l cahîm”, “Summe leteravunnehâ” Alın yine tekrar. Nakarat mı bu? Değil, değil! Ne peki? Bir dünyaya ilişkin. Burada bilmediniz, burada görmediniz, bir gün gelecek gözünüze zorla sokulacak. Artık gözünüzü kapatamayacaksınız o gerçeğe.

 

Tekasür Ne Demektir?

 

Tekâsür Suresi. Çokluk tutkusu suresi. Bu sure ya da bu surenin ilk ayeti bir ilkedir. Kur’an’ın çok az ilke ayeti vardır. Geri kalan ayetler -6236 ayet- içinde ilke ayetleri çok azdır. Nedir bunlar? Aslında bu bir ilkedir. Ve bu ilke Kur’an dedi diye ilke olmadı. İnsan böyledir, hayatın yasaları bu olduğu için ilke oldu. Kur’an demese de bu ilkedir. Çokluk tutkusu insanı helak eder. Kur’an hayattan bahsediyor. Kur’an insandan bahsediyor. Yani Kur’an bizden bahsediyor. Ve Kur’an’ın birimleri olan ayetler işaretlerdir. Bu işaretler neyi gösterirler? İnsanı, hayatı, olguyu, olayı, yeri, göğü, hayvanı, bitkiyi, canlıyı-cansızı; bütün bir varlığı gösteren, birer gösterge, birer ayettir. Ayet budur zaten. Dolayısıyla peki diğer ayetler nedir? İlke ayetlerini açıklarlar o ayetler. Malla-melalle, oğul çoğaltmayla, mal çoğaltmayla ilgili birçok ayet. Belki onlarca, hatta belki yüzü aşkın ayet bu ayete ışıktır. Bu ayetin ışığında anlaşılır. Çünkü deste başı budur “El-hâkumu-ttekâśur: Çokluk tutkusu sizi helaka götürdü.”

 

Çokla olmayı, hakla olmak sanan; derdi hak değil çok olandır. “Çok”la olmakla “hak”la olmak ayrı şeylerdir. Ama çokla olmayı hakla olmak zanneden bir zihniyet var. Ben haklıyım. Niye? En kalabalık biziz. Ben haklıyım. Niye? Güçlü benim. Ben haklıyım. Niye? Çünkü benim servetim daha çok. Ben haklıyım. Niye? Çünkü iktidar benim. Sayın gitsin… Niye, niye sen haklısın? Hak, güç müdür? Hak, kuvvet midir? Hak, servet midir? Hak, sayı mıdır? Hak, rakam mıdır? Hak, büyüklük müdür? Hak, en midir? Eğer hak çok olsaydı, Allah çok olurdu. Ama el-Vahid, el-Ehad, bir tektir. Bakınız, el-Hak’tır onun ismi. Allah onun için çok değil, çok olanda da değildir.

Her şeyde çoğa takıntılı, sayısal çokluk düşkünü, niceliğin egemenliğine tapan insan tipi. Evet, çok görürsünüz… Özellikle Şark’ta çok görürsünüz… Bakmayın başkalarını kınarlar, rakip medeniyetleri kınarlar -kınamakta üstlerine yoktur- akşama kadar küfrederler, buğzederler ama kendi hallerine bakmazlar. İlgileri, alakaları, sevgileri, tutkuları hep daha fazla, daha çok üstünedir. Her şeyde çoğa takıntılıdırlar. Çokluğa tapan ve taptığını ha bire çoğaltmak isteyen bir zihniyet bu.

Tekâsür krizi… Ayetteki kınanma “çok-az” ile alakalı değil. Her çokluk kötü değildir, iyi çokluklar da vardır. Mesela, iyilik çok olsa çok iyilik olur. Mesela, hayır çok olsa çok hayır olur. Bunda ne zarar olur? Dünyanın kendi kendine yeten ve tabiatı tahrip etmeyen enerjisi çok olsa bunda ne şer olabilir. Bunda hep hayır var, öyle değil mi? Yenilenebilir enerji bir ülkede en çok kullanılan enerji olsa bunda ne şer olabilir? Öyle değil mi? Bir ülkenin mutluluk ve refah seviyesi yüksek olsa bunda ne şer var? Vesaire, vesaire…

 

“Çok-az” ile alakalı değil, ne ile alakalı? “Çokluğa tutku” ile alakalı. Bazen insanın elinde çok olur, gönlünde yok olur. Zaten orada çokluğa prim vermemiş ki gönlünde yok. Bazen insanın elinde hiç olur, ama gönlünde çokluk diye bir put olur. Bazen de tersi olur. Ben, o “ağniya-i şakirin”den olanları da gördüm, şükreden zenginleri. İnanın İdris’ken İblis’e dönüşür, Harun’ken Karun’a dönüşür, Hızır’ken hınzıra dönüşür. Onun için bu sure, “çokluk-azlık” meselesi değil “çokluğa tutku” ile alakalıdır. Bu anlamda fakr, dünyalığa sahip olmaman değil dünyanın sana sahip olmasına izin vermemendir.

 

Kur’an’da “İnsanların Çoğu” Hep Yerilir

 

 “Onların çoğu gerçeği örtendir” (Nahl 83). “Şirk koşandır” (Rum 42). “Doğrudan sapandır” (Maide 49). “Farkındalık sahibi değildir” (Yunus 92). “Güvenilir değildir” (İsra 89). “Zanna uyar” (Yunus 36). “Yalancıdır” (Şuara 223). “Nankördür” (Furkan 50). “Güvenmez” (Bakara 100). “Haktan hoşlanmaz” (Zuhruf 78). “Kafası çalışmaz, aklını kullanmaz” (Maide 103). “Rezzak olanın Allah olduğunu bilmez” (Sebe 36). “Hesap vereceğine inanmaz” (Mü’min 59; Nahl 38). “Varlığın Allah’ın ayetleri olduğuna iman etmez” (En’am 37). “Allah’a ortak koşmadan iman etmez” (Yunus 106). “Eğer sen onların çoğuna uyacak olsaydın seni yoldan çıkarırlardı”,  “Onların çoğundan yüz çevir, zira o çoğunluk hakikate kulak vermiyor” (Fussilet 4). Daha bunun gibi birçok ayete yer verebiliriz. Kur’an’da çokluk daima yerilmiştir.

 

Neden “İnsanların Çoğu” Mahkûm Edilir?

 

Neden “insanların çoğu” mahkûm edilir peki? Kur’an’da “eksera-n nâs” bir kalıptır, başka kalıplar da vardır ama en çok kullanılan “insanların çoğu” anlamındaki bu kalıptır. Kur’an çokluğu niye yerer? Çünkü eşyanın tabiatı gereği kalite azdır. Bakınız, 4 milyar yıllık yeryüzünde yaşamın tarihi vardır. 4 milyar yıl evvel nasıl başladığını bugün bilim henüz çözebilmiş değildir. Mutlaka aminoasitler dışarıdan gelmiştir. Çünkü uzayda çoktur. Yani yaşamın ham maddesi kâinatta çoktur. Yine bakınız, virüslerin ham maddesi... Korona virüsünün de ham maddesi aminoasittir. Yani bir hücreyi oluşturan bir parça, partikül… Mini mini bir parça… Ve cansızdır aynı zamanda. Aminoasit cansızdır ancak hücreye dönüştüğü zaman canlılığın temeli, yapıtaşı olur. Bakınız, siyanür bakteriler vardı. Hem siyanür hem bakteri. Siyanürde canlı mı ürer peki!? Evet ya! Öyle bir dönem geçti; belki iki milyar yıl sürdü. Ondan sonra tek hücreliler… O da bir milyardan fazla yıl sürdü. Ve sonra çok hücreliler… Ve ondan sonra 541 milyon yıl önce “kambriyen patlaması” ile türlenme, çeşitlenme oldu. İşte bütün bu yürüyüş muazzam ve muhteşem Ar-Ge’dir. İlahi Ar-Ge. 4 milyar yıllık ilahi araştırma-geliştirme… Ve bütün bu süreçte mutasyonlar başrol oynadı. Nedir mutasyon? Eğer varlığı tehlikeye girmişse canlı orada bir mutasyon geliştirir. Dokuzu negatif, biri pozitiftir. Soy ve çeşitlenme o pozitif olanından yürür. Yani eşyanın tabiatı gereği kalite azdır. Verdiğim bu örnekler, “Neden ‘insanların çoğu’ mahkûm edilir?”i anlamak için bir zemindir.

 

Neden “İnsanların Çoğu” Mahkûm Edilir?

 

Kitle, kütle, sürü olmak; birey, şahsiyet ve insan olmaya tercih edilir. Bu, tekâsür zihniyetidir. Yani çokluk tutkusu zihniyetidir. Neden böyledir? Hayvan beyni de böyle çalışır. Hepimizin içinde, bir hayvan beyni vardır. İnsan, hayvanlığını yanında taşır; buna alt beyinde limbik sistem denir. Limbik sistemi Ar-Ge’nin tüm hatıralarını, tüm donanımını içinde taşır. Amigdalamız, binbir türlü hormonun üretildiği yerdir. Korkularımızın, şehvetimizin, öfkemizin, nefretimizin kaynakları veya sonuçları burada üretilir. İşte o manada biz bunları, duygu olarak isimlendiriliyoruz. Ama bunların bir de alt beynimizde hormonal karşılığı var. Neden insan bir kalabalığın içinde olmayı daha güvenli bulur? Bu, hayvanlar döneminden getirdiğimiz bir güdüdür. Güdü, klan, sürü… Sürü güdüsü… Bakınız sürü güdüsünde ne vardır: “Sürünün içinde ol, güvende kalırsın, güvende olursun.” Onun için hayvanlardan şahsiyet beklenmez. Bu anlamda sürü olmak ayrı bir şey, insan olmak ayrı bir şeydir. Zira emek vermez, risk almaz, kalabalığı güvenli bulur.

 

Bilgi, bilinç, akıl ve irade yerine cehalet, kütle çekim gücü, körü körüne itaat, sürü olmayı tercih eder. Kütle çekim gücünü bilirsiniz değil mi? Kâinattaki temel yasalardan biridir. Bu yasa mikrodan makroya her şey için geçerlidir. Yıldızlar, galaksiler, gezegenler, uydular -ayımız gibi- bütün hepsi kütle çekim gücüyle çalışır. Merkez çekim gücü ve merkez kaç gücü. İki güç arasında bir yörünge oluştururlar. Onun için yuvarlağımsıdırlar. Tam yuvarlak değildirler. Niye? Köşeler en zayıf yerlerdir. Dönen şeyler köşe bırakmaz. Dolayısıyla kütle çekim gücü sadece kâinatta değil insan topluluklarında da geçerlidir. Nedir? Mini mini olan şeyler birbirini çeker. Galaksiler, yıldızlar, kar ve yağmurun oluşmasında da geçerlidir bu. Tozlar birbirini çeker, birbirini çeken tozlar uzayda çakıl taşları gibi olur. Taşlar, artık bir yıldızın veya bir gezegenin nüvesi, çekirdeğini oluşturur. Bu nüve; eğer yeterince kütle biriktirirse yıldıza dönüşür, 27000 dereceden sonra nükleer yanmaya geçer. Yeterince kütle biriktirmez ise gezegen olarak kalır ve bu yanma da nükleer yanma olmaz, karbon yanma olarak kalır. Dolayısıyla görüyorsunuz, insan da böyle kütle çekim gücü ile çekilir. Onun için mezhepler, dinler, tarikatlar, cemaatler, kulüpler, takımlar, uluslar, ırklar ve milletler kütle çekim gücüyle çalışır. Dolayısıyla kütle çekim gücü, en çok istismar edilen şeydir.

 

Kur’an’dan Kaliteye/Niteliğe Övgü

 

Kur’an’da niteliğe övgü var, biliyor musunuz? Tâlût ve Câlût Kıssası… Bakara Suresi 249. ayet. “Nice az ama kaliteli…” Orada, tırnak içinde, parantez içinde kullanıyorum çünkü söz geliminden bunu anlıyoruz. Kur’an, eliptik dil kullanır demiştim; eksiltili yani tasarruflu dil kullanır: “Nice az ama kaliteli topluluk”. Yani, “nice kalitesiz ama sayıca çok topluluğa galip gelir.” Tarih, buna çok şahit olmuştur. Onun için tarihi yapan yığınlar değil, kütleler değil; risk alan, emek veren kaliteli insanlardır. Peki, yığınları küçümseyelim mi? Hayır! Ben yığınların gafletini, delaletini ve cehaletini asla küçümsemem. Çünkü yığınların cehaletinin, linçlerinin ne büyük tahribatlar yaptığına bizzat benim hayatım şahittir.

 

Filleri yenen ebabiller, neyi ifade ediyordu? “Görmedin mi, Rabbin fil ordusunda ne yaptı?” Ne yapmış? Son ayeti de okuyalım: “Onları yenilmiş kurtların yediği ekin yaprakları -yani gazele- döndürmüş.” Evet, söylenen ne burada? Bakınız, çok ince bir nokta ve bugüne kadar buna ben de değinmedim. Benden başka değineni de görmedim. Ama çok önemli bir şey var. Fil ordusu, Ebrehe’nin ordusu değil mi? Ebrehe İbrahim’dir. Ebrehe ismi İbrahim’den bozmadır. İbrahim, Habeşistanlı bir komutan. Hristiyan bir ordu bu. Hristiyanlık adına geliyor Mekke’ye. Çünkü, Mekkelilerden iki kişi gitmişler ve orada kiliseye zarar vermişler veya pisletmişler. O da, ben de onların Kabe’sini yıkayım diye cezalandırmak için Kâbe’ye geliyor. Böyle bir ordu, fillerle geliyor. Evet ama saldırgan… Orada bireysel bir suç var, öbür tarafta ise sen gelip bir halkı kendi memleketinde basıyorsun, hem de fillerinle ve on binlerce ordunla gelip saldırganlık yapıyorsun. Yani savaş kışkırtıcılığı yapıyor, savaşın bizzat öznesi oluyorsun. Mekke halkının dini ne? Müşrik. Şirk dini. Peki gelen ordunun dini ne? Ehli kitap, Hristiyan… Kur’an’ın bile hukuk olarak ayrı bir statüye koyduğu ehli kitap. Müşriklerin kadınları ile evlenmeye izin vermeyen Kur’an, ehli kitapla evlenmeye izin verir. Yani, saldıran ordu ehli kitap bir ordu. Ama saldırılan memleket müşrik. Şimdi buyurun, helak olan taraf kitap ehli İbrahimî bir dinin (Hristiyan) mensupları. Saldırılan taraf cahiliye Mekke’sinin müşrik halkı. Kur’an din milliyetçiliği yapmaz. Farkında mısınız? Saldırganı kimliğine bakmadan mahkûm ediyor.

Peki hocam Rum Suresi’ne ne diyeceğiz? Rum Suresi de Bizans’ı destekliyordu. Kime karşı? Sasani İran’ına karşı. Aynı mantık, aynı ilke orada da geçerli. Evet, saldırgan Hristiyanlara karşı, karşı saldırıya maruz kalan müşrikleri savunuyor Kur’an. Hristiyanlara karşı müşrikleri… Kur’an, şirki savunmuyor; mazlumu savunuyor, saldırıya uğrayanı savunuyor. Meselenin öneminin farkında mısınız dostlar? Çok önemli bir ilkeden bahsediyorum. Altı elli kere çizilmesi gereken ve bu toplumun en yaralı olduğu konu bu. “Zulüm bizdense vardır bir hikmeti” diyenlerin ülkesi buralar. “Zulüm bizdense Allah o zulmün belasını versin” diyemeyenlerin ülkesi. Burada Kur’an, mazlumun dinine ve kimliğine bakmadan destekliyor dostlar.

Fil Suresi; zalimin ve mazlumun kimliğine, dinine, milliyetine bakmaksızın; kim zalim, kim mazlum oradan yola çıkarak bir zihniyet geliştiren suredir. Yani filler büyük, ebabiller küçük. Büyük diye filleri mi destekleyelim? Al sana tekâsür krizi! “Filler ve ebabiller”in sembolik dili budur işte. Fili olanı destekle. Niye? Nasıl olsa galip gelecek. Tıpkı Huneyn Savaşı’na katılan müşrik taburu gibi. Ne diyorlardı onlar? Müşrikler müellefe-i kulûb kontenjanından savaşa alınmışlar. Kalpleri İslam’a ısındırılacaklar. Ama yolda ne diyorlar birbirlerine biliyor musunuz? “Muhammed kazanırsa ganimete paydaş olalım ama kaybederse karşı tarafa geçeriz.” Kafa bu. Aynı kafa devam ediyor.

 

Filler ve Ebabiller Neyi İfade Eder?

Fil Suresi, “Zulüm bizdense ben bizden değilim”in Kur’ancasıdır. Hacım! Filler saldırırken sen neden ebabillerden yana değilsin? Filler sizden olunca her şey mubah, ebabiller karşı taraftan olunca lanetli mi? Öyle mi düşünüyorsun hacım!?

 

Tek İstisna Hayrı/İyiliği İstemektir

 

“Kevser”. Ne demekti? Çok hayır… Kevser insanlar ve ebter insanlardan bahsetmiştik, hatırlıyorsunuz değil mi? Hayırlarda yarışınız. İyi için çokluk kınanmıyor ki. Evet çok hayır isteyebilirsiniz, çok iyilik isteyebilirsiniz. En çok adalet, en çok insanlık istemekte ne kusur olabilir ki?! En çok hayır ve iyilik kınanır mı hiç? Onun için her “çok” kınanmıyor.

 

Cahiliyenin Tekâsür Krizi

 

Cahiliyede böyle bir kriz var. Var ki zaten bu sure gelmiş. Yani “çokluk tutkusu krizi”. Kur’an, “Malı üst üste yığmayı çok seviyorsunuz,” diyor. (Fecr 20) “Üst üste yığmak…” “Kella!” “Ne olur yapmayın; durun, durun yapmayın!” Niye? “Yer bir sarsılışta sarsıldığı zaman yığdıklarınız yıkılacak.” 45 senede yaptığınız, 45 saniyede yıkılır mı? Yıkılır… Gördük…

 

Bakara 96, “Onlar bin yıl yaşamak isterler,” diyordu. Yani, “İsterler ki bin yıl yaşayalım.” Nedir bu çok yaşamak? Bence kaliteli yaşamak iyidir. Öyle değil mi? Huzurlu ve sıhhatli… Allah hepimize huzurlu ve sıhhatli bir ömür versin. Biliyor musunuz, Kur’an’da “erzeli-l’umur” diye bir ayet var. Ömrün en rezil çağı demektir. Bebeğinizin altı kirlenir, yıkarsınız, bezlersiniz. Bu, sizi çok rahatsız etmez. Çünkü siz de bebekken öyleydiniz. Bu eşyanın tabiatıdır. Hatta anneler, yıkarlar ondan sonra kaldırıp bir de öperler. Ama yaşlı birine bunu yapamazsınız. Yaşlılık, bebeklik gibi değildir. Bebekler geç hastalanırlar, çabuk iyi olurlar. Yaşlılar çabuk hastalanırlar, geç iyi olurlar. Onun için yaşlılığın veya uzun ömrün hayırlısını istemek lazım. İnsan, akranları geçince öksüz kalır. Gerçek yetim ve öksüzlük akranlarınız gidincedir. Yanınızda yaşlanan çok yaşlılarınız vardır. Yüz yaşına vardıktan sonra falan bakarsınız gerçekten öksüzler, gerçekten yetimler. Ve ölüm için dua etmeye başlarlar. Evet, çok ilginçtir ki bu ayet, İsrailoğulları’nın Yahudileşmesiyle ilgili bir bölümde anlatılıyor.

 

“Arkadan çekiştirenler, hep mal biriktiren ve onu sürekli sayan tipler.” Evet, Hümeze-lumezeden bahseden ayetler. (Hümeze 1-2) Mal biriktiren bir tipin arkadan çekiştirmesi… Demek ki onun bir devamı olarak geliyor. Niye? İnsanın çokluk tutkusu öyle bir hale geliyor ki tıpkı Davud peygambere bir uyarıda olduğu gibi: “Senin doksan dokuz koyunun var. Karşıdakinin bir tane koyunu var, sen ona da göz dikmişsin, yapma ey Davud!” diyor. Kur’an, bir peygamber üzerinden böyle bir öğüt veriyor. “Çokluk tutkusu” böyle bir şeydir. 99’u ondadır fakat 1 tanesi öbüründedir. O biri de alacak. O biri de almadan içi rahat etmez. Korkunç bir hastalıktır bu.

 

Tüm Firavunlar, Çokluk Tutkusunun Esiridirler

 

Piramitler, on binlerin emeği ile yapılmıştır. Büyük piramit için bazı kaynaklarda otuz bin ila yüz bin arasında bir rakam veriliyor. Piramitler; on binlerin emeği, alın teri ve hayatı üzerinde yükselen türbe-mabetlerdir. Arapçası, “Ehrâmat”tır. Ehram ne demektir? Harem… Yani, kutsal mekân. Osmanlı’da da bu isimle anılırdı. Peki, bir mezar niye kutsal olur? Evet, firavunun mezarına piramit diyoruz. Ben birkaç kere girdim en büyük piramide. Firavunun lahit odasına kadar ulaştım. Ama o odaya girmeden önce sizi, huzuruna secde halinde istiyor. Secde halinde girebiliyorsunuz, başka türlü giremiyorsunuz… Ben de düşündüm ve aklıma “arka arka girmek” geldi. Arka arka girdim. Ben, insanların önünde hiç eğilmedim elhamdülillah. Eğilmemenin çok bedelini ödedim, hala ödüyorum. Ama Rabbimin huzuruna, “Senden başkasının önünde eğilmedim” diyerek gitmenin onurunu yaşayacağım inşallah.

 

Değil mi ki güçsüz mazluma karşı, güçlü zalimi savunmak; namussuz sayılmak için yeterlidir. Güçsüze karşı güçlünün sazını çalmak, namussuz sayılmak için yeterlidir. Haydi buyurun… Piramitleri oluşturan her bir taş, bir buçuk ila üç ton arasındadır. Bir piramitte bir milyon iki yüz bin taş vardır. Ve bu taşlar orada kesilmedi, çünkü bunların yatağı orada yok. Bunlar, uzakta kesilip Nil’in bir koluyla taşındılar. Ve piramitlerin olduğu Giza bölgesi, Kahire’nin en yüksek yeridir. Ve o taşları buraya çıkardılar. Her biri bir buçuk ila üç ton arası milyonlarca taş nasıl kesilir, insan gücüyle nasıl getirilir? Kim bu insanlar? Köleler, garibanlar, öksüzler, yoksullar, yetimler ve kimsesizler… Ne için? Bir adamın ölüsü gömülecek diye! En büyük ölüler: piramitler. En büyük tekâsür…

 

En yüksek bizde de var. Bu dağın ismi: Nemrut Dağı. Görmüşsünüzdür. Ben de birkaç kere çıktım. Mutlaka gidin, mutlaka görün. Çünkü “Kul sîrû fî-l-ardi” emri hepimiz için geçerli. “Deki: ‘Gezip dolaşın yeryüzünü.’ ” “Mücrimlerin sonu, akıbeti ne olmuş görün.” “Nemrut Dağı” aslında cehaletin eseri bir isimlendirme. Nemrut ile bunun bir alakası yok. Milat öncesinde, 1. yüzyıla denk gelen bir tarih. Komagene kralları dönemi. Çok yeni yani. Nemrut: Hz. İbrahim ile ilişkilendirilen Kral, yani Sargun. Fakat milattan önce 2200-2300 nerede, milattan önce 100 nerede. Dolayısıyla burası Komagene krallarından birinin mezarı. Dağın tepesine insan gücüyle, bir dağ daha yapmış farkında mısınız? Evet, mozole bunun içinde, lahit bunun içinde.

 

En büyük! Titanik. Hazreti Titanik (!) Yapıldığında 20. yüzyılın başları. Geminin yapıldığı yere ben gittim. İrlanda’da yapılıyor. Yaparken iddia şu: “Dünyanın en büyük gemisini yapmak!” Yani burada en büyük iyilik, en büyük hayır, en büyük güzellik vesaire yok. Burada büyüklük tutkusu var. Bir meydan okuma var. Kur’an’da yerilen, kınanan bu. Sonrası malum, içindeki elit yolcuları ile birlikte bir buzdağına çarparak batıyor. Öyle yolcular ki yanlarına mücevher ve para, altın, gümüş kutularını da almışlar. Titanic ile birlikte bir servetin de battığını biliyor musunuz? Dolayısıyla en büyüklük tutkusu, büyük batıyor.

 

En büyük zayiat: atom bombası. Neydi atom bombasını yaptıran saik? “Bir bomba atalım, en büyük zayiatı verelim, teslim olsunlar.” Öyle oldu nitekim. “Kötü mü oldu?” diyeceksiniz. Atom bombasının atılması çok kötü oldu ama savaşın bitmesi de iyi oldu. Savaşın bitmesi için bir tarafın teslim olması gerekiyorsa olsun. Çünkü savaşın galibi olmaz. Savaşın, galibi de mağluptur. Evet, ama atom bombasını kim bana övebilir ki? Hangi insan; insanları çekirgeler gibi, karıncalar gibi -karıncalar da öldürülmez- öldürmeyi övebilir ki bana?! Evet, bana silah övmesin. Evet, caydırıcılık ayrı bir şey ama savaşlar övülecek bir şey değildir. Allah Rasulü iki tür ismi değiştirdi: Biri içinde put ismi olan isimler; Abdüluzzâ, Abdullat, Abdulmenat gibi. İkincisi ise harp isimleri; ismi “Savaş” olanın ismini değiştirdi. Buyurun, size savaş karşıtlığı. Allah Rasulü, çok savaşa katıldı fakat hiç eline alıp da adam öldürdüğünü okudunuz mu? Eğer adam öldürmek savaşta çok makbul bir şeyse Rasulullah bu makbul ve çok sevaplı şeyden yüz çevirmiş olmuyor mu?

 

En hızlı: Sesten hızlı ilk yolcu uçağı Concorde’un feci sonu. Bu sefer de çok ilginçtir, Fransızlar yaptı. Mutlaka bir konsorsiyumdur. “Sesten hızlı ilk uçak!”, iddia buydu. “En hızlı uçağını yapacağız dünyanın,” dediler. Ve son seferi nasıl oldu biliyor musunuz? Avrupa’nın elit tabakası 109 yolcu. Uçağın düştüğü yerdekilerle birlikte 114 ölü. Avrupa’da en büyük iş adamları, en büyük ailelerinin çocukları veya patronları ve CEO’lar bu uçağın yolcusuydu.

 

En yüksek: Zemzem Towers, Tureng Towers -yanlış anlaşılmasın diye almadım- ve ikiz kuleler; yapıldıkları dönemde, dünyanın en yükseği olma iddiası ile yapıldılar. Ve 11 Eylül’de biliyorsunuz başına ne geldi. “En yüksek bizim!” Bakınız, görüyorsunuz değil mi? Kâbe: en çukurda, en sade, en şatafatsız, en tantanasız; tevhid gibi en yalın.  Kâbe’yi gören var mı o binaların arasında? Bir de bunu, geldiler burada pazarladılar iyi mi? Evet 33 kat, 1315 oda!

 

Hac öldü; sizlere ömür. “VİP hacılık” icat oldu. Vip hacı nasıl bir şey? Yedi yıldızlı hac parası olan, günahlarını daha iyi mi yıkatır hacım? Yani ey hacım, sen şöyle mi düşünüyorsun, bazılarının cebinde 5 bin euro’su yok diye hiç günahını yıkayamayacak mı? Allah torpil mi geçer hacım? Yoksa bu Allah, sadece zenginleri mi seviyor hacım? Fakirleri sevmez mi hiç? Adamın yüreği Kâbe’de ama kendi hiç gidemiyor, onların haccı ne olacak hacım, hiç düşündün mü sen? Kâbe orada bakın: nasıl da mütevazi, nasıl da sade, nasıl da en çukurda. En çukura mı yapılır ey İbrahim! Bulamadın mı bir tepe? Evet ya, en çukura yapılır… “Ya Rabbi, sana ne kadar şükretmek istesem de yine de beceremediğimin farkındayım!” mesajıdır bu. Bu İbrahim mesajıdır, bu Hanîf mesajıdır…

 

KALİTEYİ ÖVEN KUR’AN’A KARŞI DEVRİM

 

Nicelik/Kantite Dininin İcadı

 

Evet, karşı din. “Dine karşı din”. Ali Şeriati üstadı rahmetle analım. “Evlenin, çoğalın; çünkü ben kıyamette ümmetimin çokluğuyla sevineceğim.” Tanıdığım Allah Rasulü böyle bir lafı söylemekten münezzeh, böyle bir lafı söylemez. Bu laf onun ağzını konulmuş düpedüz bir yalandır. Bunu uyduran zihniyet en çok Müslüman öldüren değil mi? Buna hadis diye inananlar, en çok Müslüman’ı tekfir edip öldürenler! Çok ilginç değil mi? Evet, çoğalıyorsunuz da çoğalamıyorsunuz ki! Bir kısmınız, öbür kısmınızı öldürüyor. “Bizim mezhepten değilsin, karşı mezheptensin” diye öldürüyor. Karşı mezhepten olursa kâfir oluyor zaten. “Bizim ideolojiden değilsin” diye öldürüyor. “Bizim meşrepten değilsin” diye öldürüyor. “Bizim siyasetten değilsin, muhalifsin” diye öldürüyor ama öldürüyor efendim… Tarihteki savaşlara bakın. Müslüman’ın Müslüman’ı öldürdüğü savaşların; Müslüman’ı, kâfirin öldürdüğü savaşlardan on kat daha fazla olduğunu biliyor musunuz? Nebi, tavşan gibi çoğalmamızı arzulamış olabilir mi? Bunu arzulayan İsrailoğulları, yani Medine Yahudileriydi. Yahudi fıkhında, doğum kontrolü haramdır. Niye? Çünkü Yahudilerde nüfus sorunu, ta Babil’den beri var. Babil Talmudu’nda onun için nüfus planlaması yapanı tanrının 7 kat lanetine uğratmışlardır. Niye? Nüfus lazım. Adamlar nüfus arttırma planlaması yapıyor. Yahudiler “küçük cinayet” diyorlardı ve Allah Rasulü bunu reddetti. “Yahudileşme Temayülü”nde bu konuda paragraflarım var, merak eden ayrıntıları ve kaynakları okuyabilir. Şimdi öyle değil miyiz? Toplumumuzun insanlığa katkısı ne? Tavşan gibi ürüyoruz. Şu an dünyadaki mutluluğa, ahlâka, insanlığa, bilime, üretime katkımız ne? Biz varız diye dünya daha iyi bir yer haline geldi mi, yoksa tam tersi mi? Bir milyar yedi yüz milyonuz, bir milyar yedi yüz milyonluk ne ürettik? Sizi uyandıranları istemiyorlar, sizi uyutanları istiyorlar.

 

Hadis Çoğaltma Çılgınlığı

 

İlk halifenin önce toplatıp sonra yaktığı hadis sayısı 500. Ebubekir Es-Sıddık, hadisleri vefat etmeden evvel toplatmış. Vefat ettiği gün de kızı Ayşe’ye yaktırmış.

Ebu Hureyre on dokuz ayda, sahabenin en çok hadis rivayet edeni olmuş. Ebu Hureyre’nin, Allah Resul’ünün yanına gelişi Hayber’den sonradır. 19 ayda sahabenin en çok hadis rivayet edeni ve karın tokluğuna gelmiş. Ama bu karın tokluğu öyle bir karın tokluğu ki Muaviye’nin baş danışmanlığına ve valiliğine gelip iş dayandığında demişler: “Ebu Hureyre, sen niye Ali’nin arkasında namaz kılıyordun? Medine’de neden Muaviye’nin valisi oldun?” “Ali’nin arkasında namaz güzel de…” demiş, “Muaviye’nin sofrası da çok yağlı…” Bizim Seyrani’nin çok güzel bir beyti var: “Ermeni’nin, Rum’un, yağlı kesesi kaypak Müslüman’ı dinden çıkarır,” diye, güzel değil mi?

 

İbn Hanbel’in ezberindeki hadis sayısı 100.000 imiş. Et-Taratip’te Kettani söylüyor.

Ebu Davud, hadis derlemesini 100.000 hadis içinden seçmiş. Müslim, kitabını 300.000 hadis içinden seçmiş. Bakınız, bunların hiçbirisinin ana dili Arapça değil. Kütüb-i Sitte’nin, yani altı kitabın altısının sahibi de İran kültürü ile yetişmiş insanlar. İrancı ben oluyorum bu arada (!)

 

İbn Hanbel’e, “Kişi 100.000 hadis yazınca fetva verebilir mi?” diye sorulmuş. İbn-i Hanbel kim? Arap. Ama dört dedesi İran kültürü ile ağzına kadar dolmuş, sadece soyu Arap. Kültürü ise İran-Mecusi kültürü. Merv’de doğmuş ve büyümüş. Dedesi Haccac’ın Serahs valisi. “Hayır,” demiş, 200.000’e de “Hayır,” demiş, 300.000’e “Umarım,” demiş. Yani, üç yüz bin hadis ezberleyince fetva verebilir. Aman Allah’ım! Bu doğruysa bir felaket, yalansa da bin felaket…

 

Buhari, kitabını 600.000 hadis arasından seçmiş; Ahmed b. Hanbel, Müsned’i 750.000 hadisten seçmiş. Süyuti, Simar’da söylüyor. İbn Hanbel’e göre 700.000 hadis sahih olarak nakledilmiş. (İbn Cevzi, Sayd-lhatr’da) Ebu Zür’a -bunu da Ahmed b. Hanbel söylüyor, onun talebesi olur- 1.000.000 hadis ezberlemiş. Açık arttırma devam ediyor. 500’den başladık, açık arttırma ile bir milyona geldik. Evet, bunu da Süyuti söylüyor. Aynı kaynakta İbn Hanbel’e göre hadislerin toplamı 1.200.000 imiş. Ebu Zür’a 800.000’ini ezberlemiş. Ebu Zür’a’ya göre Ahmed b. Hanbel 1.000.000 hadis ezberlemiş. Yahya b. Main, “Elimle 1.000.000 hadis yazdım,” diyor. Yalan söylüyor canım, bu kadar basit yani, yalan söylüyor. Zaten yazdıysa nerede? Şu ana kadar birike birike bir buçuk milyona ulaştı ve hâlâ imalat devam ediyor. O da ayrı bir mesele. Açık artırmada ihale el-Medini’de kalıyor. El-Medini 10.000.000 hadis olduğunu söylemiş. 500’den 10 milyona nasıl geldik?! Evet dostlar, gördüğünüz gibi tekâsür krizi… Ne olacak? Yani Allah Rasulü’nü gece gündüz konuştursak -Medine de 10 yılı var zaten- yetmez, inanın yetmez!

 

Süfyan-ı Sevrî ölmeden, tarihi bir itirafta bulunmuştur. Kendisi İmam-ı Azam’ı tekfir eden bir hadisçidir. Süfyan ismine bakar mısın? Süfyaniler, Emevilerin lakabıdır. Nasıl bir baba ki oğlunun adını Süfyan koyar, o da ayrı bir mesele! Bu, onlardan biri ama meseleyi görmüş ve insaf ehli bir adammış. Diyor ki: “Hadiste hayır olsaydı, zamanla azalırlardı. Bunlar şerdir, bütün şerler gibi zamanla çoğalmışlardır.” Nakleden de Zehebî. Beyan’da naklediyor. 192’de ölen hadisçi Abdullah b. İdris şöyle der: “Biz, ‘Çok hadis rivayet etmek delilikti,’ derdik.” Bunu da Hatib Bağdadî naklediyor.

 

Sahabe Çoğaltma Yarışı

 

Kettani, “Kaç tane sahabe vardı?” sorusunu sorar ve et-Teratibu’l İdariye’sinde rakamı 7.000’den açar. Kapanışta açık artırmayı 140.000 bin ile bitirir. Çoğaltma hastalığı diyorum ya…

 

Mucize Çoğaltma Hastalığı

 

Kur’an inerken varlığın tamamı ayetti. Allah Rasulü’ne atfen sıfır mucize vardı. İsra 59 bunu söylüyor: “Senden öncekilere inanmadıkları için sana mucize vermedik.” Kur’an mucize isteyenlere soruyor: “Kur’an onlara yetmedi mi?” (Ankebut 51) İlk 150 yıl “mucize” kelimesi yok. Bu kavramın kendisi Arapça ancak Arapçada da yok. Mucize, “aciz bırakan” demektir. 179’da ölen Malik’in Muvattaın’da mucize kelimesi geçmeden üç olağanüstü olay şöyle sayılıyor: İkisi yemeğin bereketlenmesiyle, üçüncüsü ise suyun bereketlenmesiyle. Bu rivayetten başka bir olağanüstülük yok. Hicri 3. yüzyılda 11’e çıkıyor. Yine mucize kelimesi yok. 9 ünlü hadis kitabında tek bir “mucize babı/kitabı” yok. Tek bir “mucize” kavramı kullanılmıyor. Hicri 4. yüzyılda “mucize” kelimesi, Müslüman literatürüne Hristiyanlardan ve Yahudilerden giriyor. Adında “mucize” kavramının geçtiği ilk kitaplar miladi 12. y.y.da yazılmaya başlandı. Nasıl buldunuz? Miladi 12. yüzyıla kadar mucize kavramı yok dostlarım. Rasulullah’ın mucizesi adı altında sayı önce 3.000’e sonra 30.000’lere çıkıyor! Yani imalat devam ediyor. Bugün de devam ediyor.

 

Tekâsür Virüsünü İbadetlere Bulaştırmak

 

Cuma günü kılınan toplu öğle namazını nasıl ve kim 16 rekâta çıkardı? Allah Rasulü iki rekât kılardı. Canı isterse bir iki rekât da hanesinde nafile kılardı. Kim girdi bu tekâsür krizine? Cuma günü kılınan öğle namazını kim 16 rekâta çıkardı? Evet! Onlar, sorumluluklarının üstünü örtmek için namazı kullandılar.

 

“Kul hakkı” diye bir namaz uyduran dinci; tüm kulların kanı, ırzı, malı heder olsa kılı kıpırdar mı?

 

“Üç aylar” adıyla müşriklerin putlarına adadığı Recep ayını kim oruç paketine dahil etti? Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hazırladığı bir ansiklopedi var. Diyanet’e söyleyin de kendi hazırladığı ansiklopedinin “Recep Ayı” maddesini bir okusun. Vah ki ne vah!

 

Hac ve umre motoru olmayı marifet sayan “hacı abi”ler, Abdullah b. Mübarek’i bilirler mi? İmam-ı Azam’ın arkadaşlarındandı. Hacca gitmeye karar verdi. Bağdat’tan maiyetiyle birlikte yola çıktı. Yolda geceledikleri bir yerde üstadın gözü bir olaya denk geldi. Bir barakanın kapısı açılıp açılıp örtülüyor, bir kız çocuğu en sonunda ürkek bir güvercin gibi çıkıyor, yolun ortasında ölmüş bir kuşu alıyor, kim görüp-görmedi diye etrafını kolaçan ederek kimseye çaktırmadan barakasına geri geliyordu. Abdullah b. Mübarek, yanındakilerden birini gönderdi ve “Şu evde ne olup bitiyor bana öğren,” dedi. Adam geldi, baktı ki üç dört tane yetim. O kız hepsinin büyüğü. O da çocuk ve tencerede o ölü kuş kaynıyor. “Nedir durumunuz?” diye sordu. “Annemiz ve babamız öldü, bize bakan hiç kimsemiz yok. Bu kardeşlerim bana kaldı ve kardeşlerimi doyurmak için şu kadar günden beri oyalıyorum. En sonunda bu ölü kuşu buldum da onlara yemek yaptım.” Abdullah bin Mübarek vekil harcına döndü dedi ki: “Bağdat’a dönmek için ne kadar para lazım?” “Şu kadar.” “Onu ayır, geri kalanların hepsini bunlara ver, haydi dönüyoruz” dedi. “Bu bizim haccımızdır.” Ne dersiniz? Hangi hac daha makbul?

 

Tekasür Virüsünün Bulaşmadığı Yer Yok

 

Falan âlim, her gece Kur’an’ı 40 kere hatmedermiş! Hani Yahudi demiş ya “Ya dayak yemedin ya sayı saymayı bilmiyorsun?” Kur’an bir gecede 40 kere nasıl hatim edilir? Allah’tan kork 600 sayfa, 6336 ayet… Okunabilirlik için bir zaman lazım, yani daha aşağıda okunamaz. Siz nasıl bir yalancısınız? Bu yalanla bile söylediklerinizi aptal yerine koyduğunuz açık. Demek ki muhataplarınızda bu kadar aptallık görüyorsunuz. Başka bir imam, bir gecede yatsı abdestiyle 1000 rekât namaz kılardı. İmam Ebu Hanife için deniliyor bu. Bu, İmam Ebu Hanife’ye hakarettir. Bu, marifet falan değildir. Bu namaz motoru olmaktır. 4444 baştan sona şirk olan salat-ı tefriciyye oku, her derde devadır. Öyle mi? “O peygamber üzerine salat olsun ki tüm düğümler onunla çözülür, tüm sıkıntılardan onunla çıkılır, her ihtiyaç onunla karşılanır.” Nasıl buldunuz? Allah beni affetsin değil mi? Bir günah işledim az önce farkında mısınız? Milyarlarla telaffuz edilen salavat zincirleri organize etme çılgınlığına ne dersiniz? Nasıl bir şey bu Allah aşkına! Tekâsür krizi bu değilse nedir? Çoğaltma tutkusu! Sayılara tapma, sayıları Allah ilan etme tutkusu. Bir insan, sevdiğine götürdüğünü sayar mı ya? “La ilahe illallah” diyeceksin, bir de onu sayacaksın! Allah Rasulü hiç saymadı. Yok böyle bir şey! Tesbih ile çekilen o 33 Hristiyanlardan alındı. Evet, ben de bilmiyordum, daha sonra araştırınca öğrendim. Meğer 33 Hristiyanlıkta kutsal rakammış. İsa’nın mucize sayısı 33’müş. Derviş elinde boncuğu çeviriyormuş, “La ilahe illallah veya Allah Allah.” Otomatiğe bağlayınca “La ilahe illallah” pek olmuyor, “laylala” oluyor. Oradan hanım kızın biri de elinde elma sepeti, sevdiğine götürüyormuş. Bakmış, derviş boncuk çeviriyor. Adam buna dönüp, “Nereye gidiyorsun?” demiş. “Sevdiğime elma götürüyorum,” demiş. “Saydın mı? Kaç tane elma var?” O da demiş ki: “Dede, insan sevdiğine götürdüğü elmayı sayar mı hiç?” Derviş öyle hafifçe eğilmiş, boncuğun ipini kırmış. Boncuğun ipini kırın!

 

Çokluğa Tapıp Adını “Allah” Koymak

Kimin cenazesi kalabalıksa bu onun cennetlik oluşuna delalet eder. Açın kitapları, bahisleri okursunuz. Bir soru: Peygamber’in cenazesinde kimse yoktu, ne olacak şimdi? Bu, cumhurun görüşü, yani “icma” diye bir hukuk kaynağı. Fıkıhta cumhur diye bir kaynak var. Cumhurun, yani çoğunluğun görüşü. Çoğunluğun! Hak çokta mıydı? Çoğunluk olması bir görüşü haklı kılar mı? Öyle bir şey var mı? Tarih boyunca, hak mücadelesi veren -peygamberler başta- dertleri çokluk muydu, azlık mıydı? Bir bakın. Siz neyin peşindesiniz? İcmâ: toplam, topluluk. Böyle bir delil mi var? Sünni imamlar arasında icmânın bir delil olmadığını söyleyenler var. İcmayı reddedenler var. Daha İbn Hazm’a, Davut Zahiri’ye gelmedik… Sünni imamlar arasında icmanın delil olmadığını söyleyenler var ama bize “Edille-i Erba’a”yı (kitap, sünnet, icma, kıyas) bir din gibi ezberletenlere ne diyelim? Kurtubi’ye göre “cumhurun görüşü” olan, Razi’ye göre “çöp”. Evet öyle, birçok örnek verebilirim.

 

“Sevâd-ı A’zam” (Büyük Karaltı) dini. Bizon sürüsü mü bu? Böyle bir külliyat var, biliyor musunuz? Sevâd-ı Azam, “büyük karaltı” demek. Yani, çokluk hakmış, mantık bu! Ehl-i Sünnet’i anladık, peki “ve’l-Cemaat”? Cemaat ne oluyor? “Ehl-i cinnet ve’l-cinayet” gibi! Cemaat; yani kalabalık, yani kitle, yani kütle… “Çok” ile “hak” yer değiştirince çok, hak oluyor; hak, yok mu oluyor? Yok oluyor tabii…

 

94. Sayı/Başyazı

(2024)

 

 

Follow