Dr. Mehmet Birsin*
İlk sayıda yayımlanan makalemizde Kur’an’ın insan şahsiyetini inşa siyasetini incelemiştik. Müslüman şahsiyetin inşası ile birlikte ortaya çıkan ikinci aşama toplumsal hayattır. Çünkü tüm yaratılmışlar kendilerine özgü bir toplum içerisinde bulunurlar. Yüce yaratıcının kendilerine özgü bir topluluk olabilmeleri için varlığa verdiği niteliklerin tahlili insan toplumunun kavranmasına zemin hazırlar. Bu nedenle incelememizde bu değerlendirmeler yapılmış, akabinde ise insan toplumu hakkında Kur'an'ın ortaya koyduğu ilkeler gözden geçirilmiştir. İman üzere kurulan örnek toplum ise bütün bu özellikleri içselleştiren bir toplum olarak ortaya çıkar. Ancak Kur'an'ın yol göstericiliği altında oluştuğu için daha iradi bir birlikteliği temsil eder.
Genel kabul gören bakış açısına göre toplumsal hayat, insanın, doğası gereği sosyal (tab'an medeni) bir varlık oluşunun sonucudur.[1] Bu temel tespit, toplumsal hayatı zorunlu kılan iki temel öğeyi barındırmaktadır. Bunlardan ilki, toplumsal hayatın, insanın biyolojik varlığını sürdürebilmesi için gerekli olan ihtiyaçların temin edilmesinin ön şartı olduğudur. Çünkü en güçlü ve yetenekli kişiler dahi hayatın gerektirdiği yüzlerce farklı ihtiyacı bütün becerilerine karşın kendi başına karşılayamazlar. Diğeri ise, daha ziyade insana özgü bir ihtiyaç olan duygusal ihtiyaçlarının karşılanmasıyla ilgilidir. Hakikatte birçok canlı türü bu iki temel ihtiyacı karşılamak için 'sürü' dediğimiz bir oluşum içerisinde birlikte hareket ederler. Bu yönüyle canlılar ortak bir durumun gözlendiği söylenebilir. Ancak Kur'an'ın ifade ettiği üzere Âdem tüm varlıklardan ayrıştırılıp seçilmiş (istifa) ve üstün kılınmıştır.[2] Âdem'in seçildiğini ifade eden 'istifa' kavramı diğer varlıklardan ahlaki üstünlüğün yanı sıra ontolojik bir üstünlüğü ifade eden meziyet ve niteliklere de işaret etmektedir.[3] Bu üstünlük, insani toplumun diğer birlikteliklerden ayrışıp gelişime açık akli bir birliktelik şeklinde ortaya çıkmasına yol açmaktadır.
Kur'an, toplumsal hayatın farklılıklardan doğan bir birlik olduğunu ifade eder. Bu farklılık her şeyin çift yaratılmış olmasından başlar, insanlar arasındaki yetenek ve eğilim farklılıklarına dahası inanç farklılıklarına kadar uzanır. İşte toplumsal hayat bütün bu farklılıkları tevhit eden bir birliktir. Bir cümle içerisinde özetlemeye çalıştığımız Kur'an'ın yaklaşımının açılımı için aşağıdaki âyetlere bakmak yeterlidir.
Kur'an'ın birçok âyetinde varlığın 'çift' (zevc/zevceyn) olarak yaratıldığı ifade edilmektedir. 'Çift' oluş, erkek-kadın cinsinin birlikte oluşunu, soğuk ve sıcak, karanlık ve aydınlık, atı ve eksi çekim ve elektrik gücünü, atomun yapısındaki artı ve eksi yükleri içerisine alan geniş bir kavramdır. Varlığın birbirini tamamlayan karşıtlarıyla yaratıldığını ifade eder.
"Ve her şeyin çiftini (karşıtını) yarattık ki düşünüp ibret alasınız"(Zariyat, 51/49)
"Toprağın verdiği her türlü ürünü, insanların bizzat kendilerini ve hakkında [henüz] bilgi sahibi olmadıkları şeyleri çift çift yaratan Allah ne yücedir!" Yasin, 36/36
"Yeryüzünü yayıp genişleten ve onun üzerine yerinden oynatılmaz dağlar yerleştirip vadilerinden nehirler akıtan ve orada her tür bitkiden iki cins yaratan ve gündüzü geceyle örtüp bürüyen O'dur. Doğrusu, bütün bunlarda, düşünen insanlar için mutlaka (çıkarılacak) dersler vardır!" (Ra'd, 13/3
Tek olan var edici kudrettir. Bu nedenle Yunan mitolojilerinde anlatılan bir tanrılar toplumundan ve aralarında geçen rekabete dayalı bir mücadeleden söz edilemez. Diğer tüm varlıklar 'çift' olarak var edildikleri için bir topluk, diğer bir ifadeyle kendilerine özgü bir 'toplum' halinde bulunmak zorundadırlar.
Kur'an, yeryüzündeki akli toplumun kurucusu olan insanın da aynı özden ancak birbirini bütünleyen 'çift'ler şeklinde yaratıldığı belirtmektedir. Aynı özden olduğuna vurgu yaparak cinsler arası üstünlük iddialarına ve 'cinsiyet ırkçılığına' kapıyı kapatırken, aralarındaki farklılık sayesinde de birbirlerini tamamlayarak ilk toplumun oluşturucu unsurları olduklarını haber vermiştir: "Ey insanlar! Sizi bir tek canlıdan/özden (nefs) yaratan, ondan eşini var eden ve her ikisinden pek çok kadın ve erkek meydana getiren Rabbinize karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun."(Nisa,4/1) Bu şekilde insan toplumunu iki farklı cinsin birlikteliğine dayandırmıştır.
Toplum olgusu yalnızca cinsiyet faklılığını aşan bir birlik değildir. Bu birlik bireysel yetenek ve eğilim farklılıklarını da canlı bir organizmaya benzer bir düzen içerisinde bir arada tutarak oluşur. Farklılıkları yok etmek değil, bu farklılıkların toplumsal düzene hizmet etmesini sağlayacak bir bakış açısı ile ele alınması gerekmektedir. Son nebinin ekonomik ve sosyal statüsünü tartışma konusu yapan ve risaleti Mekkeli Velid b. Muğîre ve Taifli Urve b. Mes'ûd es-Sekâfî gibi bölgenin ileri gelenlerine verilmesi gerektiğini savunan Mekkeli müşriklere Kur'an bu bakış açısını hatırlatmaktadır: "Rabbinin rahmetini yoksa onlar mı bölüştürüyorlar? [Hayır, nasıl ki] bu dünyada geçim araçlarını onlar arasında bölüştüren ve bir kısmının diğer kısmından hizmet [satın] alması için diğerlerinden [sosyal] statü bakımından (derecât) yükselten biziz; [aynı şekilde, dilediğimize manevî bağışlarda bulunan da biziz]: Rabbinin bu rahmeti, onların yığabilecekleri bütün [dünyevî servetler]den daha hayırlıdır." (Zuhruf, 43/32). Bunun gibi hakkaniyet sınırlarına tecavüz etmediği ve hak gaspına yol açan bir kasta dönüşmediği sürece doğal yeteneklere göre oluşan toplumsal farklılıklara rıza gösterilmesi gerektiğini bildirmektedir: "O halde Allah'ın kimilerinize diğerlerinden daha fazla bağışladığı nimetlere imrenmeyin. Erkekler kendi kazançlarından bir fayda sağlarlar, kadınlar da kendi kazançlarından... Bu nedenle lütfu[ndan size bahşetmesini] Allah'tan dileyin; şüphesiz Allah, her şeyin tam bilgisine maliktir." (Nisa, 4/32).
Toplumun oluşması için farklılığın, toplum düzeninin devamı için bireylerin yetenek ve eğilimlerine göre oluşmuş ancak kasta dönüşmemiş sosyal/siyasal statülerin doğal olduğunu ifade eden Kur'an, yukarıdan aşağıya doğru gerçekleşen bir himaye sistemine sıklıkla vurgu yapar. Bunu zekât, sadaka ve infak gibi kavramlarla dinin temel ilkeleri haline getirir. Çünkü toplumsal hayat insan hayatı için zorunlu ise de insan, yalnızca bu dünya ile sınırlı bir hayata sahip değildir. Bütün konumları ve statüleri aşan yüce Rabbe kul oluş bütün insanları birleştiren ortak paydadır. Üstelik dünya hayatındaki yetenek ve beceriler bizatihi Allah katındaki değerin ifadesi değildir. Onun nazarında asıl meziyet bulunduğu konuma uygun doğru davranışı gerçekleştirmektir.
Daha geniş imkânlara sahip olanların bu imkânları yoksun olanlarla paylaşması gerekir. Çünkü sosyal himaye, toplumsal düzenin, dahası toplumsal hayatın varlığını sürdürebilmesi için rasyonel bir zorunluluktur. Bu nedenle Kur'an, mülkiyetin doğurduğu bencillik duygularını aşmaya davet etmektedir.
Kur'an insanlık toplumunun tek kökenden doğup geldiğini Âdem kıssasıyla anlatır. Ancak tek kökenden onlarca yüzlerce farklı yeni kökenlerin doğabileceğini de kabul eder. İnsanların kavimlere, kabilelere ve milletlere bölünerek devam eden serüvenini realist bir yöntemle kabul etmekten öte bir yaklaşım ortaya koyarak bu farklılıkların, Allah'ın kudretinin bir nişanesi olarak algılanması gerektiğini beyan eder. Farklılıkların yok edilmesini istemediği gibi bu farklılıkların fetişleştirilmesini, kutsanıp düşmanlık aracına dönüştürülmesini de kabul etmez. İnsanlık toplumu diğer farklılıklarının yanı sıra etnik farklılıklara da sahip olacaktır. Bu farklılıkların ortadan kaldırılmasına imkân yoktur. O halde bakış açılarını tashih etmek gerekmektedir. Bu bakış açısını ise çok özlü bir şekilde önümüze koymaktadır:
"Ey insanlar! Sizi bir erkek ile bir kadından yarattık. Sonra sizi tanışasınız diye milletler ve kabileler haline getirdik. Allah katında en şerefliniz ise Allah'tan en çok sakınanızdır. Allah her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır." (Hucurât, 49/13)
Kur'an insan toplumunun başlangıçta tek bir 'ümmet' olduğuna sıklıkla vurgu yapar. Çünkü 'tek toplumu' birden fazla topluma dönüştüren birçok neden vardır. Soy ve milliyet farklılığı bu farklılaşma nedenlerinden yalnızca biridir. Kur'an tanışmayı kolaylaştırıcı bir işlevinin olduğunu belirttiği soy ve milliyet farklılaşmasını birleşme ve kaynaşmaya engel görmez. Çünkü 'çokluk içinde birlik' ilkesinin gerçekleştiği alanlardan biridir.
Tek toplum (ümmet) oluş, başlangıçta aynı köken, aynı inanç ve değerler sistemine bağlı oluş ile mümkün olmuştu. Ancak bu akıl, irade ve tutku (heva) sahibi kılınmış insanlar için sürdürülebilir bir durum değildi. Bu nedenle çeşitli konularda ayrılığa düşmüşler ve aralarında doğru hükmü vermesi için peygamberler gönderilmiştir. Hevanın beslediği haddi aşma ve hak ettiği ile yetinmeme (bağy) bütün uyarıcılara rağmen insanların tek bir 'ümmet' olmalarına imkân vermemiştir. (Bakara, 2/213) Bu durum arzulanan ve yüceltilen bir durum değildir, ancak insanların irade sahibi oluşlarına ilişkin önceden verilmiş ilahi takdirin yansımasıdır. (Yunus, 10/19)
Bu aşamadan sonra Kur'an toplumsal hayatdaki farklılıkların kültürel boyutlarının da altını çizmektedir. Bütün insanların aynı kültür ve inanç havzası içerisinde eritilmesinin mümkün olmadığını ifade etmektedir. Diğer bir ifadeyle ilahi irade, insanlığın tek inanç ve kültür sistemi içerisinde toplanmalarını değil, tercihlerine uygun toplumlar oluşturmalarını takdir etmiştir: "Eğer Rabbin dilemiş olsaydı insanları tek bir 'ümmet' yapardı. Ancak Rabbinin merhamet ettikleri hariç [özgür bıraktığı için] hala farklı görüşler benimsemektedirler." (Hûd, 11/118-119) Zemahşeri'nin söylediği gibi bu âyet Allah'ın insanları hak din üzerinde toplanmaya icbar etmediğini bunun yerine teklifin esası olan seçme yetisini (ihtiyar) ile donattığının delilidir. Bunun sonucunda bir kısmı hakkı bir kısmı ise batıl olanı tercih etmektedir.[4] Razi âyeti tefsir ederken insanlar arasındaki farklılıkları yanlıca inanç farklılığı ile sınırlı tutmamaktadır. Bu farklılıklara ahlak ve eylem farklılıklarını[5] da ilave etmektedir ki bu durum irade sahibi oluşun doğal bir yansımasıdır.
Kur'an, din, tarih, gelenek ve kültür vs. gibi unsurlarının insan toplumlarının farklılaşmasında etki sahibi olduğunu teyit ettikten sonra, fanatik bir yobazlıkla farklı olanı imha etmeyi değil, hayırlı olanda yarışmayı salık vermektedir:
"Biz, her biriniz için bir genel yol (şir'a) ve özel bir uygulama biçimi (minhac) belirledik. Eğer Allah dileseydi, hepinizi bir tek topluluk yapardı: ama indirdikleri aracılığıyla sizi sınamak için [başka türlü diledi]. O halde hayırlı işlerde yarışın! Hepinizin dönüşü Allah'adır; o zaman Allah, ayrılığa düştüğünüz şeyleri size gösterecektir. (Maide, 5/48)
'Şir'a' ve 'minhac' ifadeleri müfessirler tarafından ele alınıp temelde üç semavi din arasındaki farklılıkların hangi boyutuyla ilgili olduğu saptanmaya çalışılmıştır. Arap dilinde şeriat "insanların girip kendisinden su içtikleri su arkı"[6] ve "hayatın kaynağı olan suya giden yol"[7] için kullanılmaktadır. Terim olarak ise, Razi'nin ifadesiyle 'Allah'ın mükelleflerden uygulamalarını zorunlu (farz) kıldığı şeyleri"[8] Cessâs'ın ifadesiyle de "vahiy yoluyla gelip kendisiyle Allah'a kulluk edilen şeyleri"[9] kapsamaktadır. Suyun dünyevi hayatın kaynağı oluşu gibi vahiy yoluyla gelip kulluk yolunu açıklayan bu kurallar da ebedi hayatda nimete ermenin yoludur. Bu anlamda şeriat tabiri genel şekliyle 'din' kavramına karşılık gelmekteyse de dinin uygulamaya dönük emir ve yasaklarını (helal-haram) ifade etmektedir. Sözcük olarak 'açık yol'[10] anlamına gelen 'minhac' ise, dinlerin gelenek ve ritüellerine karşılık gelmektedir. Zemahşeri'nin "dinde üzerinde yürünülen açık yol"[11] şeklinde tanımladığı 'minhac', ilk dönem müfessirlerinden Katade, Dahhâk, Süddî ve bir rivayette İbn Abbas tarafından 'sünnet' ifadesiyle açıklanmıştır.[12]
Allah'ın çağlar boyu yinelenen vahyinin tevhid ilkesine dayanan özünde bir değişiklik meydana gelmemiştir. Ancak farklı çağlardan yaşayan peygambere nazil olan vahilerde helal ve haramların kapsamı ile gelenek ve ritüellerde kimi farklılıklar ortaya çıkmıştır. En olgun düzeyi yansıttığı için son vahyin üzerinde toplanmak esas olmakla birlikte, bu mümkün olmadığında son vahyin insanlığa çağrısı "iyilikte yarışmaktır." İnsanlık toplumuna yapılan bu çağrı, çeşitli saiklerle zulüm ve işkencelere hatta soy kırımlara yönelen insanlığın ne derece yanlış bir istikamet içerisinde olduğunu göstermektedir. Hayırda yarışmak ile egemen olmak için yok etmek arasındaki tasavvur gece ile gündüz kadar birbirinden farklıdır.
İslam'ı Miladi 610 yılında başlayan bir yolculuğun adı olarak ele aldığımızda Kur'an'ın bireyden (tekil kişi) başlayarak yeni bir toplum inşa etme siyaseti güttüğünü söyleyebiliriz. Ancak toplumlar hakkında Kur'an'ın vazettiği genel ilkeler çerçevesinde bakıldığında bu toplum hasım bir toplum değildir. İnsanlığın ürettiği değerlere ve ulaştığı düzeye hasmane yaklaşan 'ihya' etmeyi değil, 'imha' etmeyi amaçlayan bir toplum olmayacaktır. Doğuşu ve gelişmesi esnasında hasmane tutumlara muhatap olmuş ve kendi varlığını korumak için mücadele etmiş olsa da esası itibariyle tahrip edici bir hareket değildir. İfsat etmeye değil, müfsitler tarafından bozulan akidevi, soyal, siyasal ve ekonomik düzeni yeniden tesis etmeye gelmiştir. Bu yönüyle özü itibariyle bir 'şefkat' hareketiydi. Bütün âlemlerin Rabbinin, âlemler arasından seçtiği Âdem'in nesline tarih boyu yönelttiği şefkatinin son halkasıydı. Bu yüzden son elçinin kişiliğinde temsil edilen 'alemlere rahmet'ti. (Enbiyâ, 21/107)
İnsanların çeşitli hurafeler, yanlış itikatlar ve aldatıcı taklitlerin etkisi altında geçirdikleri hayatlar yitik hayatlardı. Var oluş amacını idrak etmeden geçirilen günler, hayatın belki de insan varlığının israf edilmesiydi. Bu bakımdan Kur'an, insan tekine hitap ederken israf edilen hayatlara Allah'ın merhamet pınarlarından haber veriyordu: "Deki: [Allah şöyle buyuruyor] Ey kendilerini çarçur eden (israf eden) kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü o çokça affeden ve merhamet edendir." (Zümer, 39/53) Çünkü o Yüce Rabb, 'rahmeti ilke edinmiştir. (En'am, 6/12) Bu ilke yeni toplumu inşa eden son Nebinin de ashabıyla kuruduğu ilişkinin temel kriterlerinden biriydi:
"Ve Allah'ın rahmeti sayesinde onlara yumuşak davrandın. Zira eğer onlara karşı kırıcı ve sert olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi. Artık onları bağışla ve affedilmeleri için dua et. Ve toplumu ilgilendiren her konuda (emr) onlarla istişare et; [istişare sonunda] bir işe karar verince de Allah'a güven: Zira Allah, O'na güven duyanları sever.(Ali İmran 3/159)
Allah'ın insanlara rahmeti, şifası, hidayeti ve hakikat ölçüsü (Furkan) olan Kur'an, bireyin şahsiyetini inşa etmekle başladığı terbiye yolculuğunu insanlığa şahit olacak bir toplum ile noktalamak ister. Bu toplum insanlığın sigortası olacak bir toplumdur. Bütün çürümelerin, deformasyonların ve akıl tutulmalarının doğurduğu tahribatta güvenle sığınılacak bir limandır. Umut ışığıdır, 'yaşayan ölülere' dönüşmüş canların yeniden ihyasını üstlenecek örnek toplumdur:
"Ve böylece sizin dengeli ve ölçülü (vasat) bir toplum haline getirdik ki [hayatınızla] tüm insanlığın huzurunda hakikatin şahitleri olasınız ve Elçi de sizin huzurunuzda ona şahitlik yapsın." (Bakara, 2/143)
Taberî, 'vasat' kelimesinin Arap dilinde, 'en iyisi, en üstünü ve iki taraf arasındaki orta nokta anlamına geldiğini belirttikten sonra âyetin maksadını şöyle açıklamaktadır:"Allah iman edenleri dinde aşırılıklardan uzak dengeli bir tutuma sahip oldukları için 'vasat ümmet' olarak nitelemiştir. Hıristiyanlar, 'Allah'tan korku' ve İsa hakkındaki sözleriyle aşırı (ifrat) gittiler. Mü'minler ifrata yönelmedikleri gibi tefrite de düşmediler. Yahudilerin tersten aşırılığı (tefrit) kitaplarını değiştirmeleri, peygamberlerini öldürmeleri ve Rablerini yalanlamalarıdır. Fakat iman ehli din hususunda dengeli ve ölçülüdürler.[13] Kur'an'ın inşa etmek istediği toplum projesinin nihai noktası bu şekilde ortaya çıkmış olmaktadır. İnsan doğasına ters düşen bütün aşırılıklardan uzaklaşmış dengeli bir toplumun inşa edilmesi…
Örnek toplumu inşa eden temel ilkeleri şu şekilde sıralamamız mümkündür.
Birliği meydana getiren bireyler etten ve kandan varlıklardır. İnsanüstüleştirilmeye çalışılan, meleklere özendirilen varlıklar değildir. Düşünceleriyle, duygularıyla ve faaliyetleriyle tamamen doğal/fitri bir çerçevenin içerisindedirler. Bu insanlardan meydana gelen toplum da doğal/fıtri bir toplumdur. İnsan doğasını tersyüz eden zorlamaların hâkim olduğu bir toplum değildir. Çünkü Kur'an vahyiyle oluşan din 'fıtrat' dinidir. Akideden ibadete, merhametten cezalandırmaya kadar hayatın hiçbir sahasında aşırılıklara yer vermez.
Bu toplumda insanlar ya insanlıkta birbirinin dengidir veya daha özel bir bağ ile kenetlenmeyi ifade eden 'din' kardeşidirler. Bu toplum yalnızca 'müslim' unsuru değil, gayri Müslim unsurları da barındırır. Gayri Müslim unsurlar bu toplumda 'insanlıkta eş' kavramıyla ifade edilen çerçevenin içerisinde yer alırlar. 'Zimmet akdi' kapsamında gerçekleştirilen tarihi uygulamalar değiştirilemez mutlak şablonlar değildir. Kendi içerisinde de uygulama farklılıkları gösteren esnek uygulamalardır. Bu uygulamalar insan onurunu rencide etmeyen yeni konseptler içerisinde karşılıklı güven ilkesi ile toplumsal birliğin tesisine yardımcı olabilir.
Müslüman toplumu 'iradi' bir birliktelik haline getiren uygulamaların başında Müslümanların kardeşliği uygulaması gelmektedir. "Mü'minler ancak kardeştir." (Hucurât, 10) hükmü, iman tercihinde bulunmuş insanların, 'kardeşlik' kavramıyla ifade edilen bir ilişki biçimini esas almaları gerektiğini haber vermektedir. İman edenler arasındaki ilişki, ebeveyn-evlat ilişkisinden sonra insanın en fazla doğal yatkınlık gösterdiği kardeşlik olgusu ile resmedilmiştir. Çünkü sevgi, merhamet, yardımlaşma ve bağışlama gibi kaynaşmayı besleyen duygular ebeveynden sevgisinden sonra kardeşlik kavramında temsil edilmektedir. İslam tarihi bu kardeşliğin altın örneklerini sunmuştur. Kaynaklar, Enes b. Malik'in evinde Medine'de bizzat hz. Peygamber tarafından gerçekleştirilen ilk uygulamanın[14] birçok dillere destan hikâyesini kaydetmektedir.
Müslümanlar arası ilişkilerin kardeşlik kavramı ile anlatılması, toplumu oluşturan insan unsuru arasında eşitliğin bulunduğunu da göstermektedir. Ancak bu eşitlik herkesin renk, şekil, zekâ, güç bakımından diğer bir ifadeyle ekonomik düzey, fiziksel ve ruhsal özellikler bakımından eşitlenmesi anlamına gelmez. Çünkü bu durumun fiili olarak gerçekleşmesi mümkün değildir. Kardeşlik kavramının ifade ettiği eşitlik 'kanun ve yargıç önünde eşitlik' olgusudur. Toplumsal yararların temin edilmesi yani kanun önünde ve yargı huzurunda eşit olmak bu eşitliğin temelidir.
‘Yerindelik’, ‘eşit/denk oluş’ ve ‘hak ediş’ ilkeleri adaletin üç boyutunu oluşturur. 'Yerindelik' kavramı her şeyin doğru durduğu bir yerinin olduğunu bu nedenle her şeyi yerli yerine konumlandırmak için çaba harcamak gerektiğini ifade eder. 'Eşit/denk oluş' aynı nitelikteki iş ve davranışa aynı sonuçların terettüp etmesi gerektiğini ifade eder. 'Hak ediş' kavramı ise nitelik ve meziyetlerin takdir edilmesini ve bu nitelik farklılıklarına uygun farklı hak edişlerin tahakkuk ettirilmesi gerektiğini beyan eder. İşte adalet bu üç boyutu birden ifade eden bir kavram olarak örnek toplumun üzerinde inşa edildiği temel ilkelerden biridir.
Kur'an'ın nazarında adalet, yalnızca insan davranışlarıyla ilgili bir ilke değildir. Bütün evrenin üzerinde inşa olduğu kozmolojik bir ilkedir. (Rahman, 55/7-9.) Evrenin düzeni adalet ile kurulmuştur. Bu nedenle insanlar da bireysel ve toplumsal ilişkilerinde adaleti esas almalıdırlar. Evrene hâkim olduğu gibi insan toplumuna da adalet hâkim olmalıdır. Örnek toplumu inşa siyaseti bağlamında Kur'an, "Allah adaleti emreder" (Nahl, 16/90) ilkesini hayatın temeline yerleştirir.
"Allah, emanetleri ehil olanlara tevdî etmenizi ve her ne zaman insanlar arasında hüküm verecek olursanız adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel şeyler emretmektedir. Allah, kesinlikle her şeyi işitendir, her şeyi görendir." (Nisa, 4/58) Bir olayın yönlendirici ve belirleyicisi konumunda olunduğu zaman muhtaç olunan temel ilkeler doğruluk ve adalettir. Doğruluk ve adaletin sonuç vermesi için de ehliyet/liyakat kriterinin bulunması gerekir. Gerek emaneti taşıyan gerekse emanetin tevdi edileceği kişide liyakat kriterinin birlikte bulunması lazım gelmektedir. Seçmeye veya atamaya liyakati olmayanın liyakati gözeten bir tercih yapması oldukça güçtür. Bu nedenle de örnek toplum liyakatlerini en üst düzeye çıkarması gereken toplumdur. Kur'an'ın toplumu inşa siyasetinin eğitim temelli oluşunun nedeni bu bağlamada daha iyi anlaşılmaktadır.
Kur'an, Mekke'de nazil olan bir âyette Rabbin nimetine nail olanları sıralamış ve bu nimete erenlerin arasına "[bütün ortak meselelerini] aralarında danışma ile karara bağlayanlar"ı (Şûra, 43/38) da katmıştır. Daha da dikkat çekici olan bu sûreye 'Şura sûresi' adının verilmesidir. Danışmayı toplumsal ilişkinin temeline yerleştirmek isteyen ikinci âyet ise, Hz. Peygamberin ashabına danışarak ve onların görüşleri doğrultusunda çıktığı bir meydan muharebesinden (Uhut) birçok ciğerparesini yitirerek dönüşünün akabinde nazil olmuştur. Peygamberin ashabına karşı olan merhametini hatırlatan âyet, bu olumsuz sonucun faturasını onlara danışmasına bağlamaması gerektiğini ima ederek "iş hususunda onlarla müşavere et" (Âl-i İmrân, 3/159) emrini tekrarlamaktadır. Kur'an'ın inşa ettiği toplum kendi bildiğinden başkasına itimat etmeyen, "burnunun dikine gitmeyi" marifet sayan birey ve yöneticilerden oluşmaz. Başkalarının aklını kendi aklına katmayı bilen öz güveni yüksek insanlardan oluşur. Aksi durumda insanlığa nasıl tanıklık yapabilir ki…
Toplumların gerçek niteliği zayıf ve düşkünlerine reva gördükleri muamelede ortaya çıkar. Zayıf ve düşkünlerin durumu toplumlar için turnusol kâğıdıdır. Kur'an'ın döne döne yetimden, yoksuldan, yolda kalmıştan, borcunu ödeme güçlüğü çekenlerden söz etmesinin nedeni insan onurunu koruyarak toplumun temellerini sağlamlaştırmak içindir. Çünkü toplum bütün sosyal, siyasal ve iktisadi taraflarıyla bir bütündür. Toplumun huzuru sosyal kesimlerin birbirine güven duyması ve kaynaşmasındadır.
* İslam Hukuku doktoru, araştırmacı, yazar.
[1] İbn Mukaffa, Edebu’s-Sağîr, s.5; Farabi, el- Medinetü’l Fâzıla, çev. N. Danışman, MEB Yay., İstanbul 1989, s.79.
[2] Ali İmran, 3/33.
[3] er-Râzî, Fahruddin Muhammed b. Ömer b. el-Huseyn b. Ali et-Temimî el-Bekrî eş-Şâfiî, et-Tefsîru’l-Kebîr ve Mefâtîhu’l-Gayb, Dâru’l-Fikr, et-Tab’atu’l-Ûlâ, Beyrût h.1401/1981m., XIII/22-25
[4] ez-Zemahşerî, Cârullah Ebi’l-Kâsım Muhammed b. Ömer, el-Keşşâf an Hakâiki Ğavâmidi’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl fî Vücûhi’t-Te’vîl, Mektebetu'l-‘Ubeykân, Riyad h.1418/1988, IV/247–248
[5] er-Râzî, XVIII/78.
[6] er-Râzî, XII/13.
[7]el-Cessâs, Ebû Bekr Ahmed b. Ali er-Râzî, Ahkâmu’l-Kur’ân, Thk. Muhammed, es-Sâdık Kamhâvî, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrût 1405/1985, IV/97.
[8] er-Râzî, XII/13.
[9] el-Cessâs, IV/97.
[10] et-Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr, Câmiu'l-Beyân fî Te'vîli'l-Kur'ân, Thk. Ahmed Muhammed Şâkir, Muessesetu'r-Risale, et-Tab'atu'l-Ûlâ, 1420/2000, X/384.
[11] ez-Zemahşerî, II/247.
[12] et-Taberî, X/388-389.
[13] Taberî, 3/142.
[14] Müslim, Fedâilu's-Sahâbe, 50.
(2. Sayı)