Kültürel Mirasımızı Tenkid Zarureti

Kültürel Mirasımızı Tenkid Zarureti

Mehmed Said Hatiboğlu Hoca ile Söyleşi[1]

 

2009 Mart-Nisan (Sayı 5)

 

Hocam, Kur'ani Hayat dergisi bu sayısını eğitim konusuna ayırdı. Uzun yıllar eğitim camiasında bulunmuş bir hocamız olarak bu konuyla ilgili görüşlerinizi ve tecrübelerinizi okurlarımıza aktarmak istedik. Eğitim camiasının üç farklı isimlendirmesinden başlayalım isterseniz. Âlim, akademisyen ve oryantalist kimdir? Müslüman bir akademisyenle oryantalist arasındaki fark nedir?

Biz, Cumhuriyet döneminde doğmuş çocuklarız. Ben, Cumhuriyet’in onuncu yılında doğmuşum. Medrese eğitimini görmedim. Fakat babam medresede okuyup yetiştiği için bazı intibalarımız var. Babamdan kalan evraktan edindiğim bilgilere göre medresede usûl, mantık, tefsir, hadîs, fıkıh okutmuşlar. Diğer mekteblerde ise matematik ve son zamanlarında yabancı diller de okutulmuş. Babam mektebde Fransızca okuduğunu da yazmış.

Tarih boyunca her memlekette belli fıkhi sistemler gelişmiştir. Bizim memleketimizin şark vilayetlerinde Şafii fıkhı gelişmişken, garba gittikçe Hanefi fıkhı hâkim olmuştur. Osmanlı Devleti’nin de Hanefi fıkhına mensub olduğunu biliyoruz. Bahsi geçen fıkhi sistemler çerçevesinde bilgilerini geliştirmiş bir ilim zümresini veyahud da bu ilimlerde gelişmiş kimseleri âlim olarak isimlendirmişler. Bunlara ulema da diyoruz. Bunların dışında tarikatlarda gelişmiş ilim adamları da var. Bunlar klasik ma’nada bir mezheb müntesibi değiller. Mesela Mevlevi âlimleri var: Mevlânâ’yı okuyorlar; tasavvuf eserlerini okuyorlar. Bir bakıma kendi ilim dallarında tebahhür etmişlerse bunlara da âlim demek icab ediyor. Sadece şeriat bilgileri değil diğer sahalarda da ileri gitmiş kimselere âlim gözüyle bakanlarımız vardır. Mesela bir musiki sahasında ileri gitmiş kişilere de “âlim adam” derler.

Akademik sistem denince, modern ilimlerle inceleme yapan müesseseler aklımıza geliyor. Tabi bizde "akademik kariyer” tabiri son elli senenin içinde kullanılmaya başlandı. 1933’lerde yapılan üniversite reformuna kadar yüksek seviyedeki mekteblerimizde dahi isimler başka idi. Mesela "Dârü’l-Fünûn” demişiz. Avrupa’da bunun dengi “üniversite”. Dârü’l-Fünûn'da ders verene "Müderris” demişiz. 1933 üniversite reformunda bunların hepsinin isimleri değişti. İsimleri yabancılaştı. Müderris, Profesör oldu vs. Hatta Alman ekolünden gelen akademisyenler Ordinaryüs unvanını eklemişlerdi ki şimdi bu sıfat akademik dünyada kullanılmıyor. Ordinaryüs deyince biz, kendi ilim dalında en yüksek mertebeye ulaşmış kimseyi anlıyoruz. Bir nevi eskilerin imam dediği rütbe. Ama gördük ki Ordinaryüs sıfatını taşıyan ne kadar cahil var aramızda.

Bir de oryantalistler var. Bence oryantalist demek aslında şarkıyatçı demektir. Ya’ni Batı Avrupa’ya nazaran şarktaki kültürleri inceleyen kimseye oryantalist derler. Bunun içine Çin, Hind, Japon, Vietnam kültürleri de dâhildir. Fakat şark ilimlerinin arasında İslami sahaya eğilenlerine İslamolog denmiştir. O da oryantalisttir ama oryantalizmin bir sınıfına dâhildir. Buna en güzel misallerden birini Ignaz Goldziher oluşturur. Goldziher’in Japon ve Hind tedkikleri yaptığını bilmiyorum. Ama Goldziher’e oryantalist dersek doğru olmaz. Oryantalistlerin İslamalog bölümüne aid bir âlim olarak anlaşılması gerekir diye düşünüyorum. Japonya’yı tedkik eden kimselere de oryantalist derler. O bakımdan Fransa’da 17. asırda açılmış bir okul var: “Yaşayan Şark Dilleri Okulu”. Niye açmışlar bu okulu? Fransızlar bu okulda, Şarka gönderecekleri kişilere, gittikleri memleketin dillerini öğretiyorlar. Orada tabii Rusçayı da Çinceyi de Japoncayı da öğretiyorlar. Bu arada Arabca, Türkçe, Farsça’yı da öğretiyorlar. 1965’te ilk defa Paris’e gittiğimde bu okula devam ettim. Bilhassa Arabca kurslarına gittim.

Gelelim ilmiyle âmil olma hususuna göre âlim, akademisyen ve İslamolog ayrımına. Tabiatıyla biz âlimlerimizi ilmiyle âmil bir kimse olarak görmek durumundayız. İlmiyle âmil olmayan kimselere eskiler âlim gözüyle bakmazlardı.

İlmiyle âmil olmak ne demek? Öncelikle ibadetini tam olarak yapan kimseyi anlıyoruz. Mesela namaz kılması, oruç tutması, içkiden uzak durması, birtakım çirkin işlere bulaşmaması gibi. Ya’ni İslami ahlak içinde yaşayan kimseyi anlıyoruz. Fakat üniversiteler kurulduktan sonra memleketimizde gördük ki namazla niyazla hiç alakası olmayan fakat İslami ilimlerle meşgul olan kimseler de varmış. Bu kimselerin, müslüman sıfatının dışında İslamologlardan pek farkları olmadıklarını düşünüyorum.

İslam’da ideal olan inandığıyla âmil olmaktır. Fakat İslam tarihi boyunca bu çizgiyi tutturabilenler nadirattan sayılmıştır. İlmiyle âmil olmayan kimseleri içine sindiremeyen Hatîb-i Bağdâdî, İktidâu İlmi’l-Amel isimli bir kitab yazmıştır: İlim, amel etmeyi gerekli kılar; amel etmeyen kimselerin hâli nice olur diye, hacmi küçük fakat muhtevası son derece kıymetli bir eser meydana getirmiş. İnşaallah onun yeni tahkikli bir nüshasını ikinci bir basım olarak hazırlamak bana nasib olur.

 

Müslüman düşünce dünyasının temelini Kur’an-ı Kerim oluşturuyor. Kur’an-ı Kerim Müslüman toplumlara bir eğitim sistemi öngörüyor mu?

Resulullah’ın etrafında, tebliğ ettiklerini ve âyetlerin tefsirlerini öğrenen bir cemaat vardı. Ehl-i Suffa dediğimiz zatlar bu cemaatin ilk sistemli hâlini teşkil ediyor. Kur’an-ı Kerim müslümanlara, sefere çıktıkları zaman bir grubun geride kalmasını ve Allah’ın emirlerini öğrenmeye devam etmelerini emretmiştir. İslam dünyasında bir ilim muhitinin mevcud bulunmasını gerekli kılan emir Cenab-ı Hak’tan geliyor. Ya’ni devamlı olarak bir ilim heyetinin olması, bulunması şart koşuluyor. Peki neden? Elbette ki bilgiye verdiği kıymetten. Çünkü bilgisiz müslüman olmaz. Ya’ni ilmi siz tatbik etmek isteseniz önce o ilmin ne olduğunu öğrenmelisiniz. Bu bilgiyi ortaya koymak, bu bilgiyi temsil edecek bünyeyi de vücuda getirmeyi ilzam ediyor. Bu sebeble ilimle meşgul olan zevat daha Medine devresinde teşekkül etmiştir. Bu inancı devam ettiren müslümanlar da çağlar boyu ilimle meşgul olmuşlardır. Müesseseler kurmuşlar o müessesleri dolduran öğrencilere, zevata yardımcı olmuşlardır. İlim öğrenen kişileri daha sonraki dönemlerde devlet de desteklemiştir. Ya’ni başlangıçta Ehl-i Suffa olarak başlayan bu müesseseler değişik süreçlerden geçerek sistematik hâle gelmiştir.

 

Peygamberimiz'e inen Kur'an ile bugünkü Kur’an aynı. Buna rağmen günümüzde Müslümanlar vahiyden aynı şekilde etkilenmemekte. Kur’an-ı Kerim ile terbiye olmanın önündeki engeller nelerdir?

  1. asra girdik; 15. hicri asrın içinde 1400 senelik bir mazimiz, İslami kültürümüz var. İslami kültürümüzün başlangıcından zamanımıza kadar milyarlarca insan gelmiş, geçmiş ve yüzlerce devlet kurulmuş, batmış. Fakat isim olarak ve cisim olarak Kur’an-ı Kerim elimizde aynen var. Fakat bu Kur’an-ı Kerim’den biz ne derece nasiblenmişiz, ne derecede amelî hayatımıza, günlük hayatımıza tatbik edebilmişiz? Bu durum, mâlesef ile başlayacağım bir cevabı içeriyor. Burada İslam toplumu olarak birkaç yanlış algılamayı ele almakta yarar var:

Birinci yanlışımız, "Kur'an okuyun!" emrini yanlış anlamamızdır. Türkiye’yi ele alacak olursak binlerce hafızımız var. Bu hafızlarımız neden böyle zahmetli bir işe girişmişler. Çünkü ecdadımızdan gelen bir Kur’an telakkisi var. Peygamber efendimiz "Kur’an okuyun!”demiş. Ve hafızlar da okuyorlar. Ama nasıl okunuyor? Bu okumaları acaba Peygamberimizin emrettiği veyahud Kur’an’ın istediği bir okumamıdır? Bunun böyle olmadığı kanaatindeyim ve bu kanaatime iştirak eden pek çok insan tanıyorum. Ankara İlahiyat Fakültesi’nde asistanlık yıllarımda Kur’an derslerine de girmiştim. Hafız olarak gelmiş talebelerime okuduğu âyetin mânasını sorduğum zaman hiçbir cevab alamadığıma pek çok kere şahid oldum. Sebeb ne? Sebeb, Kur’an’ın ve Peygamber'in “Oku!” dedikleri şeyin esas mahiyetini kavramamış olmamızdır. Hem Kur’an hem de Peygamberimiz "Kur’an okuyun!" diye Arapça anlayan kimselere, anlayacak kimselere, Arabcayı bilen kimselere hitab ediyor. Yoksa Arabca bilmeyen coğrafyalardaki Arabca bilmeyen kimselere değil. Biz burada yanılmışız. Ve bu yanılgının sonucunda Kur’an’ı şeklî olarak hatmetmeyi "Kur’an’ı okumak” diye anlamışız. Hâlbuki bahsettiğim gibi bu son derece yanlıştır. Kur’an’ın zihniyetine aykırıdır. Birinci yanlışımız bu.

İkinci yanlışımız, Kur’an’ı anlamadan okuduğumuz için Kur’an’ın mesajını da yanlış anlamamızdan kaynaklanıyor. Kur’an’ı anlamadan nasıl tatbik edersiniz? En büyük kabahatimiz bu. Mâlesef daha sonraları ulemamız Arabca okumuş fakat millete bu durumu mal edememişler. Anladıkları şeyleri sadece kendi şahıslarında tecelli ettirmeye bir de camilerde, tekkelerde verdikleri vaazlarda öğretmeye çalışmışlar. Bunun dışında bir şey yapmamışlar. Yine bu durum medreselerdeki âlimlerin yönlendirmelerine, vasıflandırmalarına kalmıştır.

Günümüzde Türkiye’yi veya herhangi bir Arab ülkesini ele alsanız durum bundan farklı değildir. Birtakım İslam ülkeleri dediğimiz devletlerde saltanatlar hâkimdir. Ya’ni halkın isteyerek beyat ederek başına getirdiği adamlar değildir bunlar. Bunlar birtakım Dünya devlerinin idaresinde olan zümrelerdir. Şimdi bunları görüp, yaşayıp dururken onların İslam’ı temsil ediyor olduklarını söylemek benim için mümkin değil. İstedikleri kadar kendileri hacca gitsinler, hacılara hizmet etsinler, Mekke’yi, Medine’yi genişletsinler bir şey ifade etmez. Kendilerinde yaşabiliyorlarmı, İslamiyet’i, Kur’an’ın zihniyetini kendilerinde tecelli ettirebiliyorlarmı? Mühim olan budur.

 

Kur’an-ı Kerim’in sahabe dönemindeki gibi algılanmamasının sebebinin, daha sonra ortaya çıkan kültür malzemesinin eleştiriye tabi tutulmamasından kaynaklandığı söylenebilir mi?

Kur'an-ı Kerim’in ana prensiplerini, en azından zihniyet ve ahlaki umdelerini tatbik etmeyi öğretecek bir zümre olması lazım. Ya’ni siz istediğiniz kadar medresede okuyun. Okur, okur geçersiniz. Bugün, her sene yüzlerce, binlerce mevlid okunuyor, hatimler indiriliyor da onlardan bir nebze bir hisse kapan kimse bulunuyormu? Zannetmiyorum. Bu sebeble Kur’an-ı Kerim’in devrimizde ne değer ifade ettiğini ortaya koymak lazım. Ya’ni biz Kur’an’dan ne almalıyız? Buna tam olarak cevab verebilecek kimse yok. Peki niçin yok?

Elli yılı aşkın müddetten beri yapabildiğim incelemelerde, tedkiklerde gördüm ki dünyada, adını İslam koymuş veya İslam olmasa dahi milleti Müslüman olan devletler var. Bu devletlerin veya milletlerin amelî hayata bakışları Kur’an-ı Kerim’i taklidî anlamaya bağlıdır. Bugün Türkiye’nin İslam’a ve Kur’an’a resmî bakışı nedir? Türkiye’nin İslam’a ve Kur’an’a bakışı 1924 yılında kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’na verilen vazifede ifade edilmiştir. Orada mealen diyor ki, Diyanet İşleri Başkanlığı İslam’ın ibadet ve ahlak hususunda bilgiler verecektir. İslam’ın bundan maada meseleleri Büyük Millet Meclisi’nde çözülecektir, diyor. O zaman resmen Türkiye’nin İslam’a ve Kur’an’a bakışı ne ile sınırlanıyor? İbadet ve ahlak sahasıyla sınırlandırılıyor. Bu noktadan bakınca, İslam’ın hukuki cihetiyle, amelî cihetiyle, dünyevi meseleleriyle ilgili hususlarda hiçbir yaptırımı söz konusu değildir. Mesela Kur’an faizi yasaklıyor ama devlet faiz kanunu çıkaracağı zaman caizmidir, değilmidir diye Diyanet’e sormuyor. Kur'an içkiyi yasaklıyor: Devlet hiç onu kâle almadan pekâlâ içki fabrikaları kurabiliyor. Devlet miras mevzuunda kanun çıkarıyorken Diyanet’e hiçbir zaman Kur’an bu sahada ne diyor diye herhangi bir sual sormuyor. Diyanet’in Kur’an sahasında yaptığı hizmetlerin başında meal çalışmaları geliyor? Bu zamana kadar yayımlanan meallerde mesela sirkat mevzuunda, hırsızlık yapanın elini, kadın olsun erken olsun kesin diyen âyeti yok ettiklerini görmedim. Aynen yazıyorlar. Ama bu âyetin amelî olarak hiçbir değeri yoktur. Çünkü Türkiye’nin ceza kanunlarında el kesme diye bir ceza yoktur. Bunun gibi meseleleri çoğaltabilirsiniz. Kısaca söylemek istediğim şu: Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde İslam’ın tatbik imkânı bulabildiği saha, başkalarına zarar vermeyecek şekilde olmak kaydıyla ibadetlerin devam ettirilmesidir. Mesela Ramazan’ın ne zaman başlayacağını Devlet Diyanet’e sorar. Başkanlık ne derse öyle başlatır. Dinî bayramların hangi gün olacağını Diyanet’e sorar. Ve o günleri tatil yapar. Fakat herhangi bir hukuki meselede nasıl hareket edeceğini katiyetle sormaz. Türkiye’nin İslam’a ve Kur’an’a bakış açısı bu çerçevededir. Bu çerçevede kalan bir tatbikatın bugün Fransa’da, İngiltere’de yaşayan müslümanın hayatıyla hemen hemen bir farkı yoktur. Bunun çözüm yolu nedir? Esas problem de buradadır. Daha önce bahsettiğim elli küsur senedir yaptığım çalışmalarda benim vardığım sonuç şudur: Bu problemin halledilebilmesi için bin dört yüz senelik bir kültürümüz var. Bu kültürümüzde bu meselenin çözümleri nasıl verilmiş, nasıl yollar açılmış, ne gibi tedkikler yapılmış bunların ortaya çıkarılması lazımdır. Bunların ortaya çıkarılmasını gerçekleştirmeden 21. asrın İslamiyet'i nasıl olacaktır sualine cevab vermek mümkin değildir.

 

Neden mümkün değildir?

Biz meseleleri, çoğu zaman nazari planda halletmişiz. Mesela Mecelle’mize yazmışız: “Mevrid-i nassda ictihâda mesâğ yokdur.” Bu ne demektir? Kur’an ve Sünnet’te herhangi bir meselede nass varsa, hükmü varsa artık sana ictihad düşmez. O emirleri yapacaksın. Bu emirler de kıyamete kadar baki kalacaktır diye yazar kitablarda. Nazari planda böyle yazılmış fakat amelî planda bunun tatbiki mümkin olmamıştır. Daha birinci asırda, Kur’an-ı Kerim’in ahkâm âyetlerinin bile –ibadet âyeti değil– şartların değiştiği takdirde değişebileceğini iddia eden âlimler var. Daha hicri birinci asırda Peygamberimizin ahkâm hadîslerinin, hükümlerinin, sünnetlerinin değişebileceğini veya değişmesi gerektiğini emreden halifeler var. Biz bunları bilmiyoruz. Biz bu sahada henüz yeterli derecede inceleme yapmamışız. Niçin yapmamışız? Çünkü insanın ömrü çok kısıtlı. Diyelim ki kırk-elli sene ilmî araştırma yapıyorsunuz. Fakat İslam kültürünün muayyen, çok cüzi bir tarafını öğrenebiliyorsunuz. Külli bir kültürü elde etmeniz mümkin olmadan bu dünyadan ayrılıyorsunuz. Her insan için durum bundan ibaret. Kütübhanemde gördüğünüz kitabları elden geçirdim. Fakat hepsini satır satır okumam mümkin olmadı. Buna bir insan olarak benim imkânım olmadı. Daha da olmayacak. Ya’ni gözüm açık gidecek. Bu bir tevazu işi değil. Her âlim için bu böyledir. Peki durum bundan ibaretse ne yapmak lazım?

İslam kültürünü toptan bir tahlile, senteze, müşterek bir kanaate vardırabilmek için beynelmilel çapta bir İslami araştırma hareketinin başlatılmasına ihtiyac var. Geçmiş kültürümüzün ortaya konulabilmesi için bu araştırmalarda yapılması gereken en mühim iş, elde mevcud olan fakat yayımlanmamış eserlerin ilmî usûllerle ortaya çıkarılmasıdır. Ya’ni ilmî tahkik usûlleriyle yayımlanmamış kitabların okuyana pek çok zararlarının olabileceğini çoğu kez müşahede ettim. Öncelikle yapılması gereken işler bunlardır. Bunlar yapıldıktan sonra iki, üçüncü nesiller bu eserleri tahlile tabi tutarak yeni hükümler geliştirecektir. İnsanoğlu çok acelecidir. Bütün işleri hemen bitirelim istiyoruz. İlmî araştırma kolay bir iş değildir. Sabır gerektirir, emek gerektirir. İslam dünyası birkaç asırdır geri kalıyorsa İslam’ı anlayabilmemiz için asırlar sürecek ilmî bir çalışmaya ihtiyacımız var.

 

İlim işi bir bayrak yarışıdır, herkes üzerine düşeni yapmak zorundadır, diyorsunuz. Hocam, ilim bahsinden devam edecek olursak dinî ve gayr-i dinî ilimlerle ilgili neler söylemek istersiniz?

Resulullah’ın hayatında böyle bir tasnif yoktur. Bu karşı çıkışımın temelinde Kur’ani anlayışım var. Kur’an-ı Kerim'den aldığım intiba ve Peygamberimizin Sünnetinden edindiğim bilgilerde yatıyor. Ya’ni dinî ve gayr-i dinî diye bir tasnif yoktur. Ne vardır? Kur’an’da ilim vardır, bu ilmin müsbet tarafını tatbik etme emri vardır. Menfi ilmi değil ya’ni. Kur’an-ı Kerim salih amel işleyin diyor; Hayırlı amel işleyin diyor. Bunların hepsinin içine ilim giriyor. İlmi bilmeyen bir kimsenin hayır işlemesi mümkin değildir. Çünkü hayır nedir, şer nedir bilmez. Cenab-ı Hak hayrı emredip, şerden uzak durmamızı emrediyor. Ancak bu ilim tasnifinde katiyetle dinî ve gayr-i dinî diye bir ayrıma gitmemişlerdir. Pek çok dersimde öğrencilere sormuşumdur: Resulullah bir hadîsinde, iman şu kadar şubedir, bunun en ufağı, yol üstünde gördüğünüz bir taşı kenara atmanızdır, diyor. Resulullah bunu da imanın şartlarından sayıyor. Derste sordum: Sokakları kim temizliyor, dedim. Tanzifat memuru dediler, belediyenin işçisi. Belediyenin o işçisinin yaptığı iş nedir? Peygamberimizin tarifine göre İslam imanının bir şubesidir. Bu düşünceden hareket ederseniz, İslam’da Müslüman’ın nazarında hayırlı olan, salih olan, güzel olan her işi yapmak ilmî bir iştir, dinî bir iştir. Bunların zıddını yapmak, gayr-i dinî bir iştir.

Biz ilmi, dinî ve gayr-i dinî şeklinde ayırdığımız için daha ikinci asırdan itibaren dinî ilimlerle uğraşanlara ulema demişiz. Kendi kanaatlerine göre gayr-i dinî ilimlerle uğraşanları da ilim adamı saymamışız. Tabakat kitablarımızı alın okuyun, ilim adamlarından bahsettikleri zaman ya müfessirleri alırlar ya muhaddisleri. Yahud bu gruba zoraki kelamcıları da alırlar. Ama bir filozofun, bir felsefecinin, bir kimyacının veya fizik ilmiyle uğraşan müslüman bir âlimin, âlim sayıldığını görmedim. Bu sebeble mesela ilmihâl yazmışız. Suların ahkâmı diye başlamışız. Bir kuyunun nasıl temizleneceğini, bir suyun nasıl temiz olacağını kimden öğrenmişiz? Medreselerimizde okumuş olan yahud Kur’an’la, hadîsle, fıkıhla meşgul olan kimselerden öğrenmişiz, ama hiçbir zaman İbn Sînâ’ya gidip de soran medreselimiz çıkmamıştır. Çünkü dinî, gayr-i dinî ayrımını yapanlar onu âlim saymaz. Mesela bizde ilim sahasında yazılmış isimleri ‘ilim’ olan yüzlerce kitab var. Bu kitabların ilim dediği zaman kastettiği ekseriyetle hadîs ilmidir. Yoksa kimyayla, fizikle veya astronomiyle katiyen alakası yoktur. Çünkü bu dalları ilim, bu dallarda çalışanları da ilim adamı saymazlar.

Bu zihniyeti muhakkak yıkmamız lazım. Bugün fizik âlimi de İslam’ın istediği âlimdir, astronomi âlimi de âlimdir, ötekiler de aynı şekilde âlimdir. Bunları niçin söylüyorum? Orduda fizik kimya okutmuş ve binbaşılıktan emekli olmuş bir ilim adamı, Seâdet-i Ebediyye adlı kitabı yazmış. Bu kitabda, sularla ilgili bahislerde ne diyor; “Necâsetde yaşıyan kurdlar, bağırsak solucanları ve meyve kurdları temizdir...” diyor. Bu bir felakettir, rezalettir. Bunun ilimle alâkası yoktur. Bu dalalettir. Bu zat bunu nereden öğrenmiş, kendi geçmiş kültüründen öğrenmiş. Bunu işin ehlinden, İbn Sînâ’dan öğrenmemiş.

 

Dinî, gayr-i dinî eğitim sistemi cumhuriyet döneminde de devam ediyor. Cumhuriyet'in ilanının ilk yıllarında çeşitli sebeplerle din eğitimi veren kurumlar kapatıldı. İlahiyatların ve İmam Hatiplerin açılışından bu yana altmış yıla yakın bir zaman geçti. Bu süreçte Türkiye’deki din eğitimini nasıl değerlendiriyorsunuz? Siz ilahiyatların en başından bugüne kadar geçen sürede aktif rol oynadınız, gelişmeleri yakından takip ettiniz. Gelinen son durum itibarıyla din eğitiminde yeterli bir noktada mıyız? Yeni bir şeyler yapılması gerekli midir?

Önce kullandığımız kelimeleri, kavramları düzeltmeliyiz. Türkiye’de din eğitimi dediğimiz zaman neyi kastetmiş oluyoruz? İmam Hatib veya ilahiyatta eğitim görenleri. Bu kurumlardan yetişenlere de ‘din adamı’ diyoruz. İslam’da din adamı diye bir sınıf yoktur. Bunu senelerdir söylerim. Ben bunu söylediğim zaman zannediliyor ki imam yok, müezzin yok, müftü yok demek istiyorum. Hiç alakası yok. Her şeyi doğru anlamak lazım.

Bundan seneler önce Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nde kongre vardı. Orada Diyanet’e, imam hatiblere, müezzinlere maaş vermenin lüzumsuzluğunu, böyle bir sınıfın İslam’da olmadığını, dolayısıyla bu sınıfları besleyen Diyanet’in ortadan kaldırması gerektiğini savunuyorlardı. Bu iddialarının dayanağı da “La rabbâniyyete fî’d-dîn” hadîsiydi. Ben dayandıkları hadîsin bu olduğunu Bahriye Üçok’tan öğrendim ve kendisine o kongrede sordum: "Siz de mi böyle düşünüyorsunuz.” dedim, “Evet” dedi. Ben kürsüye çıktım ve bu düşüncenin yanlış olduğunu ortaya koydum. Bu, sizin anladığınız gibi değildir, dedim. İslam’da, Peygamber devrinden itibaren câmiler, mescidler vardı. O mescidlerin namaz kıldıran imamları vardı. Millete fetva veren müftileri vardı. Kâdıları vardı. Bu durum İslam’da bu işleri yapan adamlar yoktur demek değildir. Yalnızca bu kişiler din adamı unvanı taşımıyorlardı. Bunlar müslümanların ibadet işlerini yürüten memurlardır. Bu kimseler memur sınıfındandır. Din adamı sıfatı bu kişilere verilecekse peki mühendis, doktor, kimyacı, belediyeci hangi sınıfa konulacak? Biz bu karışıklığa sebeb olan asıl âmili gözden kaçırıyoruz. Yanlış şuradan kaynaklanıyor: İslam’ın en büyük din temsilcisi Peygamberimizdir. Peygamberimiz aynı zamanda Medine’deki mescidin baş imamıydı. 'Müezzin’, ezan okuyan demektir, 'din adamı’ değil. ‘İmam’ da başa geçen kimse demektir. Söyleyeceğim şu: Bir defa her türlü tâbirimizi yerli yerine koyalım. Bugün biz İmam Hatib mekteblerini açtıysak veya açmak zorunda kaldıysak bu meslek mensublarını yetiştirmek için açtık. Bunun dışında İslam’ın her türlü meselelerini öğretelim de bunlar öğrensinler diye değil. Böyle bir şey mümkin değildir zaten. O yıllarda millet şikâyet etmeye başlamıştı; ölülerimizi kaldıracak imam bulamıyoruz, diye. Devleti böyle okullar açmaya zorlayan, milletin bu feryadı olmuştur. Eğer millet kendi sorunlarını kendisi çözebilseydi bu mektebleri açmaya gerek kalmayacaktı.

 

Gelinen süreçte Türkiye’deki eğitimden memnun musunuz? Özellikle ilahiyatlarda ve İmam Hatiblerde verilen eğitimden…

Ben kendimden memnun değilim ki diğerlerine bir şey söyleyebileyim. Niçin? Daha önce de söylediğim cümleler arasında cevabı var. İslam’ın kültürünü tam olarak ortaya koyabilmek için bu kültürü inceleyebilecek vasıfta adamlarınızın olması gerekir. Öncelikle kültür muhtevası malzemeleriniz olacak; ikinci olarak o malzemeyi değerlendirecek bir kadronuz olacak; üçüncü olarak onların ortaya koyduğu sentezi değerlendirecek teşkilatınız olacak. Bunların hiçbiri henüz ortada yok. Bugün şu kadar kitabın arasında olmama rağmen hâlâ okuma ihtiyacı duyduğum eserler var ve bu eserler henüz basılmış değil. Bu sebeble diyorum ki umumi prensipleri tesbit etmeliyiz. Bu prensiplerde on dört asırlık İslam kültür muhtevası var. Bunu kimse inkâr edemez. Bu kültür muhtevası ilmen sentezden geçirilmeden, eleştiri dediğimiz tenkidî incelemeden geçirilmeden, neticelerini umuma arz etmek bugün için hiç kimsenin haddi değildir. Ancak bu yolda ölünceye kadar çalışmak boynumuzun borcudur.

Bir de kültür dünyamızı ele aldığımızda orada ne yazıyorsa hepsi doğrudur, dediğim zannedilmesin. Kitablarımızda doğrular olduğu gibi eğriler de vardır. Bu bir hakikattir. Kast-ı mahsusla eğri yazanlar olduğu gibi bilmeyerek yazanlar da var. İyi niyetle bu yanlışa düşmüş olanlar da var. Siz herhangi bir kitabı tenkidsiz, olduğu gibi kabul ederseniz Seâdet-i Ebediyye kitabının yazarının durumuna düşersiniz, Allah muhafaza. Bu yola çeşitli sebeblerle düşmüş –mâlesef– birçok âlimimiz var. İsim isim zikrederek onları rencide etmek istemiyorum. Ama hürmet sınırları içerisinde, âlimlerimize unvanları ne olursa olsun, İslam adına Kur’an adına tenkit yöneltmekten kendimi alamam, aksini takdirde Allah beni mesul tutar.

 

İlim adamlarımızın, büyük isimleri eleştirmemek gibi bir eğilimleri var. Bu bir eksiklik midir?

Elbette. Mâlesef büyük adam yanlış yapmaz diye bir anlayış var. En büyük yanlış buradadır. Büyük adam da yanlış yapar. Bizzat en büyük önderimiz Resullullah’a, Allahu Teala kaç kere itabda bulunmuş. Bu durum âyetlerle Kur’an’da sabit. Bugün Gazâlî’yi tenkid etmeye kalktığınız zaman “Sen kim oluyorsun da Gazâlî’ye laf ediyorsun” diyecek muhibleri belki sizi sokağa bile çıkarmazlar. Ama meselenin detaylarını ortaya koyduğunuz zaman, eğer iddia ettiğiniz şey hakikatse ona karşı direnmek doğru değildir. Böyle düşünenlerin de çoğalmasını Allah’tan temenni ederim.

 

Peki Hocam böyle düşünenlerin çoğalabilmesi için kitap çalışmalarınıza ihtiyac var. Kitap çalışmalarınız ne durumda?

Ben önce kendimi yetiştirmeye önem verdim. Ya’ni kendisi bilmeyen bir adamın etrafına bilgi vermesi mümkin değildir. Bunun dışında susmak daha hayırlıdır diye düşündüm. Fakat hiçbir zaman da yaptığım çalışmaları yırtıp atmadım. Bunların hepsini muhafaza ettim. Dosyalar dolusu araştırmalar, incelemeler, notlar var. Fakat insanın tabiatı ile mukayyet olduğu bir dünyevi hayat da var. Sonuna gelmek üzereyiz neredeyse, Cenab-ı Hak bilir tabii. İnşallah biraz daha imkân verir de bir müddet daha çalışırız diye niyaz ediyorum.

Yazdıklarımı okumak isteyen –çok şükür– okumaya öğrenmeye aç bir gençlik var. Onlar öğrenmek istiyorlar. Gençlerin yaşlı bir ağabeyi sıfatıyla, elde ettiğim bilgileri onların tenkidlerine –öğretmek demiyorum– sunmaya başlayacağım. İyilerini, doğrularını kabul ederler. Sorunlu yerlerinde ikaz ederler, düzeltirim. Bu gayeyle yayımlanmasına kapılarımı açtığım çalışmalarım var. Ancak okumak çok daha zevkli. Bugün dahi hiç görmediğim bir kitabı alıp okumak benim için en büyük zevktir. Acaba diyorum bizim yanlış anladığımız, yanlış değerlendirdiğimiz bir şeyin doğrusu varmı veya yeni bir şeyler varmı? Bu benim için son derece zevkli bir meşgale. Ancak yazmaya başladığınız zaman bunlar geri kalabiliyor. İnşaallah kısa bir zaman içerisinde kitablar gençlerin elinde olacak.

 

Hocam, tüm çalışmalarınızda ilmî tenkit zihniyetiyle hareket ediyorsunuz. Bu tenkit zihniyetini nasıl elde ettiniz?

Ben Burdur’da Hatib Hoca lakabıyla meşhur bir âlimin oğluyum. İlkokulu bitirdiğimde beni erkek sanat okuluna gönderdiler, mühendis olalım diye. Çünkü babam çok çekmiş. Onun ıztırablarına bizlerin de maruz kalmasını istemediler. Ben sanat okulunda birinci sınıfı okurken babam vefat etti. Babamdan pek çok kitab miras kaldı. O kitabları heba etmemek, o kitablara sahib çıkmak düşüncesiyle okul değiştirdim. Bütün gayem bu kitabları da okuyarak bir ilim adamı olmaktı. Tabi o zamanlar Türkiye’de yüksek ilahiyat tahsili verebilecek bir kurum yoktu. Beni, eğitiminin iyi olduğunu düşündükleri el-Ezher’e göndereceklerdi. Liseyi bitirdikten sonra Ankara’da İlahiyat açılınca oraya kaydoldum. Babamdan İslami tenkid sahasında hemen hemen hiçbir şey öğrenmiş değilim. Çünkü babamın dışarıda işi çoktu. Babam hayatta iken sadece kardeşim Ahmed ile koltuğumuza saklayarak götürdüğümüz bir mescidde Kur’an-ı Kerim’i okumayı öğrenebildik. Daha sonraları babamdaki tenkid kafası bize de irsen intikal etmiş olacak ki biz daima mantıki olarak düşünmeye başladık. Çünkü babamın bizlere “İslam dini, mantık dinidir, akıl dinidir, doğruluk dinidir.” dediğini hatırlıyorum. Böylece İslam’a aykırı görebildiğimiz tatbikatı tenkidden geçirmeye kendimizi hazır bulduk. Birisi İslam ile ilgili herhangi bir söz söylediği zaman derhal mantıki yapımıza başvuruyorduk. Bakalım kabul edilecek şeymidir, değilmidir, diye. Hatırladığım kadarıyla doktora tezimde de bana ilham veren, Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslam İlmihâli’ndeki oruç meselesi olmuştur. Okuduğumda benim kafamı allak bullak etmişti. İlmihâl’de, oruçlu bir kimse unutarak bir şey yerse orucu bozulmaz ancak aynı oruçlu kimse uyumuş, dalmış bir şekilde bir şeyler yerse orucu bozulur, diyor. Kendi kendime, bu kadar mantıksızlık olurmu; bu kadar mantıksız bir hükmü İslamiyet’e yamamak caizmi, Peygamberimiz böyle bir şey söylermi, dedim. Yine kendi kendime “İnşallah ilahiyata gidince bu meseleyi incelerim.” dedim. Daha sonra inceledim ki Ömer Nasuhi hoca, mantıkla hiçbir alakası olmayan bir hükmü Büyük İslam İlmihâli’nde yazabiliyor. Neden yazıyor? Çünkü kendinden önceki kitablar öyle yazmış diye. Bu, tamamen bir taklid zihniyetinin neticesidir. Böyle bir taklid zihniyetine İslam kültürü müsaid değildir.

İslam’ın en büyük adamları taklidî zihniyete hiçbir zaman tabi olmamışlardır. Biz, o kişilerden bin küsur sene sonra gelmiş kimseler olarak onların zihniyetini devam ettireceğiz. Kim ne söylerse söylesin, unvanı, makamı ne olursa olsun mühim olan doğruluktur, doğru sözdür, doğru hükümdür. Mesela İbn Hazm çok yönlü büyük bir allamedir. Hem edebî kültürü var hem tarih kültürü var hem mezhebler kültürü var hem fıkıh kültürü var hem de hadîs kültürü var. Ancak bu zat, allame diye onun tüm söylediklerini biz doğru kabul edecek durumdamıyız? Elbette hayır. Hep birlikte bu tenkid seviyesine çıkabilirsek İslam’ın kurtuluşu oradadır. Yoksa bütün dünyayı kubbelerle donatsanız da İslam’ı temsil ediyor iddiasında bulunamazsınız.

Hocam bu ilim yolculuğunuz sırasında birçok hocayla teşrik-i mesainiz oldu. En çok istifade ettiğiniz isimler kimlerdir?

Biz, liseyi bitirince fetret devrinden sonra açılmış bir fakülteye vardık. Önümüzde mükemmel bir eğitim kadrosu yoktu. Mesela Ankara İlahiyat Fakültesi açıldığında, tefsir, hadîs, kelam gibi temel İslami ilimleri okutacak tek Türk profesör yoktu. Hatta bu zaviyedendir ki ilk defa “Dogmatik İlimler” diye bir bölüm açmışlardı ve bu bölümü Saraybosnalı Tayyib Okiç hocamıza –Allah rahmet eylesin– teklif ediyorlar. Saraybosnalı’dır kendisi. Türkiye’den çıkamamıştır. Diyeceksiniz ki ilim kadrosu yetersiz olan bir Fakülte’de sizler nasıl yetiştiniz? Bizler kendi kendimizi yetiştirmek zorunda kaldık.

 

Hocam, bu yıl fakülteye intisabınızın ellinci yılını dolduruyorsunuz. Fakülte hayatınız boyunca bürokrasiden çeşitli teklifler aldığınızı ve ilim hayatınıza devam etmek için bu teklifleri reddettiğinizi biliyoruz. Bu bağlamda ilim yolunu seçen genç şahsiyetlere neler tavsiye edersiniz?

Allah rızası için ilimle meşgul olabilecek bir neslin zarureti her zaman vardır. Ama bu neslin yetiştirilebilmesi için gerekli maddi alt yapılara ihtiyac da vardır. Bugün senelerdir söylediğim şeyleri tekrarlamakta fayda görüyorum. Bugün ilim yapmak için başta arzu, ahlak, terbiye, aşk şart ancak bunların dışında maddi bir temele dayanma zorunluluğunuz da var. Madde olmadan, maddi ihtiyaclarınızı gidermeden ilim yapmak bugün için mümkin değildir. Bir ilim adamının müstakil kütübhanesinin olması veya müstakil kütübhanelerde çalışma imkânının olması birinci derecede mühimdir. İlim adamının her istediği kitabı okuyabilecek imkâna kavuşması birinci dereceden ihtiyacdır. Okuduklarını yazıya geçirebilmesi için bugünün teknik imkânlarından istifade etmesi birinci dereceden mühimdir. Bunları çoğaltmak mümkin.

Bugün İslamiyet sadece bir Türkçeyle, Arabcayla, Farsçayla hallolacak bir mesele değildir. Müslüman kesimin dışında İslam ile meşgul olan binlerce kimse var, ilim adamları var. Batı dünyası dediğimiz zümrede Japon’u da var, Hindu’su da var, Amerikalı’sı da var, Fransız’ı da var, İngiliz’i de var. Şimdi bu zatların bizi, bazı sahalarda fersah fersah geçtiklerini ben kabul ederim. Güzel bir misal olarak İslam Ansiklopedisi’ni verebilirim. İslam Ansiklopedisi'ni ilk gördüğümde neden böyle bir ansiklopediyi müslümanlar yazmadı da gayr-i müslimler yazdı diye gıpta ettim. Onlar, çıkardıkları bu ansiklopediyi bitirdiler, hatta ikinci baskıyı dahi yaptılar. Bakalım gençlerimizin yazdıkları ansiklopediyi bitirdiklerini ne zaman göreceğiz. Her şeye rağmen İSAM’ın çıkardığı İslam Ansiklopedisi’nin yayımlanıyor olması sevindirici. Bu durum, Türkiye’de bu seviyede bir ansiklopedi yayımlayabilecek ilim adamlarının az çok yetişmiş olduğunun isbatıdır. Bundan son derece memnuniyet duyuyorum. İstediğiniz kadar tenkid yöneltebilirsiniz, bu ayrı meseledir. Fakat böyle bir eseri vücuda getiren bir ilim nesli –çok şükür– Türkiye’de yetişmiştir. Bunlar yüzde yüz âlimdir diyebiliyormuyuz? Hiçbirimiz kendimiz hakkında söylemiyoruz böyle bir şeyi. Yapabildiğimiz kadarıyla yapacağız. Bundan sonraki yayınların çok daha gelişmiş olduğuna şahid olacağız inşallah.

 

Hocam, sorulacak, öğrenecek daha çok şey olmasına rağmen sayfalarımız sınırlı. İnşaalah kitaplarınız çıktığında sizi daha yakından tanıma imkânı bulacağız. Bizlere zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Böyle bir dergi çıkarıyorsunuz. Çok şükür, Türkiye’de bu dergileri çıkaracak bir kültür ortamınız var. Muhitiniz var. Abileriniz var. İlim adamlarımız var. Cenab-ı Hak bu gayretlerinizi ziyadesiyle genişletsin inşallah. Temennim odur. Bütün sahalarda İslam’ın bu muhteşem kültürünü daha ileriye taşıyalım. Bütün Dünya’nın buna sahib çıkmasına bizler de vesile olalım. İnşaallah.

 

 

MEHMED SAİD HATİBOĞLU

1933’te Bur­dur’da doğ­du. Burdur’un “Ha­tîb Ho­ca” la­ka­bıy­la ma’­ruf âli­mi olan ba­ba­sı­nın 1945’te ve­fa­tı üze­ri­ne, onun kü­tüp­ha­ne­si­ne sa­hip çık­mak ga­ye­siy­le okul de­ğiş­tir­di. Lise eğitiminin ardından 1958’de An­ka­ra Üni­ver­si­te­si İla­hi­yat Fa­kül­te­si’ni bitirdi.

1958 sonunda Tay­yib Okiç’in asis­tan­lı­ğı­na ta­yin edil­di. 1962’de “İs­lâ­mî Ten­kîd Zih­ni­ye­ti ve Ha­dîs Ten­ki­di­nin Do­ğu­şu” isim­li te­ziy­le İlahiyat Dok­toru; 1967’de “Hz. Pey­gam­ber’in Ve­fa­tın­dan Eme­vî­le­rin So­nu­na Ka­dar Si­yâ­sî-İc­ti­mâî Hâ­di­se­ler­le Ha­dîs Mü­nâ­se­bet­le­ri” isim­li te­ziy­le Do­çent; 1978’de ise “Hi­la­fe­tin Ku­reyş­li­li­ği” isim­li te­ziy­le Pro­fe­sör ol­du. Aynı fakülteden 2000 yılında emekli oldu.

İlahiyat alanında ilk sivil akademik dergi olan İs­lâ­mî Araş­tır­ma­lar’ın 1986-1998 yılları arasında edi­tör­lü­ğü­nü yaptı.

Akademik dünyaya birçok öğrenci yetiştiren Hatiboğlu, ilahiyat alanında klasik hâle gelen birçok çalışmaya da imza attı. Bazı çalışmaları şunlardır:

Makaleler: “Hz. Âişe’nin Hadîs Tenkidciliği”, “İslam’ın Aktüel Değeri Üzerine”, “Müslüman Âlimlerin Buhârî ve Muslim’e Yönelik Eleştirileri”.

Telif Kitaplar: “Müslüman Kültürü Üzerine”, “Hilafetin Kureyşliliği”, “Gaybi Hadisler”.

Çeviriler: Ignaz Goldziher,’den Études sur la Tradition Islamique, Le Dogma et la Loi de I’Islam, Le Comte Henry de Castries, L’Islam.

Halen İs­lâ­mi­yât dergisinin edi­tör­lü­ğü­nü yürüten Hatiboğlu, akademik ça­lış­ma­la­rı­na ve kitap hazırlıklarına de­vam etmektedir.

 

[1] Hatiboğlu Hocamız kendine mahsus bir imla sistemi kullanıyor. Arapça kelimelerde orijinalleri nasılsa aynen yazıyor: Kitab, muhatab gibi. Ayrıca soru eki olan “mı, mü” ekini de kelimeden ayırmıyor. Şahsi kütüphanesinde gerçekleştirdiğimiz bu söyleşiyi yazıya aktarırken Hocamızın imla tercihine sadık kalınmıştır.

Follow