Psikolog Aybüke Yıldıran ile Umut Üzerine Söyleşi

Söyleşen: Rana Kaya

 

1. Umut Nedir?

Din felsefesi ve din psikolojisi kitaplarına bakıldığında, “Din nedir?” sorusuna verilen yanıtlarda, alt başlıklarda en temelde çıkan kavramlar genellikle “umut duygusu” ve “ümit edebilmek” üzerinedir. Dinin çok kapsayıcı kavramlarından birisidir umut edebilmek. Hem psikolojik hem teolojik tarafıyla konuyu ele almaya çalışacağım. Umut kavramını ilk önce duygu olarak ele aldığımda bu duygunun ne anlama geldiğini de aktarmam gerekecektir. Duygu dediğimiz şeyin İngilizcesi “emotion” olarak geçmektedir. Yani dışarıya doğru hareket etme hâli olarak tanımlanabilir. Bu noktadan baktığımızda duygu dediğimiz şey bizi belli bir noktaya doğru sevk eden, iten, hareket ettirendir. O zaman şunu görebiliyor olmamız gerekir: Olumlu-olumsuz bütün duygular beni bir yere sevk ediyor, beni bir oluşa yönlendiriyor. Duygular, bizim manipüle edebildiğimiz, görmezden geldiğimiz olgulardan ziyade rotamızı, arzularımızı keşfetmemizi sağlayan yol göstericilerdir. Umut duygusunu da biraz bu noktadan ele almamız gerekiyor. Erich Fromm, umut kavramından söz ederken “doğmamış ihtimaller için her an hazır olma hâli” der. Bu çok hoşuma giden bir tanım çünkü gelecekten söz ederken gerçekten de olmamış ihtimallerden söz ediyoruz. Burada dikkatimi çeken nokta şu: Umut ederken hazırlık yapma hâli vardır. Eylemsel ve fikirsel olarak, aynı zamanda zikrederken de hazırlık aşamasında olduğumuzu söyleyebiliriz. Bunu dinin diğer alanlarında da çokça görebiliyoruz. Sabretmek, şükretmek, dua etmek hep eylemsellik içeriyor. Hareket etmediğimiz, temas etmediğimiz, hemhâl olmadığımız deneyimlerde umut duygusunu hissetmekten de uzakta olacağız.  Umut ve iyimserlik kavramları da birbirine çok karışıyor. Buna “polyannacılık” da diyebilirim. Umut sadece böyle bir çerçevede değerlendirilmemeli. Umut etme süreci; içerisinde kaygıyı, zorluklarla baş etmeyi, üzülmeyi de barındırır . “Umut ediyorum, çok güzel ihtimaller var, çok güzel bir hayat yaşayacağım, her şey yolunda olacak,” gibi bir yaklaşım bu duyguyu oldukça sığ bir yerden ele almak olacaktır. İşin zora girdiği noktalarda ümitvar olabiliriz. Bununla ilgili Fussilet Suresi’nde, “İnsan iyilik istemekten usanmaz fakat ona bir kötülük dokunduğunda ümitsizliğe düşer,” buyurulur. Umudun olma ihtimali yani umut edebiliyor olmak problemsizlik veya zorluğun olmaması anlamına gelmemektedir. Tüm zorluklarla birlikte “Ben hangi alanlarda adım atabilirim? Hangi ihtimallerimi ortaya çıkartabilirim? Nasıl bir yönde hareket edebilirim?” diye düşünmek de gerekir. Umut duygusu, seçeneklerin kısırlığından sıyrılıp ihtimallerimizi ortaya çıkartabildiğimiz anlarda kendisini çok canlı bir şekilde hissettirecektir. İnsan ilişkilerinde, iş hayatında, Allah ile olan ilişkimizde farklı ihtimalleri görebiliyor olmak umut kavramını anlamamızdaki en temel çatıyı oluşturacaktır.

2. Umutsuzluk kavramına da geçmek istiyorum. Ancak öncesinde Kur’an’a göre umudu gördüğümüz ayetler var mı?

Zümer 53: “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin çünkü Allah bütün günahları bağışlar.” Bu ayetin ne kadar kapsayıcı olduğunu görüyoruz. Umutsuzluğa düştüğümüz anlar esasen ihtimalleri kısıtladığımız zamanlardır. Hata yaptığımız zaman Allah’tan ve kendimizden ümidi kestiğimiz anlar oluyor ancak Allah bu ayette tüm günahları bağışlayıcı olduğunu söylüyor. Ayette Rahman’ın bize bir alan açtığını görüyoruz, kısıtlılıktan bizi kurtarıyor, konuyu daha geniş bir noktadan ele alıyor. Burada hatalarımızı görüp süreçle ilgili neler yapabileceğimizi keşfetmek çok kıymetli.

3. Peki ya umutsuzluk nedir?

Einstein karanlık nedir sorusuna, “Işığın yokluğuna verilen addır,” der. Kavramları zıttıyla birlikte anlayabiliyoruz. Umutsuzluk kavramının zıddı olarak umut kavramını ele alırlar ancak umutsuzluk kavramının zıddı kaygıdır. Kierkegaard’a göre insan olma deneyimi kaygı ve umutsuzluk arasında sürekli git gel yapmaktır. Kaygıyı açacak olursak; ihtimallerimizin, seçeneklerimizin ve bununla beraber özgürlüğün getirmiş olduğu kaos ortamının yarattığı bir atmosferdir. Çok fazla ihtimal ve seçenek arasından ilerlemeye çalışmaktır ki tahmin edildiği gibi kaygı duygusu kaçınılmaz olur. Umutsuzluk ise ihtimallerin bittiği yerdir. Seçeneksiz ve hareketsiz kalmışızdır. Kaderci bir anlayışın burada devreye girdiğini söyleyebiliriz. “Yapabileceğim hiçbir şey yok, kaderim önceden belli oldu ve ben nasıl gerekiyorsa öyle yaşıyorum,” gibi bir yaklaşım insanı hareketsiz kılan bir bakış açısıdır. Sürekli kaygı ve umutsuzluk arasında gidip geliyoruz. Umutsuzluk anında kişinin kendisine şu soruları sormasının kıymetli olduğunu düşünüyorum: “Ne oldu da seçeneksiz kaldığımı düşünüyorum? Hangi ihtimallerim vadesini doldurdu? Bu durumla ilgili başka hangi ihtimallerim olabillir?”

Bazen kendimiz için tayin ettiğimiz yollar oluyor. O seçeneklerin bizi hayatımızda belli bir yere kadar getirdiğini ve belli bir yerden sonra bizi götürmediğini görüyoruz. Yolun bittiği, seçeneklerin tükendiği zamanlar oluyor. Böyle anlarda üzülmek, öfkelenmek, hayal kırıklığına uğramak çok insani, çok anlaşılır. Öfkeyi, hayal kırıklığını ya da o an hangi duygu ortaya çıktıysa onu yaşayıp yeni ihtimalleri keşfederek yola devam etmek durumundayız. Eğer ben Yaratıcı ile ilgili bir konuda umutsuzluğa düşmüşsem, “O’nun hangi rahmetinden kendimi mahrum bırakıyorum?” ya da “O’nun benim için yaratmış olduğu hangi ihtimalleri ve nimetleri göremiyorum?” sorularını sorup cevapları bulmaya başladığımda Yaratıcı’yla olan ilişkim de umutsuzluk ekseninden çıkacaktır. Kişinin kendisine dönüp bakması ve farklı potansiyellerini görebilmesi zordur, ama bir o kadar da dönüştürücüdür.

4. Hangi andan itibaren umudumuzu kaybetmeye başlıyoruz? Bunun bir dönüm noktası var mı sizce?

Nesneleştirdiğimiz andan itibaren bazı şeyleri daha mekanik hâle getiriyoruz. Martin Buber iki tip ilişkilenmeden bahseder, ben-sen ve ben-o ilişkisi. Ben-sen ilişkisinde karşımızdakini anlamaya çalışır, ona bağımsız bir birey/özne muamelesi yaparız. Ben-o ilişkisinde ise ötekini nesneleştiririz, önemli olan hayatımızda işe yaradığı noktalardır. Ötekini nesneleştirdiğimizde Allah da bu sürece dahil olmuş oluyor. Maalesef Müslümanlar olarak Allah’ı da bir nesne hâline getiriyoruz. Allah eğer benim dualarımı istediğim şekilde kabul ediyorsa tabii ki yürekten bağlı bir şekilde ibadetlerimi ve onun isteklerini yaparım, orada bağlılığımı korurum. Eğer ki benim dualarım benim istediğim şekilde kabul olmuyorsa orada Allah ile olan ilişkime mesafe koyuyorum ve Allah’tan ümidimi kesiyorum. Nesne konumuna getirmenin zararı burada devreye giriyor. İhtiyacımı karşıladığı ana kadar o nesne benim işime yarıyor ama ihtiyacımı karşılamadığı noktada ben o nesneyi direkt saf dışı bırakıyorum.

Hatta bununla ilgili bir ayet de var. Zümer 8’de, “İnsana kötülük dokundu mu Rabbine yönelerek O’nu çağırır, ona kendisinden bir iyilik verildi mi kime yalvarmış olduğunu unutur.” Şunu çok net görebiliyoruz; iyilik isterken o nesne ilişkisini çok güzel şekilde sürdürebiliyoruz ancak istemediğimiz şeyler gerçekleştiğinde Allah ile olan ilişkimiz bozulabiliyor. Allah ile olan ilişkime mesafe koyduğumda Allah’tan gelecek bütün ihtimallere set çekiyorum ve umudumu kaybediyorum.

Nesneleştirmeyi aynı zamanda kendimize de yapıyoruz . Kendimizle ilgili beklentilerimiz, koyduğumuz hedeflerimiz, hayallerimiz oluyor: “İşte çok başarılı olacağım, çok mutlu bir evlilik hayatım olacak, kul olma sürecinde asla hata yapmayacağım…” Ve olmadı, istediğimiz gibi gitmedi. Eğer ki kendimize bir nesne olarak yaklaşırsak istemediğimiz şekilde giden süreçte en ağır eleştirileri yaparak kendimizden ümidi kesmiş bir noktaya savruluruz. Ümitvar olmaya ilk önce kendimle kurduğum ilişkiden başlamak önemli.

Bir diğer önemli konu ise sınır çizmeye dair. Son zamanlarda popüler olan, gündemde tutulan bir konu. Çok sevdiğim psikiyatr ve teolog olan Karl Jaspers’ın sınırlardan bahsettiği iki kavramı var: gerçek sınırlar ve inandığımız sınırlar. Ölecek olmamız, acı çekmemiz, suçlu hissetmemiz ve bazı noktalarda şansa tabi olmamız gerçek sınırlardır. Zamanın bitiyor oluşu gerçek bir sınırlılıktır örneğin. Bunun dışında kalan “İmkansız, ben bunu yapamam, bu benim için çok zor” dediğimiz ve kendimizi inandırdığımız sınırlılıklar ise gerçek sınırlılıklar değil, inandığımız sınırlılıklardır.
Geçen gün bir arkadaşımla karşılaştım. Allah inancı olan ancak Allah ile kurduğu ilişkide mesafeli tutumu olan birisidir. Konuşma sırasında, “Benim ümidim yok, o kadar çok hata yaptım ki Allah’ın beni affetmesi imkânsız,” dedi. Bu cümleye ithafen, bunun gerçek bir sınırlılık değil de inandığımız sınırlılık olduğunu gösteren bir ayet var Kur’an’da: “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin, çünkü Allah bütün günahları bağışlar.” Allah bağışlamakla ilgili gerçek sınırını çok net ifade etmiş olmasına rağmen biz inandığımız sınırları çekebiliyoruz. Bunu günlük hayatımızda da çokça yapabiliyoruz. “O işi başaramam, sağlığımı artık toparlayamam, sigarayı bırakamam,” gibi birçok inanmışlığımız var fakat hangisi gerçek sınırlılık, hangisi inandığımız sınırlılık bakmak gerek.

5. En başta duygudan söz ederken “emotion” yani hareket hâlinde olmaktan söz ettiniz. Ardından umutsuzluğa düştüğümüz anlarda kendimize sınır çizdiğimizden bahsettiniz. Kendimize veya Yaratıcı’mıza karşı bu sınırı çizebiliyoruz. Kendimize karşı olduğunda demotive edici sözlerle potansiyelimizi görmezden gelerek hareket etmiş oluyoruz. Diğer yandan Rahman’a karşı bu sınırı çizdiğimizde ise her şeyi yaratanın potansiyelini gözden kaçırmış oluyoruz. Bu bağlamda Allah’ın Hallak yani her an yaratışta olan anlamındaki ismiyle ilgili bir soru sormak istiyorum. Sizce umut ederken Hallak sıfatını nasıl konumlandırmalıyız?

Her an yaratışta olan Yaratıcı’mızı anladığımızda, az önce bahsettiğimiz gibi yolların tıkandığı anlarda farklı ihtimalleri algılayabilmek kolaylaşacaktır. Bu noktada anlam kavramına dair bir açıklama getirmek isterim. Biz umudu kaybettiğimizde aslında anlamı da kaybediyoruz. Yani Nietzsche’nin bahsettiği zeminsizliği deneyimliyoruz. Her an bir yaratılışın olması; her an yeni bir potansiyeli, anlamı keşfetmemizi sağlıyor. Victor Frankl’ın İnsanın Anlam Arayışı kitabında, anlamı dinamik kılan yapıyı çok iyi görebiliyoruz. Psikiyatrist olarak bir hayatı var ve orada hayata atfettiği anlamlar var. Daha sonra tamamen izole, gaz odasına girme ihtimalinin olduğu, ölümle yüzleştiği ortamlarda yeni anlamlar inşa ediyor ve bu anlam onu hayatta tutabiliyor. Hayattaki konumumuz sürekli değişirken anlamın sabit kalmasını bekleyemeyiz. Değişen ihtimallerimizle beraber yeni anlamlarda kendisini göstereceketir. A yolu bana kapanmış olabilir ancak o yol kapanmadan B ve C yollarına yönelmeyecektim. A’nın kapanması B ve C yollarına dair farkındalığımı artırdı. Allah’ın benim için farklı seçenekler var edeceğine inanarak umut ile yola çıkarsam eğer, diğer yollarla da tanışma fırsatım olacaktır.

6. Öyleyse biz burada Allah’ın merhametini görmezden geliyoruz değil mi? Allah bana A yolunu kapattığında esasen zaten B’ye yöneltmeyi istediği için ve bunun daha hayırlı olduğunu bildiği için istikametimi değiştiriyor. Oysa ki bu durumu algılarken “Allah benim üzerimdeki nimetini çekti,” diyerek üzüntü duyuyoruz.

Kesinlikle öyle. Terapi hedeflerimizden birisi şudur: İlerleyemediğimiz, bize iyi gelmeyen fakat takılı kaldığımız yollar dışında başka yollar var mı? Aynı şekilde Allah’ın isteği de bize acı çektirmek ve canımızı yakmak değil. Diğer ihtimallerin olumlu etkilerini daha iyi bildiği için Rahman bizi bir şekilde oraya sevk etmeye çalışıyor. Umut etmek aslında acılı da bir süreçtir. Çünkü bazen diğer ihtimallere yönelmek sancılı olabiliyor. Yolun tıkanmış olduğunu, iyi gelmediğini fark ettikten sonra Allah’ın var ettiği diğer ihtimalleri aramaya başlamak hem heyecanlı hem de sancılı.

7. Umutlu ve umutsuz insan arasındaki fark nedir?

Ümitsiz bir toplumun ümitsiz bireyi var ettiğine dair çalışmalar bulunuyor. Yüksek umudu olan insanlarla düşük umudu olan insanların problem çözme becerisine dair yapılan bir araştırmada, yüksek umutlu insanların problem çözme ve alternatif yollar geliştirme konusunda daha iyi oldukları, streslerini yönetme konusunda daha başarılı oldukları görülüyor. Sorunları çözme konusunda daha akılcı bir yerden hamle yapabiliyorlar. Düşük umutlu insanların ise tüm bu süreçlerde daha çok zorlandıkları ortaya çıkıyor.

8. Sad Suresi 41 ve 42. ayetlerde, “Ve kulumuz Eyyub'u da hatırla: Hani o Rabbine ‘(Rabbim!) Şeytan bana tarifsiz bir bezginlik ve terkedilmişlik hissi vermektedir!’ diye yakarmıştı. (Biz de) ‘Düş yola! Bak işte (şurada hem yıkanılacak hem de içilecek soğuk bir su var!’ (demiştik).” buyuruluyor. Burada verilen öğüt hareket etmeye dair. Diğer peygamberlerin benzer konumuna dair yorumunuzu merak ediyorum.

Bir peygamber olmasına karşın kısıtlılıklarıyla birlikte harekete geçmesinin üzerinde durulması hepimizin görmesi gereken bir nokta. Yusuf peygamberin yaşamında da benzer şekilde bir kısıtlılık olduğunu görüyoruz. Önce kardeşleri tarafından kuyuya atılıyor, sonra bir haksızlığa maruz kalıp zindana atılıyor. Onun hareket hâlinde kalmaya devam ettiğini ve en zorlu anlarda Allah’ı hatırlamaya devam ettiğini görüyoruz. “Zindandayım, artık yapabileceğim hiçbir şey yok” demek yerine sürekli çalışmış. Onu ayakta tutan şey, hem Allah’a güveni hem de sınırlı alanındaki yapabileceği şeyleri sürdürmesidir. Bizim de benzer şekilde hareket hâlinde olmaya ve bunu yaparken cesaretimizi korumaya ihtiyacımız var. Cesareti ve eyleme geçmeyi umut kavramının içinden çekip aldığımızda geride çok romantik bir anlam kalacaktır. Bütün peygamberlerde gördüğümüz bir durum daha var ki ne kadar zorlu olursa olsun her koşul içinde yeni anlamlar oluşturdular.

9. Dünya üzerinde bizi var ettiğine inandığımız anlamı kaybettiğimiz anda umutsuzluğa düşme olasılığımız artıyor öyleyse. Ve yaşam içinde olması gerektiğinden daha fazla anlam yüklediğimiz, hatta Kur’an’a göre bizim kendi “putlarımız” olarak nitelendirilen şeyler de yaşamımızdaki umuda etki ediyor yani öyle mi?

Anlam ve umut birbiriyle yakın temas hâlindedir. Gidilecek bir yol olduğuna inanmıyorsak zaten anlamı da keşfedemeyiz. Tabi anlam dediğimiz şey sanki bir yere saklanan ve her an kaybedilebilir bir şey gibi düşünülebiliyor. Anlam dinamik bir yapıdır çünkü insan olarak bizler sürekli değişip dönüşen varlıklarız. Bu değişimlere ayak uydurabiliyor olmamız kıymetli. Kendimizi uğruna adayacağımız ve anlamlı bulduğumuz bir şeye karar veriyoruz, işler umduğumuz gibi gitmediğinde ise her şeyin bittiği noktadaymışız gibi geliyor. Bu çok yıkıcı bir duygu durumu. Hayatımla ilgili farklı anlamlar ortaya çıkıyorsa belli ki hareket ediyorum, dönüşüyorum, esniyorum.

10. Yani esnekliğe daha çok izin veren ve değişime açık olan insanların daha ümitvar bir çizgide ilerlediklerini söyleyebiliriz. Peki Müslüman umutsuz olabilir mi?

Elbette umutsuzluğa kapılabilir. Müslüman umutsuz olabilir ancak umutsuz kalmamalıdır. Umutsuz kalmak Allah’ın ihtimallerini görememektir. Bu, samimi şekilde Allah ile ilişkide olan bir Müslüman’ın içinde uzun süre kalamayacağı bir duygu diye düşünüyorum çünkü en cezalandırıcı ayetlerin bile arkasından merhamet ve affetmekle ilgili ayetler geliyor. Umutsuz olsak da çıkış noktasını görmeye, ardından harekete geçmeye ihtiyacımız var. Yaşamın canlılığı da burada kendisini gösteriyor.

 

Sayı 86 (2022)

Follow