Seyfullah Orhan ile Bireysel ve Toplumsal Afet Bilincinin Yeniden İnşası İçin Bize Düşen Sorumluluklar

 

Söyleşi: Seyfullah Orhan

Söyleşen: Hatice Erdem-Ahmet Polat

 

Medikal kurtarma görevlisi ve afet çalışanı Seyfullah Orhan, Kahramanmaraş merkezli 6 Şubat depreminde görev alan, arama kurtarma faaliyetleri yürüten ve birçok insanın hayata tutunmasına sebep olan ekiplerden… Deprem ülkesinde yaşamayı, afet öncesi ve sonrası farkındalığı artırmak için yapılması gerekenleri, UMKE ve arama kurtarma kuruluşlarının neler yaptıklarını, bireysel ve toplumsal afet bilincinin yeniden inşası için bize düşen sorumluluklarımızı konuştuk.

 

Türkiye’de yaşanan depremlerde, Pakistan’daki sel felaketlerinde görev alan, belki de onlarca kişinin hayata dönmesine sebep olan bir afet çalışanı olarak afeti nasıl tanımlıyorsunuz? Fay hatlarının üzerinde, sel, heyelan, çığ gibi doğa olaylarına müsait bu topraklarda afet bilinci ve afet farkındalığı nasıl sağlanır?

Biz bir bölgede normal seyrinde giden hayatın yani rutinin bozulmasına, rahatsız edici durumların ortaya çıkmasına, sağlık anlamında ve birçok anlamda normal yerleşik hayatın bozulması durumlarına acil durum diyoruz. Yani literatürel kavram bu ve ben bunu gerçekten çok benimsiyorum. Acil duruma bir binada çıkan yangını ya da bir trafik kazasını örnek verebiliriz. Bunlar hemen orada müdahale edilmesi gereken acil durumlar. Bölgenin itfaiyecisi gelip yangına müdahale edebiliyorsa, trafik kazasına oranın emniyeti ve 112’si müdahale edebiliyorsa bunlar acil durumdur. O bölgenin kendi yerel imkânının yetemediği duruma afet diyoruz. Kendi adıma afet; bir medikal kurtarma görevlisi olarak bulunduğum yerden hemen harekete geçmem gereken, ulaştığım yerin başka bir coğrafya, başka bir memleket, başka bir din, başka bir ırk olmasının artık bir şey ifade etmediği, ulaştığım zaman oradakiler için bir şeyler yapmak zorunda hissettiğim, oranın yerel imkânlarının yetmediği durum. Ne yazık ki Maraş depreminden sonra biz bir de buna “felaket” kavramını eklemek durumunda kaldık çünkü bu artık afetin çok daha üstünde bir durumdu. Yani bütün dünyadan uluslararası yardımlar gelse bile yetemediğimiz bir hâle dönüştü, birden fazla depremin olması nedeniyle. “Afet bilinci” dediğimiz şey aslında çok üzerinde durulması gereken bir konu. Hasbelkader biraz UMKE serüveni içinde, AFAD’dan arkadaşlarla çeşitli projelerle tanıştığımız zaman, ilk baştaki ismi “güvenli yaşam kültürü”ydü. Hayat rutininin içinde aldığımız bazı önlemler var. Evden çıkarken ocağı kapatmak ya da tatile giderken gazı kapatmak, elektriği kapatmak, hırsız girmesin diye kapıyı kilitlemek gibi. Bu önlemler rutinin içinde normalleşmiş, çocukluktan beri ailemizde gördüğümüz şeyler. Aslında afetle ilgili önlemler bizim için, diğer coğrafyaların bir kısmı için olmadığı kadar, önemli bir zorunluluk. Bölgelere göre değişebilir. Batı Karadeniz bölgesi için (sel) ayrı önlemler alınması gerekliliği, bununla ilgili bir güvenli yaşam kültürü oluşturulması gerekliliği söz konusu. Aslında belki biraz sonra daha da açarız ama afet bilinci konusu insanlar için çok rahatsızlık verici olabiliyor. Afet bilinci dediğiniz şey sürekli gündeminizde olması gereken bir şey ve hayatınızın rutinine aldığınız bir işleyiş gerektiriyor. Bu insanları rahatsız ediyor. Yani ben yeri gelince üniversitede öğrencilere şunları söylüyorum: “Hayatın içinde yaşamaya devam ederken sık sık zihinsel seniryalar oluşturup zihinsel tatbikatlar yapın. Karşılaştığınız şaşırtıcı bir durgunluk, trafiğin sıkışması ya da bir yerden gelen ses, yani ilk yardım müdahalesi yapmanız gereken herhangi bir olay gibi dusunmek olası ihtimaller uzerinden hayali müdahalelerde bulunmak çok geliştirici olur. Bulunduğunuz herhangi bir yerde, yabancı olduğunuz bir yerde, misafirliğe gittiğiniz bir yerde bir afet olduğu zaman ne yapmanız lazım? Bunları dediğim zaman tabi ki şöyle geri bildirimler aldım: “Hocam bunu sürekli gündemimizde tutmak çok rahatsız edici oluyor.” Ama benim kendimden, en azından sağlık mesleği yapan birçok arkadaşımdan bildiğim bir şey; sürekli sağlık sıkıntıları içinde çalışıyorsunuz ve bir yerden sonra kendinize ya da yakınlarınıza aynı şeylerin olduğu zamanı ya da olma ihtimalini sürekli gözettiğiniz bir hâle dönüşüyorsunuz. Bunun bir miktar yorucu tarafı olmakla birlikte artık hayatınızın parçası hâline geliyor. İlk başta verdiği tedirginlik, yıpratıcılık kalmıyor. Yoksa öbür türlü zaten beynimize söz geçirebilmemiz mümkün değil. Biz şimdi istersek bu depremden sonra altı ay yoğun eğitimler alalım. Bir-iki ay geçtikten sonra emin olun bir afet olduğu zaman yine balkonlara koşacağız. Yine merdiven boşluklarına koşturacağız. Çünkü bu bilinç hayatın içine yayılmamış olunca birkaç ay içinde ne yazık ki unutuyoruz. Beynimizin, zihnimizin böyle bir tarafı var. Sürekli zihinsel bir tatbikat hâli gerekiyor. Afet bilincinin en temeli, en önemli noktası bu. Böyle bir bilincin hayatın içine yerleşmesi gerekiyor. Bunun en zor tarafı şu: Artık çocuklarımızı bir şeylerden çok fazla sakındırmaya ve fanus içinde yaşatmaya çalışıyoruz. Ben de dahil ne yazik ki. Sürüklendiğimiz bir toplumsal işleyiş var. Sürekli burnumuzun dibinde gezen, dumanı kokusu bize gelen savaşların içinde yaşadığımız bir coğrafyadayız. Zaten biz savaşa da insan eliyle yapılan afet diyoruz. Ve bunun içindeyken bizim çocuklarımızı sürekli bir fanus içinde bu kavramlardan uzak tutmaya çalışmamız belki yapacağımız en büyük hatalardan birisi olacak. Onun için çocukları dahil ettiğimiz kamp etkinlikleri yapmamız bunu süreklilik haline getirmemiz lazım.  bunları hayatımızın içine yerleştirmemiz gerekiyor.

Devletin ve insani yardım örgütlerinin doğal afetlere karşı alması gereken sorumluluklar nelerdir? Afet bilinci ve afet farkındalığı, bireylerin kendi kendilerine edinebilecekleri bir süreç midir?

Kesinlikle. Tabi ki var olan eksiklikler, yanlışlıklar vardır ama Maraş depremi özelinde insanların “Üç gün kimse buraya gelmedi,” demesi, aslında afet bilincini hiç kimsenin duymadığını ve almadığını gösteren bir durum. Hiç kimsenin ulaşmaması gibi bir durum zaten söz konusu değildi. Organizasyon eksikliklerini, daha hızlı yetişilmesi için neler yapılması gerektiğini tartışmamız lazım, o ayrı bir durum ama afet bilincinde vermeye çalıştığımız en önemli şey şu: “Siz kendinizi bireysel olarak güçlendirmezseniz, kendinizi bilinçlendirmezseniz, dışarıdan gelen durumlara muhtaç olursanız çok fazla zarar görürsünüz.” Bu sadece Türkiye özelinde olan bir durum değil, biraz da yanlış anlaşılıyor. BM tarafından yapılan INSARAG (Uluslararası Arama Kurtarma Danışma Kurumu) diye bir oluşum var. Oradan yapılan bilimsel çalışmalar doğrultusunda verilen bir kararda diyorlar ki “İlk üç gün size ya da yanınızdaki komşuya gelebilirler, sağlıkçısı gelebilir ama arama kurtarmacısı gelemeyebilir. Bu durumdan dolayı ilk üç gün hiç kimse gelemeyecekmiş gibi kendinizi hazırlıklı kılmanız lazım. Biz buna afet bilimi dilinde altın saatler diyoruz” Afet bilinci eğitiminin temel gerekliliği bu. Katrina kasırgasından sonra Amerika’da afet işleri ile ilgilenen otorite (birlik) demiş ki “Üç gün çok yetersiz, biz bunu bir haftaya çıkaralım.” Çok tartışmışlar ama bunun insanları çok fazla demoralize edeceği kanaatine varınca, bir haftalık hazırlığı insanların yapması da çok mümkün olmadığı için, üç gün olarak kalmış. İlk üç gün kimsenin bize ulaşamayacağını, en azından ilk üç gün kendi başımızın çaresine bakmamız gerektiğini bilmemiz gerekiyor. Şöyle yanlış bir algımız var, olayları hep beyaz ve siyah olarak değerlendiriyoruz. Afet söz konusu olduğu zaman, “Enkazın altındayım, ne yapabilirim ki” gibi söylemler içine giriyoruz ya da çok kötü durumda olduğumuzu ifade ediyoruz. Zaten ilk adım bu. Enkazın altında olmayacak bir yerde kalmamız gerekiyor. Bu almamız gereken ilk önlem. “Bunu yapamıyorsak hiçbir şey yapmayalım” gibi bir algının doğru olmadığını düşünüyorum. Yani afet bilincini insanlara söylediğiniz zaman, genelde negatif ve karamsar bir bakış açısı içerisine giriyorlar. Bu başka konularda da böyle. “Ülkenin hâli belli” falan gibi birçok benzeri örnek var hayatımız içinde yaşadığımız. “Allah’ın izniyle bize bir şey olmaz” gibi bir algıyla kendi çabamızı tamamen sıfırlayan bir hâle dönüşüyoruz. Buradaki ilk basamak tabi ki enkazın altında kalmamayı sağlayacak bir yapının içinde olmak.

Bireysel olarak alınabilecek tedbirler var evet, ancak bu depremde -biraz da depremin şiddeti sebebiyle- panikle dışarı koşmaktan başka bir şey gelmedi insanların aklına. Fakat dışarı koşarken de apartman boşluğunda vefat eden bir sürü insan oldu. Ne yapmamız gerektiğini hâlâ bilmiyoruz. Afet öncesi ve afet anında tam olarak neler yapılmalı?

Bunu üçe ayırmak lazım. Benim daha çok üzerinde uzmanlaşmaya gayret ettiğim alan, afet sonrası dediğimiz alan. Afet öncesi dediğimiz bir zaman var. Kurumlar içinde müdahale planlamalarının, iyileştirme çalışmalarının yapıldığı zaman. Birey için de aynısı geçerli. Önlemler almalıyız, sağlam bir binada oturduğumuzdan emin olmalıyız. Sonrasında evdeki eşyalarımızı sabitlemeliyiz. Yanlış hatırlamıyorsam Marmara depreminde ölülerin ez az yüzde 3’ünün, eşyaların kendisine çarpması ile vefat ettiği biliniyor. Bu şekilde tespit edilmiş ama sayıda tabii ki oynamalar vardır. Bu rakam çok büyük bir rakam. Bu afet öncesi ile alakalı bir şey. Bizim kendimizi hazırlıklı hâle getirmemiz gereken bir durum. Eşyaları sabitlememiz, kendimize çıkış koridorları oluşturmamız, “afet olduğu zaman evde nereyi kendime sığınak hâline getirmeliyim”i evdeki her oda için belirlememiz gerekiyor. İş yerlerimiz ya da çokça gittiğimiz yerler için de aynı planı oluşturmamız gerekiyor. Bir de afet bilinci eğitimlerinde söylenen ama hayata geçirilemeyen bazı noktalar var. Bunlardan başlık olarak bahsedebilirim. Birincisi, dışarıdan bir kişiyle irtibat planı kurmak. Bu, insanların çok bilmediği kritik bir önlem. Deprem bölgesindeki insanlar yoğun bir şekilde birbiri ile iletişim kurmaya çalıştığı için baz istasyonları çalışmayabilir. Bu durumlarda başka şehirlerdeki yakınlarınıza ulaşma şansınız olabilir. Hiç olmadı SMS atarsınız. Buradaki irtibat kişisi çok önemli. Başka şehirden, başka bölgeden bir irtibat kişisi lazım. Bir de bizim kurumlar içinde afet planı/müdahale planı dediğimiz planı evin içinde de yapmamız gerekiyor. Aile olarak evdeysek ne yapacağız? Evden çıkarken kim nasıl bir görev üstlenecek? Evden çıktıktan sonra nerede buluşacağız? Ya da diyelim ki gündüz vakti siz burada iş yerindesiniz, eşiniz başka bir yerde. Buluşma noktanız neresi olacak? Bunlara dair bir planlama yapmak gerekiyor. Ne yazık ki bunlar bizim kültürümüzde olmadığı için bunları kültürümüze yerleştirmemiz lazım. Çünkü biliyorsunuz kültür, bir kuşaktan diğerine aktarılan bir şey. Biz bilmiyorsak bunu öğrenip yaptığımız zaman bizden sonraki kuşak bunu çok daha yerleşik hâle getirecek. Mesela afetten etkilenen bir çocuğun annesi ile babası enkaz altında olabilir, yaralı olabilir, yoğun bakımda olabilir. Böyle bir durumda onu alacak başka bir yakınının isminin okula verilmesi gerekiyor. Bizim on yıldır verdiğimiz eğitimlerden sonra, özellikle öğretmenlere verdiğimiz eğitimlerden sonra bu konularda daha yeni harekete geçildi. Ne yazık ki can yakıcı olaylar yaşandıktan sonra harekete geçilmesi de üzücü oluyor tabi ki. Bunlar afet öncesi dediğimiz zamanda yapılacaklar. Afet anı dediğimiz durumdan da sözlü olarak, teorik olarak şöyle bahsedebilirim: Farklı ekoller var. AFAD’ın dediği “Çök, kapan, tutun” hareketi var, cenin pozisyonu var. Aslında burada önemli olan, sizin, sarsıntı anında sağlam bir yere tutunacak şekilde hedef küçültmeniz ve özellikle başınızı ve omur kısmınızı korumanız. Korku anında refleks olarak yaptığımız, dizlerimize doğru kapandığımız bir hareket. En önemli noktalardan birisi bu. Bunu ben teorik olarak onlarca kez anlatsam da evde aralıklı olarak belki biraz da çocuklar için eğlenceye dönüştürüp yapmayınca, ani olaylar olduğu zaman salgılanan adrenalinden dolayı, insanlar ne yapacaklarını bilemiyorlar. Yine kapıya koşturuyorlar. Burada bizim için en kritik nokta hedef küçültmek, bulunduğumuz yerden çıkmaya çalışmamak. Çünkü sarsıntı anında zaten bulunduğunuz yerden çıkmanız çok zordur ve o anda çıkmaya çalışırsanız eşyaların size çarpma ihtimalini arttırmış olursunuz. Biz hep şunları örnek veririz: Bir kanepe ya da bir koltuk, üzerine duvar da çökse, yanına çöktüğünüz zaman size yaşam üçgeni oluşturacak parçalardır. Eşyaları alırken, örneğin masa, yeni yapılan modüler masalardan değil de daha çok ahşap parçalardan olmasına dikkat edilmelidir. Bunun bir miktar koruma ihtimali vardır. Şunu üzülerek söylemek zorundayım: Özellikle Maraş depreminde, yaptığım çalışmalar süresince, çocuklarının üzerine kapanmış bir sürü anne babaya şahit oldum. Hatta bunlardan bazılarında anne-baba vefat etmiş, çocuk canlı idi. Çocuk eğer üç-dört yaşında değilse, kendisi çök-kapan-tutun hareketini yapacak durumdaysa, onun yanına ulaşıncaya kadar alacağınız zararları da göz önünde bulundurursak üzerine kapanma hareketinin çok da bir koruyuculuğu olmadığını söyleyebiliriz. Çocukların kurtulmasının en önemli nedeni, bulundukları yaşam üçgeni alanının onları koruması. Refleks olarak çocukların yanına gitmek değil de onların bulunduğu yerde kendini korumaya çalışması ve sizin de aynı şekilde bulunduğunuz yerde kendinizi korumaya çalışmanız gerekir. Sarsıntı durduktan sonra seri bir şekilde, önceden hazırlamış olduğunuz ve sizi iki-üç gün idare edebilecek acil durum çantasını da alarak evden ayrılmak gerekir. İstisnalar tabi ki söz konusudur ama büyük bir sarsıntıdan hemen sonra, saniyeler sonra ya da dakikalar sonra bir artçının olmadığını biliyoruz. Güçlü bir artçının olması için en azından bir beş-on dakika geçmesi gerekiyor. İşte bu arada fazla oyalanmadan acil durum çantası alıp çıkmak gerekiyor evden.

O halde acil durum çantası enkazda kalanlar için değil, bilakis hayatta kalan ve o anda dışarı çıkabilenler için alınan bir önlem değil mi? Deprem anında hazırlayacak imkân olmadığı için önceden hazırlanan bir çanta yani. Biz bunu da yanlış anlıyoruz. Enkaz altında kalan kişiler için hazırlandığı düşünülüyor genelde.

Evet maalesef öyle. Bu çok fantastik bir bakış. Enkaz altında kalan kişi için fayda sağlayacak bir durum değil çanta hazırlamak. Ama başınızın ucunda bir pet şişede su bulundurmak, belki hayat kurtarıcı olabilir. Bu alışkanlığı kazanmak için yanınızda su bulunduruyor olmanız da tabii ki önemlidir. Bunun haricinde diğer hiçbir şey çok gerekli değil. Düdük, ışık gibi şeyler bile bu kadar önemli değil. Acil durum çantası sarsıntı sonrası evden çıkarken kolayca alabileceğiniz bir yerde olmalıdır ve yardım gelene kadar sizin ihtiyaçlarınızı karşılamanız içindir.

Deprem anında enkaz altında kalan bir kişinin ne yapması gerekiyor? Bu bilinci nasıl veriyorsunuz? Bu eğitimler kaç yaşından itibaren başlayabilir?

Konuşabilen herkes için bu eğitim söz konusu. Bir çocuğun konuşamaya, yürümeye başlamış olması yeterli. En basit şekilde oyunlaştırarak çök-kapan-tutun hareketini öğretmek, hep beraber sallanma hareketini yaptığınız bir oyun oynamak olabilir. Bunu üç-dört yaşından itibaren başlatabilirsiniz. Enkaz altındaki durumu anlatabilmek için tabi en az 7-8 yaşında olmaları gerekir. Çocukların vücut yapılarının küçük olması bir avantaj sağlıyor ve vücutlarının sağlığı bizimki kadar çabuk bozulmuyor. Metabolik olarak onlarınki biraz daha uzun dayanıyor. Böyle bir artıları var. Enkaz altında kalan birisi için şunları söyleyebilirim: Birincisi çok yoğun bir tozun içindesiniz. Yüksek sesle bağırmaya çalışmak, derin soluklar alıp vermek en sakıncalı hareketlerden birisi. Olabildiği kadar vücuttaki kıyafetlerle ya da varsa bezle maske yapmak ve yüzü temizlemek gerekir. Teknik olarak beton ya da demir parçalarının arasından insan sesinin duyulması çok zor ama bir demire, bir betona vurduğunuz zaman çıkan sesin enkazın üzerindeki insanlara ulaşma ihtimali çok daha yüksek. Vurabiliyorsanız var gücünüzle vurun, bir taş ya da bir sopa bulduysanız onunla vurun. Bütün ekiplerde olmamakla birlikte bazı ses algılama cihazları var, sadece elinizi hafifçe bir yere sürtmeniz bile yetiyor duyulması için. Zaten bağırmanın insana kaybettireceği efordansa elinizle, kolunuzla bir yerlere vurmak çok daha mantıklıdır. Biraz daha tıbbi bilgi verecek olursak… Su bulamazsanız idrarınızı için gibi yanlış bir bilgi var. Bu böbreklerin iflas etmesine sebep olur. Solunum sırasında ağzımızdaki tükürük yapısı dolayısıyla nemli oksijen almamız gerekiyor. Ağzımızdan ve burnumuzdan aldığımız oksijeni nemlendirmemiz gerekiyor. Bu anlamda enkaz altındayken olabildiğince normal hayattaki gibi öncelikle burundan nefes almaya çalışmak, tozları fark ettiysek ağzımızın ve burnumuzun kurumasına bir bezle engel olmaya çalışmak gerekiyor. En kötü durumda bile, idrarı içmek değil ağzınızı onunla nemlendirmek bir tercih olabilir. Zaten onun içindeki zehirli toksik üreyi geri vücudunuza aldığınız zaman bu size zarar verir. Ne kadar kalacağınızı bilmiyorsunuz orada. Bu yüzden idrar sadece ağzı ve dudakları nemlendirmek amacıyla kullanılabilir. Bunların haricinde çok büyük sakıncası var. Tabii enkazın altında kalma psikolojisi de çok önemli bir konu. Kişi yapabiliyorsa içinde bulunduğu günü ve zamanı anlamalı. Bunu anlayabiliyorsa kendisini birkaç gün orada kalabileceğine psikolojik olarak hazırlamalı. Bunun öncesinde yapılabilecek bir psikolojik hazırlık yok.

Peki kişinin herhangi bir yerinde yara, kanama varsa müdahale etmesi gerekir mi? Bize maalesef okullarda böyle bir eğitim verilmiyor. Okullarda bu bilinci arttıracak bir çalışma yapılamaz mı? İçeride kangren olacak bir bacak varsa ne yapılır ya da durmayan bir yara varsa kişinin ne yapması gerekir?

Ülkemizdeki verilen ilk yardım eğitimlerinde en büyük yanılgılarımızdan birisi bu oluyor. Gerekliliği hissettirilmeden, içselleştirilmeden yapılan eğitimlerin hepsi boşa gidiyor. Afet bilinci eğitimlerinde de fark ettiğimiz şey bu. Emin olun o insanlara yarım saat eğitimin gerekliliğini anlattıktan sonra diğer tüm bilgileri on dakikada özetleseniz daha faydalı olur. En başta afet bilincinin gerekliliğini vermiyorsanız hiçbir anlamı yok eğitimin. Aynısı ilk yardım eğitimleri için de geçerli. Hep başkasına yapmak üzerinden örnekler veriyoruz. Anlatırken uygun örnekler vermek gerekiyor. Örneğin televizyonlarda çok görmeye başladığımız Heimlich manevrasının başkasına nasıl yapılacağı anlatılırken kişinin kendisine nasıl yapacağı bilgisi verilmiyor. Masanın köşesine kendisini yaslayarak ya da şu gördüğünüz koltuğun köşesine yaslayarak yapabilir. Mantığı vermek gerekiyor. Diyafram kası, oksijen alırken akciğerlerin genişlemesini ve daralmasını sağlayan kas. Ona sağlam bir refleks verdiğiniz zaman ciğerlerdeki havayı dışarı atmasını sağlarsınız. Bu mantığı verdiğiniz zaman insanlar çevresinde bulduğu zarar vermeyecek herhangi bir çıkıntı üzerinden bu manevrayı gerçekleştirebilir. Başka bir örnek verelim. Bir yerinize sivri bir cisim battığı zaman, oradan onu çıkarttığınızda kanamayı daha çok arttıracağınızı bilmeniz gerekir. Bunun için onun etrafını sarabiliyorsanız biz bezle sarıp beklemeniz lazım. Batan şey cam parçası bile olsa. Tabi ki yaranın derinliği de önemli. Diyelim ki refleks olarak çıkardınız. Onun yerini hemen bir şeyle doldurmak gerekiyor. Biz sağlıkçılar bazen böyle yaralarda vicdansız gibi görünüyoruz ama derin bir yara düşünün, içine bir tomar gazlı bezi sokmak zorundayız ki oradaki kanama dursun. Mesela turnike afet bölgesi için çok sakıncalı. Onun için daha profesyonel bir bilgi gerekiyor. Diyelim enkaz altındasınız, bir uzuv kopmak üzereyken turnikeye aldığınız zaman belli sürelerde onu gevşetmeniz ve tekrar sıkmanız gerekiyor. Bu da size kısa sürede ulaşacak bir ekip varsa onlara yardımcı olmak amacıyla yapılabilir. Bir de turnike tek kemiğin olduğu bölgelerden yapılır. İki kemiğin geçtiği yerlere turnike yaparsanız bir işe yaramaz. Bunların dışında, zaten solunumun devamını sağlama ve bilinç kaybı gibi durumlarda kişi kendisine müdahale edemez. Bir kırık varsa olabildiğince hareket etmemek gerekir. Çıkma gibi bir durum varsa ya da üzerinizde bir ağırlık varsa oradan da ani hareketler yapmadan kurtulmaya çalışmak gerekiyor. Dediğinize katılıyorum. İlk yardım eğitimleri verilirken önce kişinin kendisine, sonra yakınlarına uygulayacağı şekilde verilmeli. Hayallerimden birisi aslında şu: Ülkemizde özellikle anneler/ev hanımları için eğitim verilmesi. Proje olarak hayata geçirilebilecek bir şey, çok ütopik bir şey değil. Çünkü yaşadığımız yangın tehlikeleri, elektrik kazaları daha çok evlerde yaşanıyor ve genelde kadınlar çocuklarıyla baş başa oluyor evde. Bu yüzden anneleri evdeki kazalar konusunda eğitmemiz gerekiyor. Bu eğitimin içerisine afet bilinci/ilk yardım eğitimi de ekleyerek elbette. Afet bilincini alacaksa önce annelerin alması gerekiyor. Çocukların okullarda aldığı afet bilinci eğitiminin çok bir anlamı olmuyor, unutuluyor gidiyor. Çocuk ailesine bunu veremez ama aileye verdiğiniz eğitim çocuğa yansır. Bizim maalesef bu konuda yanılgımız var.

Umarım hayata geçer böyle bir proje, özellikle belediyeler yoluyla. Şunu sormak istiyorum; sizi afet uzmanı olmaya, bu konularda çalışma yapmaya iten sebep veya olay nedir? Nasıl başladı bu hikâye?

Marmara depreminde başladı. Çok geçmişe gitmemeyim ama biraz psikolojik alt yapısı var. Ben Marmara depremini yaşamadım ama benim amcam Adapazarı’nda yaşıyordu. Çok kısa bir anekdot olarak paylaşayım. Amcam Adapazarı’nın merkezinde oturuyordu, deprem olduğunda tabi bilgi alamadık. Dedem dayanamadı ve dedemle beraber yola çıktık. 8-10 saat sürecek yol 25 saat falan sürdü Kayseri’den. Ben o sırada yaz tatilindeyim, üniversite öğrencisiyim, biyoloji okuyorum, sağlık meslek bitirmişim. Dedemle beraber gittik, amcamın evini buldum ama dört kere dolandım. Bulması zordu ama evin yıkıntısını görüyorum ve dedeme söyleyemiyorum, yetmiş yaşında bir adam. Allah’a şükür onlar çıkmışlar ve yengemin köyüne gitmişler. Birilerine sormaya çalışıyorum, dedem bana evi bulamadığım için kızıyor ama evin yıkıntısının önündeyim. Bu benim için çok çarpıcı oldu, Adapazarı’nın o hâlini görmek. Bir yandan sağlıkçı refleksi, bir yandan çocukluğumuzdan beri yüklendiğimiz bir şeyler için sorumluluk hissetme ve bir şeylerin ucundan tutma derdi… Orada bir aydınlanma yaşadım kendi adıma. “Ben bu işlerin içinde olmalıyım,” dedim. Memleketten sağlıkçı bir arkadaşım vardı, şimdi rahmetli oldu, onunla irtibat kurdum. 5-6 gün sonra kendimizce öğrenci olarak malzemeler toparlayıp Adapazarı’ndaki stadyumda hekim abilere, arkadaşlara tıbbi müdahaleler konusunda yardımcı olmaya çalıştık. Benim için gerçekten bir dönüm noktası idi. Biyolojiyi bitirdim, mikrobiyoloji ile falan uğraştığım sıralarda UMKE’de eğitim başladığını ve eğitime kabul edildiğimi öğrendim. Sağlıkçı herkes girebiliyordu. İstanbul’da yapılan eğitime katılacaktım. Sevinç narası attığımı hatırlıyorum.

O zamanlar UMKE miydi yine?

UMKE idi. Oluşum olarak 2004 gibi kuruluyor UMKE. ASOP (Afetlere Sağlık Organizasyon Projesi) dediğimiz bir proje üretiyor Sağlık Bakanlığı. Burada yapılan toplantılar sonucunda değerli hocalarımız diyorlar ki “Biz burada gönüllü bir ordu oluşturalım.” Ondan sonra UMKE oluşuyor. Ben dediğim gibi zaten bir arayış içerisindeydim. En azından düşünsel aşamada bir şeyler yapma derdinde idim ama beni eksik bırakan bir hâl vardı, pratik hayatım içinde bir şeyler yapmak istiyordum. Bir arayış içerisinde iken UMKE kuruldu. Eğitim aldık ve ondan sonra parça parça Türkiye’de, yurt dışında birçok görevde, afette bulunmak nasip oldu. Daha sonrasında da birçok STK ile Afrika’ya sağlık hizmetleri, Suriye’deki bölgelere hem insani yardım hem de sağlık hizmetleri noktasında olabildiği kadar destek çıkmaya çalıştık.

UMKEDER’in açılımı “Uluslararası Medikal Kurtarma Ekipleri Derneği” olarak geçiyor. UMKEDER nedir, ne yapar, faaliyetleri nelerdir? Şu an aktif olarak temsilcilikleri var mı? Bu depremde neler yaptı? Biz hep AFAD ismini duyduk. UMKE ile AFAD’ın farkı nedir?

Şunu ayıralım. UMKEDER, bizim UMKE’cilerin kurduğu bir dernek. UMKE; Sağlık Bakanlığına bağlı, Acil Sağlık Hizmetleri Daire Başkanlığına bağlı bir birim. 2004 yılında, önce birkaç büyükşehirde Sağlık Bakanlığı’nın bir birimi olarak kuruldu. Oralarda yavaş yavaş gönüllü yetiştirme çalışmaları başladı. UMKE’nin dünyada bir örneği yok. Genelde yurt dışında arama kurtarma hizmetleri değişkenlik gösterir. Bazı devletlerde bu işi itfaiyeciler üstlenmiştir, bazılarında sadece arama kurtarma uzmanlığının oluştuğu bir alan vardır ama 6-7 kişilik timin içerisinde mutlaka bir iki tane medikal arama kurtarmacı vardır. Yani ayrı bir medikal kurtarma üzerine uzmanlaşmış profesyonel ekip yoktur. Sağlık Bakanlığı’nın burada yaptığı güzel şey şu: Zaten hâlihazırda acillerde, ambulanslarda, yoğun bakımlarda çalışan sağlıkçıların kendilerinin gönüllü oldukları bir oluşum kurmak. Yani hem devlet kurumu hem de mantık olarak bir miktar STK. UMKE’nin oluşma sebebi ve UMKE’cilerin asli görevi aslında. Marmara depreminde benim de birebir şahit olduğum enkazdan çıkarılma sırasında yapılan yanlışlar, enkazdan çıkarıldıktan sonra yapılan yanlış tıbbi müdahaleler yüzünden binlerce insan hayatını kaybetti. Binlercesi de diyalize bağlı kaldı. Sağlık Bakanlığı’nı tetikleyen durum bu oldu. 2002-2004 süreci içerisinde, UMKE’nin kurulması bu şekilde oldu. AFAD ya da diğer sivil arama kurtarma kuruluşları enkazdan bir canlıya ulaştıkları zaman o canlının oradan tamamen çıkarılmasına gerek kalmadan, herhangi bir uzvuna ulaştıktan sonra o kişiye ilk yardım müdahalesini başlatan ve enkazdan güvenli şekilde çıkarıp doğru tıbbi müdahale yaptıktan sonra ambulansa veren kişi aslında UMKE gönüllüsü olmuş oluyor. Enkazdan çıkartmayı şöyle ayırmak lazım: Oradaki molozların kaldırılması ya da orada tahkimat oluşturulması işi UMKE'nin işi değil. Bizim görevimiz, güvenli alan oluştuktan sonra yaralıya ulaşıp oradan güvenli bir şekilde, doğru bir şekilde çıkarmak..

Ana kadro sağlıkçılardan oluşuyor. Bunun yanında gidilen yerde barınma, elektrik, haberleşme gibi ihtiyaçlar da oluyor. Bunlarla ilgili bize destek veren gönüllü ya da görevli arkadaşlarımız oluyor. Nepal’de, Bangladeş’te, Suriye’de, Yemen’de ve birçok özel harekat bölgesinde görev almak nasip oldu bize. UMKE’nin böyle bir misyonu oluştu. Oralarda kritik, zorlu koşulların içinde sağlık hizmeti vermek söz konusu oluyor. UMKE’nin ikincil bir görevi, afet bölgelerindeki sahra hastanelerinde olmak. Çok donanımlı, ameliyat yapılabilen hastaneler. Sizin afet bölgesine ulaşma zamanınız geç olabilir, enkaza ulaşamayabilirsiniz ama sahra hastanesi oluşturursunuz UMKE olarak ve orada tıbbi hizmet sağlarsınız. İkincil görevimiz de bu.

Afeti yaşayanlar için psikolojik olarak dayanıklı olmak, afet sonrasında onlara destek olacak ekip için psikolojik ilk yardım amacıyla güvenilir kaynaklara erişilebilecek afetpsikolojisiplatformu.com isimli bir siteniz var. Biraz bahsedebilir misiniz? Sitenin hedef hedef kitle kimdir, herkes ulaşabiliyor mu?

UMKE bir bakanlık sayfası, yani resmi bir kuruluş. Fakat UMKEDER (2014’te kuruldu), UMKE’ciler arasındaki irtibatı güçlendirmek ve bir miktar akademik çalışmalar yapmak adına kuruldu. UMKEDER üzerinden üçüncül afetzedelere destek olabilmek adına çalışmalar yapılıyor. Afet durumunda medikal kurtarma olarak sahaya inildiğinde arka planda arama kurtarmacı arkadaşlara nasıl destek olunabileceğine; yeri gelince barınma, yeri gelince lojistik, yeri gelince psikolojik ihtiyaçlarının nasıl karşılanabileceğine dair çalışmalar yapılıyor. Bunlar UMKEDER’in çalışması. Aslında ilk fikir şöyle ortaya çıktı: Pandemi sürecinde sağlıkçılar olarak malumunuz psikolojik olarak sağlam sıkıntılar yaşadık.  Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın ruh sağlığı biriminde çalışan çok değerli hocalarımızla beraber yürütülen bir çalışma başladı. Bu çalışma, sağlıkçıların o süreçte yaşadıklarını bir miktar onarmak için yapıldı. Sonra buna parça parça sağlıkçı olmayan diğer insanlar da eklendi ve güzel bir yol izlenildiği fark edildi. Zaten bu platform sahaya indi afetten bir-iki hafta sonra. Biraz ortalığın karmaşası dindikten sonra ilk başta arama kurtarmacılara, gönüllülere ulaşmaya çalıştılar. Halkımızdan afetzede olduğunu hisseden herkesin şu anda bu platform üzerinden bilgilere ulaşması ve oradan destek alması mümkün. Ara ara güncelleniyor. Online sistem üzerinden söyleşi tarzında, herkese açık olacak şekilde eğitimler de oluyor. Instagram sayfasından takip edildiği zaman kişilerin katılması mümkün.

Afetzede kimdir, nasıl tanımlıyorsunuz?

Enkazın altında kalanlar birincil afetzededir, onların yakınları ikincil afetzededir, afet bölgesinde çalışan arama kurtarma görevlileri üçüncül afetzededir, basın üzerinden evlerinden takip eden insanlar dördüncül afetzededir. Yani aslında bu depremde uzaktan ve yakından herkes birer afetzededir. Çok fazla maruz kalmak da iyi bir şey değil o yüzden. Tabi ki hiçbir şeye bulaşmamak, steril bir ortamda durmaya çalışmak bizim insanlığımıza yakışan şeyler değil ama kendimizi hırpalayacak şekilde de afetzede olmaya gerek yok. Bunu dördüncül afetzedeler için söylüyorum.

O zaman Türkiye’de afetzede olmayan kimse yok diyebiliriz.

Yok tabi ki. Sadece Türkiye’yi değil burayla ilgilenen dünyanın önemli bir kısmını da katabiliriz. Bu durum insanlığa dair umudumuzu da arttıran bir şey. Birçok bölgeyle, etnik grupla sıkıntı yaşayabiliriz fakat UMKE’ci olmanın bana şöyle bir katkısı oldu: Hem tarihsel hem de başka durumlardan dolayı içinizden bir nefret ya da husumet besleyen toplumsal yapılardan bile arama kurtarmacı olarak gelenleri gördüğünüzde, onların da aynı sizin gibi olduğunu anlıyorsunuz. Böyle ayrı bir grup var aslında. Gönüllülük üzerinden insanların derdine merhem olmaya çalışan, hangi milletten olursa olsun güzel bir topluluk var. İşte bu insanın hayata dair umudunu yeşertiyor.

Deprem bölgesine ilk gidenlerden birisiniz bildiğim kadarıyla. İlk günlerde sizi özellikle etkileyen manzaralar oldu mu? Nelerle karşılaştınız? Hem dernek olarak hem de bireysel olarak izlenimlerinizi bizimle paylaşır mısınız?

Öncelikle şundan bahsetmek lazım. Biz bölgeye ulaşırken zorluk yaşadığımız süre içerisinde çok kahrolduk. İnsanların bireysel olarak güçlenmesi gerekiyor ama orada en çok öğrenecekleri şeylerden birisi, bireysel olarak kahramanlık yapmaya çalışmamak. Sistemli bir STK ile hareket edecek şekilde yol almak gerekiyor. Haberleşme ağı düzgün işlemedi ve ben sabah saat yedi gibi öğrendim. Sonrasında hazırlık yapılıp çıkılması falan derken yollarda harcadığımız saate kahroldum. Tamam hava muhalefeti var tipi var falan ama bir yandan da yoğun bir trafik var. 15 saatin üzerinde zaman kaybettik. Sosyal medya üzerinden çok paylaşım yapıldı. Yanına biraz erzak, beş altı tane battaniye almış bireysel olarak gitmiş kişiler;  “Ben vardığımda kimse yoktu,” diyor mesela. İşte en büyük sıkıntı: Birçok arama kurtarma ekibi çok hızlı bir refleksle yola çıktı ama bunu diyen arkadaş gibi onlarcasının yolu meşgul etmesi nedeniyle, emniyet görevlileri bunları ayırt etmek ile ilgili zorluk yaşadığı için bizim ulaşmamız gecikti.

Bu çok önemli bir şey, bunun da bilinç olarak insanlara verilmesi gerekiyor.

Kesinlikle. Şöyle bir şey var: Siz ne kadar hazırlıklı olursanız olun; gittiğiniz zaman ekipleri oluşturmak, malzemeleri almak ve bunların araçlara yüklenmesi, araçların dağıtılıp hazırlanması zaman alıyor. Bunlara dair tatbikatlar da yapılıyor ama dediğim gibi ne kadar hızlı olursanız olun birisinin evden “Ben çıkıyorum, getir şu depodaki beş tane battaniyeyi,” demesi engel oluyor size. Oraya belki bir yüz kişi, iki yüz kişi ekip göndereceksiniz. Bu iyi niyetli arkadaşlar yolu doldurduğu zaman arama kurtarmacıların ulaşması zor oluyor. Van depremini, İzmir depremini, Pakistan’daki sel felaketini, Marmara depremini görmüş birisi olarak; beni alana gidince en çok sarsan şey, bölgedeki yıkıntının çok fazla olması idi. İlk başta çok yoğun bir moral bozukluğu, psikolojik bir sarsıntı hissediyor insan. Çünkü bizim büyük dediğimiz diğer depremlerde bir caddede bir-iki bina yıkılmış olur, oradaki çalışma zaten günler sürer. Ama burada, Maraş’ın merkezine doğru çıkarken artık yıkıntıların durması için dua ediyorsunuz. “Bari bunun üstündeki sokak yıkılmamış olsun” gibi bir serzeniş oluyor insanın içinde. Bir yerden sonra zaten hızlıca, refleksle çalışmaya başladığınız zaman artık başka bir şeye odaklanmıyorsunuz. Bir örnek vermem gerekirse 120. saatte Kamil diye bir kardeşimizi çıkartmıştık. Öncesinde Kamil’le konuştuk, ona bir miktar moral verdik, kendi vücudunda müdahale edebileceği bir yer var mı, bir hasarı var mı görmek adına biraz diyalog kurduk ve sonrasında onu canlı çıkarttık. Daha öncesinde de başka deneyimlerimiz oldu ama her seferinde kendinizi güncellenmiş gibi hissediyorsunuz. “16 yıldır verdiğim emek bir Kamil için değermiş,” diyorsunuz. O anın güzelliği, hazzı ayrı bir yer tutuyor. Bezgin de olsa 16 yaşındaki genç yüzünde tebessümü görmek… Sağ çıktı Kamil, sağlıklı, hiçbir sıkıntı yok.

Ne kadar güzel… Son olarak şunu soracağım: Özellikle afet bilinci eğitimi ve arama kurtarma eğitimi almak isteyen bizler için neler tavsiye edersiniz? Bu eğitimleri almak için UMKE’ye başvurabiliyor muyuz? Nasıl bir prosedür işliyor?

UMKE gönüllü bir oluşum olmakla birlikte, Sağlık Bakanlığı’na bağlı bir birim olduğu için Sağlık Bakanlığı’nda çalışan sağlıkçılar daha fazla tercih etmeli. Çünkü bir görev olduğu zaman çalıştığınız kuruma haber vermenize gerek yok. Bir görev yazısı ile artık mesainizi orada yaptığınıza dair bilgilendirme yapılıyor. Böyle bir artısı var. Özel sağlık kuruluşlarında çalışan sağlıkçılar da ancak kendi kurumlarından izin aldıkları zaman katılabiliyorlar. Sivil olarak katılan; elektrik, haberleşme, barınma gibi konularda teknik bilgilere sahip olan arkadaşlar da olabilir. Fakat bu arkadaşların kendi izinlerini kendilerinin alması gerekiyor, ihtiyaçlarını kendilerinin karşılaması gerekiyor.  Bunu tercih etmekten ziyade AFAD gönüllüsü olmak, hatta gönüllülük sistemini daha da sistemli bir hâle getirmesi için AFAD’ı motive etmek tercih edilebilir. Çünkü gerçekten çok güzel, değerli eğitimler hazırlandı. Biz de bir parça bunların içinde bulunduk. Afet bilinci, hafif arama kurtarma, ileri arama kurtarma eğitimleri veriyor AFAD. Bunlar alınabilir ama son depremden sonra ben de başka bir ışık daha yandı. AFAD’ın yanına üç tane daha kursanız, tek başına böyle bir afete yetemez. Bu ülkenin neredeyse yüzde 98’i fay hattı üzerinde, yüzde 90’ı heyelan bölgesi, yüzde 95’i sel bölgesi… Bizim coğrafyamız antik olarak, jeolojik olarak evet çok değerli ama böyle de bir dikeni var. Bu dikenle baş edebilmek için herkes bir STK’ya girmeli ya da bir STK oluşturmalı. Sivil toplumun en çok görüneceği yer insani yardım ve bu yardımlar konusunda kolları sıvayarak yapılan teknik işler olmalı.

Peki STK’lar yardım kuruluşu olmaktan çıkıp yardım örgütüne dönüştüğünde ne yapacağız? Çünkü büyüdüğü zaman kendi büyüklüğüyle gelen bir felakete dönüşüyor.

İşte orası çok büyük sıkıntı. Bunun için devlete bağlı ama yine de biraz daha bağımsız bir denetleyen kuruluşun olması gerekiyor. Umutla beklediğimiz bu. Bir sürü dernek kuruldu ve dediğiniz gibi bir yerden sonra devasa bir şeye dönüşünce başka bir hâl alıyor. İfrat ve tefrit durumu var. Beş kişi bir araya geldiği zaman bir dernek kuruyor, iki üç tane malzeme alıyor. Bu adamlar yelek giyip sahaya indiği zaman bilgisini, deneyimini, teknik becerisini kimse sorgulayamıyor. Yeleğin üstünde “arama kurtarma” yazması yetiyor. Bir süredir AFAD’ın bu kurumları akredite etmek gibi bir çabası söz konusu. Ne yapıp ne ettiklerini görmek için ya da eğitimlerini kendisi vermek için. Fakat bu hazırlık tamamlanamadı. Formaliteye dönmüş denetimi daha tutarlı hâle getirmek, gerçekçi bir denetime dönüştürmek gerekiyor. Bu kurumların sosyal medyalarının sıkı bir şekilde takip edilmesi gerekiyor bence. Afet bölgesinde olmanın bana en büyük artılarından birisi de bu haber ve sosyal medya bataklığından uzak kalmış olmam. Benim için çok iyi oldu.  “AHBAP nerede?”, “AFAD nerede?” gibi gündemler yarattılar. Ben hepsini sahada gördüm. Hepsinin eksiklikleri vardı, hepsinin yapması gereken daha fazla şey vardı. Dediğim gibi en büyük eksiklik, halkın ilk üç gün kendisi için bir hazırlık yapmamış olmasıydı. Değerli akademisyen hocalarımız da yalnızca böyle durumlar da dikkate alınıyorlar. Bu vesile ile artık üniversitelerde yapılan akademik çalışmaların hayatın içinde olmasını diliyorum.

 

88. Sayı (2023)

Follow