Cevdet Işık
Yüce Rabbimizin sıfatlarından birisi de devamlı ve mükemmel bir şekilde yaratmaktır. O, her neyi yaratmışsa, belli bir amaç doğrultusunda yaratmıştır. Mahlûkat içerisinde, amaçsız, lüzumsuz ve boşu boşuna yaratıldığını söyleyebileceğimiz hiçbir varlık yoktur. Her yaratılmış varlığın sahip olduğu doğuştanlık (fıtrat) ile tâbi olduğu ilahi yasalar vardır. İradesi olmayan yaratıkların hiçbirisi, tâbi olduğu ilahi yasaları çiğneme imkânına sahip değildir. Dolayısıyla iradesiz varlıklara ait herhangi bir sorumluluktan da söz etmek mümkün değildir. Zira sorumluluk akletmeyi, irade etmeyi ve seçimde bulunmayı gerektirir.
Akıl ve irade sahibi olan insanın niçin yaratıldığını bilmesi demek, sahip olduğu sorumlulukları da bilmesi demektir. Kur’an-ı Kerim, insanın yaratılış amacının Allah’a kulluk olduğunu bildirmektedir. Allah’a kulluk eden insan, yaptığı bu kulluk karşılığında hem dünyada hem de ahirette emniyet içinde olur. (Zariyat 51:56, Bakara 2:21)
Kur’an, Allah’a kulluk etmenin nasıl olacağını gösteren kılavuz bir kitaptır. Kur’an’ın talimatları, insan için hem bu dünyada ve hem de ahirette koruma ve emniyeti nasıl temin etmektedir? Kur’an’ı Kerim birçok ayette, hidayete tâbi olanlara cenneti müjdelerken, küfredip inkâr edenleri ise cehennemle tehdit etmektedir. Demek ki ahretteki korunmadan kasıt, cehennemden korunmadır. Bunu anlamak kolay, fakat bu dünyada insanların nasıl korunacağı ile ilgili bir soru da ister istemez akla gelmektedir.
Burada konumuzu oluşturan maruf ve münker kavramları devreye girmektedir. Kur’an’ın bütün emir ve yasakları, insanı maruf ile hemhal ederek güvenli ve korunaklı bir dünya inşa eder. Münker ise, tamamıyla güvenin ve emniyetin olmadığı bir dünyayı oluşturur. Dolayısıyla marufun egemen olduğu bir dünya, aynı zamanda emniyet ve korunmanın mümkün olduğu bir dünyadır. Böyle bir dünyanın özlemini çekenler için Kur’an ve Peygamber örnekliği, sığınılacak en güvenli bir limandır.
Sorumluluğun İfası
İnsan, kendisinde bulunan akıl ve irade dolayısıyla sorumluluk sahibi bir varlıktır. Bunun anlamı, insanın yapıp etmelerinin (fiil/eylem) niçin ve nasıl (nitel ve nicel) soruları çerçevesinde bir değerlendirmeye tabi tutulacağı bilgi ve bilincine işaret etmesidir.
İnsan yaşamında değişik sorumluluk alanları vardır. Bu alanları dairesel olarak içten dışa doğru bir anlatımla izah etmek mümkündür. İçten dışa anlatımda insanın kendi özeli (iç dünya, duygu ve düşünceler) başlangıç noktasını oluşturur. İnsanın kendi özelinde yerine getirmesi gereken sorumluluk, sorumlulukların en önemlisidir. Çünkü insanın sahip olduğu duygu ve düşünceler, dış dünyanın şekillenmesini sağladıklarından dolayı motor güç durumundadır.
İnsanın toplumsal ilişkilerinde ne’yi, niçin yaptığının gerekçeleri, insanın herkese kapalı olan iç dünyasından kaynaklanır. Bu iç dünyayı, insanın kendisi ile Allah’tan başka hiçbir varlığın bilme imkânı yoktur.
İnsanın iç dünyası, koordinatları belirlenmiş ve rotası çizilmiş bir uçak misalidir. Eğer insan sahip olduğu akıl ve iradesi ile farklı bir rota tercihinde bulunmazsa, güvenli bir şekilde hedefine varması zor değildir. Pek tabi eğer yolculuk bilgilerinde değişiklik yapar ve başka rotalara geçiş yaparsa o zaman da bütünüyle farklı durum ve hesaplarla karşılaşacaktır.
Burada vurgulamak istediğim husus şudur: İnsan, sadece kendisine terk edilemeyecek kadar önemli bir varlıktır. İnsanın tasavvurunu oluşturacak, her açıdan mükemmel bir otoriteye ihtiyaç vardır. Bu da en öz ifadesini “la ilahe illallah”ta bulduğumuz tevhid inancıdır. Yani içini doldurarak, hakkını vererek bilinç dünyamızı aydınlatacak olan “Allah’tan başka ilah yoktur” inancı.
Tevhidi hakikatin içselleştirilmesi için yapılması gereken ilk şey, Allah’ı esmasıyla tanımak ve tek otorite olarak kabul etmektir. Bunun için de öncelikle bakmak, görmek, işitmek ve akletmek gibi doğal yetenekleri harekete geçirmek gerekir. Ayrıca her varlık doğası gereği O’nu, zaten en yüksek frekansta haykırmaktadır.
İçten dışa doğru sorumluluk alanlarının ikincisini, insanın dışında kalan dünya oluşturmaktadır. İnsanın dışındaki dünya, toplumsal yaşamı oluşturan insanlarla birlikte diğer bütün canlı-cansız varlıkları da kapsamaktadır.
Her şeyden yalıtılmış bir dünyaya sahip olamayacağımıza göre, sorumlulukların ifasında dışımızdaki diğer varlıkların da dikkate alınması icap eder. Zaten her açıdan yardıma muhtaç bir yapıda olmamız, bizi toplu halde yaşamaya ve yaşarken en sorunsuz bir şekilde hayatı sürdürme gayretinde olmaya mecbur eder. Bu da münker mantığıyla yapılacak bir savaşla değil, maruf mantığıyla yapılacak bir barışla mümkündür.
İnsan yaşarken daima huzurlu olmak ister. Huzurlu olmak için, bir huzurda bulunmak gerekir. İnsanın en yaman yanılgısı burada ortaya çıkmaktadır: Yapıp etmelerinin herhangi bir huzura denk gelmediğini düşünmesi. Hayır, böyle değildir. İnsanın her yapıp ettiğinin muhakkak bir huzura denk geldiğini bilmek gerekir: Ya Yaratıcının huzurundayız ya da yaratıkların huzurundayız. Bütün huzur’lar önemlidir ama Pek tabi olarak Rabbimiz Teâlâ’nın huzuru en önemli huzurdur. Bu zaviyeden baktığımız zaman, hiçbir yaratığa, “işe yaramaz” muamelesi yapma hakkının hiçbir kimsede olmadığı ortaya çıkıyor.
Bu açıklamalardan da anlaşıldığı üzere, huzur sahibi olma ile konum sahibi olmanın birbirine paralel olduğu görülmektedir. İnsanın kendi huzuru için başka huzurlara ihtiyaç olduğu kesindir. Bu sebepten ister değerli kabul edelim ister değersiz, bütün varlık âlemini oluşturan, her şeye saygı göstermek gibi bir sorumluluğumuz vardır. Çünkü neticede her şeyin üzerinde mutlak güç ve kudret sahibi Allah’ın emeği vardır. Unutmamak gerekir ki, insana musahhar kılınmış her bir varlık, Allah’tan gönderilen bir mesaj gibidir. Öyle ise mesajı gönderenin şanından dolayı, mesajın da kıymetli olması gerekir.
İnsanın dış dünya ile ilgili sahip olduğu değer yargıları, büyük bir önem arz etmektedir. Öncelikle bu değer yargıları, sağlam bilgiye dayanmalıdır. Bu değerler sayesinde sorumlulukların doğru bir şekilde ifası, bize yaşanır bir dünyayı sunacaktır.
Sorumluluğun ifasında içten dışa son daire, bütün bir varlık âlemini kuşatan bir dairedir. Burada insanın sahip olduğu sorumluluğun muhatabı, her şeyi gören duyan, her şeyin maliki, sonsuz bilgi, mutlak güç ve kudret sahibi Yüce Allah’tır. İnsanın Allah’a karşı olan sorumluluğu, diğer iki alanla ilgili sorumluluklarda oluşacak pürüzleri izale edici bir mahiyete sahiptir.
İnsanın Allah’a karşı olan sorumluluğu, öncelikle Allah’ı yaratıcı olarak kabul etmektir. Allah’ın yaratıcı olarak kabulünde mistik/gnostik/sufi bakışta pek fark edilmeyen büyük bir sapma vardır. Varlık âleminin Allah’tan sudur ettiği, yani Allah’tan taşmak suretiyle oluştuğu inancını ileri sürerler. Dolayısıyla bütün varlığın aslında Allah’ın vücudundan birer parça olduğunu kabul ederler. Yani şu meşhur vahdet-i vücut inancının kendisinden bahsediyoruz. Bu inancı, bu şekilde içselleştiren bir kimsenin kendisine “enel hak” demesini garipsememek gerekir. Garipsenmesi ve reddedilmesi gereken, bütün varlığın Allah’tan südur/feyezan ettiği inancı olmalıdır.
Allah’ın yaratıcı olarak her şeyi yoktan var ettiği kabulünden sonra, insanın varoluş amacının ise O’na kulluk olduğu ve bu kulluğun gereğinin de O’nu her şeyden üstün tutmayı gerektirdiği sonucuna varmak çok kolay olacaktır. Burada ‘Allah’ı her şeyden üstün tutmak’ yargısının içini doldurmak gerekir. ‘İlah’ dediğimiz terim bu yargının içini doldurmak için vardır. Alınan sorumluluğun ifası bakımından Allah’ın ilahlığı demek, insan için buyurduğu bütün emir ve yasakları öğrenmeyi, benimsemeyi ve hayatı o emir ve yasaklarla tanzim etmeyi gerektirir. Allah’ı her şeyden üstün tutmak demek, Allah’ın sözünün üstüne söz söylememek demektir.
Sorumluluğun ifası, insan gücünü aşan bir durum değil, insan gücüyle sınırlı bir durumdur. “Allah hiç kimseye taşıyacağından fazlasını yüklemez.” (Bakara 2:286) Herkes sorumluluk sahibi olup, sorumluluğu sahip olduğu güçle sınırlıdır. İnsanın sahip olduğu güç derken, buna, insanın sahip olduğu bedensel ve zihinsel bütün imkânlar dâhildir.
Hesap vermek, sorumluluğun kapsam alanında olan bir durumdur. Sorumlu olan hesap da verecektir. İnsan, bütün yapıp ettiklerinden sorumlu olup bu konuda hesap verecektir. (Nahl 16:93, Zilzal 99:7-8) Verilen sözlerden, gözden, kulaktan ve gönülden (İsra 17:34-36), atılan iftiralardan (Ankebut 29:13), Allah’a verilen sözlerden (Ahzap 33:15), sahip olunan nimetlerden (Tekasür 102:8)… hesap sorulacaktır.
Emanetin Muhafazası
Emanet denince akla ilk gelen, karşılıklı iki tarafın varlığıdır. Bu iki taraftan bir taraf (kişi veya topluluk), diğer tarafa, herhangi bir şeyi geri almak üzere vermiş ise, bu verdiği bir emanettir. İnsanın tüzel veya gerçek kişiler tarafından, belli bir ücret karşılığında, belli kurallar dâhilinde aldığı bir sorumluluğu yerine getirmek üzere, yapılan yetkilendirme de emanet kapsamına dâhildir.
Emanet olgusunda dikkatten kaçırılmaması gereken husus, emanet olarak bırakılan her ne ise, onun bir sahibinin olduğudur.
‘Sahip olmak’ın içeriğini ciddi manada düşünmek gerek. Çünkü bu hususta çok büyük yanılgılar yaşanmaktadır. Eğer insan bir şeyin sahibi olduğunu söylüyorsa, o şeyin mülkiyetinin kendisine ait olduğunu söylüyor demektir. Bir mülkün sahibi olmak için o mülk üzerinde mutlak manada tasarruf etme gücüne de sahip olmak gerekir. Bu manada insan için, bu dünyada mülk sayılabilecek herhangi bir şeyden söz edebilir miyiz? İnsanın elinde, yapıp ettikleri haricinde, ‘bu benimdir’ diyebileceği hiçbir şey var mıdır? İnsan, kendi fiziksel yapısına bile tam olarak sahip değilken, birçok dünyevi makam ve metanın sahibi olmakla egosunu şişirmesi, ibretlik traji-komik bir durumdur.
İnsanın yapıp etmeleri dışında sahip olduğu her şey insana verilmiş birer emanetten öteye geçmemektedir. İnsan ölünce bütün emanetleri bırakır ve amel defteri ile huzura varır. Emanetin muhafazası derken, zamandan mekâna, mevkiden makama, ticaretten paraya ve eğitimden öğretime kadar, insanın elinde bulunan bütün imkânları, hesabı sorulacak birer emanet olarak görmek ve yaşamında bu emanetlere ihanet etmemektir. Aynı zamanda her nerede olursa olsun, doğru konuşmak ve doğru davranışta bulunmak da insanın uhdesinde bulunan emanetlerdir.
Emanetin ağırlığını görebiliyor muyuz? Böylece dağların bu emaneti taşımaya güç yetiremeyişinin anlamı da ortaya çıkmış oluyor. İnsan bu emaneti cahil olduğu için yüklenmemiş; yüklendikten sonra cehalete dönüş yapmış ve cahilce davranmıştır. Yoksa dağlar ve insanlar mülakata tâbi tutularak, emanet önce dağlara teklif edilmiş, dağlar kabul etmemiş; daha sonra insana teklif edilmiş ve insan emaneti kabul etmiş. Bunu da kafası çalışmadığı için, bilgisiz ve cahil olduğu için yapmış. İnsan nasıl böyle bir anlama varabilir? Gerçekten anlaşılması mümkün olmayan bir durum. Söylenmek istenen, emanetin ne kadar büyük bir sorumluluk olduğunun ayrımına varmaktır. İnsanın sınavı, dört bir yanı emanetlerle çevrilmiş bir dünyada, emanetlerin sahibini bilerek yaşama sınavıdır. “Onlar ki, emanetlerine ve verdikleri sözlere riayet ederler.” (Mü’minun 23:8)
Rabbimiz Teâlâ, 43. Sure olan Zuhruf Suresinin 33 ve 34. ayetlerinde ilginç bir durumdan söz ediyor. Rahmanı inkâr eden kimselerin konaklarını gümüşten damlarla ve üzerinde gösteriş yapacakları seyir teraslarıyla donatırdık diyor. Peki, Rabbimiz bunu neden yapmamış? Çünkü bu durumda bütün insanlar küfür ve nankörlükte ittifak etmiş bir toplum haline geleceklerdi. Böylece yaratılış gayesini unutacaklar, emanetin sahipleri olduklarını sanarak dünyevileşeceklerdi. Burada dikkatimizi çeken ince ayrıntı, verilmiş emanetin sahip olduğu süslü görüntünün insanın aklını başından alması ve varoluş amacını unutturmasıdır. Buradan anlamaktayız ki, insanın en büyük zaafı, verilmiş emanetin emanet olduğunu unutmak ve o emaneti zayi ederek hıyanet etmektir.
Maruf ve Münker Hassasiyeti
Kimler hassas olur veya hassasiyet gösterir? Buna verilecek en kestirme cevap şudur: İlkeleri olanlar.
İnsanları, ilkeli olanlar ve ilkesiz olanlar diye tasnif etmek yanlış olmaz. İlkesiz insanların herhangi bir hassasiyeti de olmaz. İlkesiz insan için bugün doğru olan yarın yanlış olabilir. İlkesiz insan, sütunsuz bir yapı gibidir. Bir bakmışsın ki, bugün ayakta duran bu yapı, ertesi gün harabeye dönmüş. Bu tip insanların ne bir rengi ne de bir şekli vardır.
İlkesi olan insanlar şahsiyetli insanlardır. Şahsiyetli insanların en belirgin vasfı, ilkelerinin gerektirdiği hassasiyetlere sahip olmalarıdır.
Müslüman için Kur’an, bir ilkeler kitabıdır. Kur’an’da belirtilen bütün emir ve yasaklar, Müslüman için bağlayıcı ilkelerdir. Müslüman, bu ilkelerin inşa ettiği bir kişilikle yaşamını sürdürme hassasiyetine sahip olan kimsedir.
Müslüman, sorumluluğunu ifa ederken, emanete ihanet olabilecek davranışlardan titizlikle kaçınmaya çalışır. Bu bağlamda gözden uzak tutmayacağı en önemli husus, maruf ve münker hassasiyetidir. Yani yaptıklarının maruf mu yoksa münker mi olduğu konusunda son derece dikkatli davranır. Onun için Kur’an ve Peygamber örnekliği, takip edilmesi gereken yegâne iki kaynaktır.
Marufu şöyle izah edebiliriz: Bütün iyilerin bünyesinde toplandığı kavrama maruf denir. Bir dini terim olarak maruf; İslam’ın hem yapılmasını ve hem de söylenmesini emir buyurduğu ilkelerin, sözlerin ve davranışların genel adıdır.
Münker, tek kelimeyle marufun zıddıdır. Bütün kötüleri bünyesinde toplayan bir kavramdır. İslam’ın hem yapılmasını ve hem de söylenmesini yasakladığı bütün söz ve davranışlardır. Münkerin tabiatında tanımama, kabul etmeme ve inkâr etme vardır.
İyiliği yaymak ve kötülüğün önüne geçmek, ümmetin bütün fertlerinin yükümlü olduğu bir durumdur. Bu ilke, Kur’an’daki temel ilkelerden olduğu için farz konumundadır. Bu farzı, sadece meydanlara çıkıp birilerine anlatmak şeklinde anlamamak gerekir. İyiliğin anlatımında sokaklar, caddeler ve meydanlar da olacaktır. Fakat günümüzün modern kent yaşamında bunu realize etmek öyle kolay bir iş değildir. Birilerine bir iyinin anlatılması öncelikle bir tanışıklığı gerektirir. Sizi tanımayan birilerine söyleyeceğiniz her söz doğru da olsa, kuşku ile karşılanma ihtimali her zaman vardır. Bunda büyük bir haklılık payı da yok değildir. Zira doğru ve iyinin elbisesini giymiş sahtekâr insanlar o kadar çoğalmış ki, bu alandaki istismarlar sebebiyle hakikati haykıranların sesi işitilmez duruma gelmektedir.
Peki, bunu yani maruf ve münker hassasiyetini nasıl anlamak gerekiyor?
Mümin ve Müslüman bir şahsiyet demek, iyiliğe(maruf) ve kötülüğe(münker) karşı hassas olan şahsiyet demektir. Her insan gibi Müslümanın da meydanı, aile hayatından iş hayatına kadar, zaman ve mekân bakımından göründüğü bütün yerlerdir. Buna, kendi özeli olan iç dünyası da dâhildir. İşte bu alan, aynı zamanda kendi sınav alanıdır. Müslüman için farz olan, bu sınav alanındaki bütün ilişkilerinde iyiliği öne çıkarması ve kötülüğü ise olabildiğince, bütün detaylarıyla yok etmesidir. İşte tek tek bütün Müslümanların muhatap olduğu farziyet durumu budur.
İyiliği söylemeyi/yaşamayı birilerinin iki dudağı arasına havale edip sorumluluktan kurtulmanın hayalini kurmak büyük bir aldatmacadır. Hayatın özeti, iyilikler ve kötülüklerdir. Her müslümanın yegâne hedefi, hayırlı ümmetin bir ferdi olmaktır. Bunun yolu da iyi ve doğru olanı yapmak ve önermek, kötü ve yanlış olandan sakınmak ve sakındırmaktır. Bu davranış türü, Allah’a olan iman ve güvenden kaynaklanmaktadır. (Al-i İmran 3:110)
Maruf ve münker hassasiyetini maddeler halinde özetlersek:
1-Kurtuluşa ermek isteyenler bu hassasiyete sahip olmalıdır.
2-Bu hassasiyet her Müslüman için farz olan bir hassasiyettir.
3-Allah’a iman edip bu hassasiyete sahip olanlar, insanların iyiliği için en hayırlı kimselerdir.
4-Kötülüklere karşı elle, dille ve kalple karşı durmak, bu hassasiyetin bir gereğidir.
5-Her Müslüman sahip olduğu güç, yetenek ve imkânlar dâhilinde bu hassasiyete sahip olur.
6-Bu hassasiyet, sürekli bir cehdi hayatın merkezine almayı ve diğer müminlerle kesintisiz bir dayanışma içinde olmayı gerektirir.
7-Bu hassasiyetin tepe noktasını, icraatlarına zulmü bulaştıran otoritelere karşı hakkı söylemek oluşturur.
8-İyiliği hayatın standartları haline getirmek bu hassasiyetin bir gereğidir. Aksi takdirde, toplumsal yaşayışta kötülüğün kendi standartlarını oluşturacağını bilir.
9-İyilik elbisesine bürünmüş olan kötülük, bu hassasiyetin önündeki en büyük barikattır. Çünkü bu durumda doğru ile yanlış, iyi ile kötü ve hak ile batıl karışmış işler sarpa sarmıştır. Görmenin, işitmenin ve akletmenin dengesi bu gibi ortamlarda bozulmaktadır.
10-Bu hassasiyeti yok eden iki sarhoşluk vardır: Birincisi cehaletten kaynaklanan sarhoşluk ve ikincisi ise, sekülerizmden(dünyevileşme) kaynaklanan sarhoşluktur. Bu iki sarhoşluğun en çok görüldüğü zamanları yaşıyoruz. Bu iki sarhoşluktan kurtulduğumuz gün, bizim kurtuluş günümüz olacak.
11-Bu hassasiyet ortadan kalktığı zaman, gücü elinde bulunduranlar denetimsiz kalacak, fitne ve fesat yaygınlaşacak ve dolayısıyla toplumsal kargaşa oluşacak ve toplumların kıyametini hazırlayan çözülme ve kopuşlar da meydana gelecektir.
Maruf ve münker hassasiyetiyle yetişen iyilik işçilerine, her zamandakinden daha çok ihtiyaç vardır. Bu iyilik işçileri insanlığın ortak iyilerinin oluşturulmasında en önde giden kimselerdir.
Her Peygamber, aslında bir iyilik işçisidir. Kur’an’la inşa olmuş bir şahsiyete sahip olan, bildiklerinin gereğini hayatlarına şahit kılan, Peygamber takipçisi alim insanlar, parlayan yıldızlar misali iyiliğin işçiliğini yapan kimselerdir. Her mümin, gücünün elverdiği kadarıyla bir iyilik işçisidir.
İyiliğin hayat bulması için, iyilik işçilerinin sağlam bir ahiret ve hesap verme inancına sahip olmaları gerekir. İyilik toplumunun inşası için, öncelikle iyilik işçileri olan mümin insanların kendilerini sıkı bir denetim altına almaları önemli bir gerekliliktir. Bunun amacı sürekli olarak bir iyilik(maruf) üzere olma endişesidir. Zira mümin kimse iyilik üzere ise, kötülük(münker) üzere olanlardan bir zarar görmesi düşünülemez. (Maide 5:105)
İyilik toplumunun temelini, sorumluluğunu yerine getiren, emaneti zayi etmeyen, maruf ve münker hassasiyetine sahip iyilik işçisi müminler oluşturur. Bu müminlerin en önemli özelliği dini sadece Allah’a has kılmalarıdır. Bu hususta oluşacak herhangi bir kafa karışıklığı, iyilik toplumuna büyük zararlar getirir. Onun için birer iyilik işçisi olan müminler konuştuğu zaman; hikmet, güzel öğüt ve güzel bir üslupla konuşmalıdır.
“Ama inanan erkekler ve inanan kadınlar(da) birbirlerinin dostu, koruyucusudurlar: iyi ve doğru olanı önerir, kötü ve yanlış olanı önlerler ve namazı içtenlikle kılarlar, zekâtı da seve seve verirler; Allah’a ve O’nun Elçisine uyarlar: İşte onlardır Allah’ın rahmetini bahşedeceği kimseler; çünkü her işinde mükemmel olan, her hükmünde tam isabet kaydeden yalnızca Allah’tır.” (Tevbe 9:71)
61. Sayı (2018)
Analiz