Bahattin DARTMA*
Vahy, lügatte, “süratli bir şekilde işaret, kitabet, risâlet, ilham, gizli söz…”[1] gibi anlamlara gelmektedir.
Vahyin, terim olarak çeşitli tanımları yapılmıştır. En özlü ve derli-toplu tariflerinden biri şöyledir:
“Yüce Allah’ın dilediği şeyleri peygamberlerine muhtelif hallerden biriyle bildirmesine”[2] vahy denmektedir.
Kur’ân Ramazan ayı içinde yer alan kadir gecesinde indirilmiştir.[3]
Şimdi bu kısa bilgilerden sonra asıl vurgulamak istediğimiz konuya geçelim:
Kur’ân-ı Kerîm, insanları en doğru yola iletmek için nâzil olmuştur:
“Şüphesiz ki bu Kur'an en doğru yola iletir; iyi davranışlarda bulunan müminlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.”[4]
İnsanların, Kur’ân’ın hedeflediği o doğru yolu bulmaları için onun okunması, anlaşılması, üzerinde derinlemesine tefekkür edilmesi ve neticede hayata yansıtılmasına bağlıdır. Şu âyetler bu vb. hususları bütün açıklığı ile ortaya koymaktadırlar:
“Onu Arapça bir Kur’ân olarak indirdik ki anlayasınız.”[5]
“Düşünüp anlamanız için onu Arapça bir Kur’ân yaptık.”[6]
“Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah’tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şey bulurlardı.”[7]
“Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?”[8]
“Sana bu mübarek Kitab’ı indirdik ki, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar.”[9]
“Biz, Kur’ân’ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?”[10]
“Sana da Zikr’i indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın, tâ ki düşünüp öğüt alsınlar.”[11]
Bu vb. âyetlerin gereği yerine getirildiği takdirde şu güzellik ve olumlu sonuçlar elde edilir:
“Biz Kur’ân’dan mü’minlere şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. (Kur’ân, şifadır. İnananlar, onunla dünya ve âhiret dertlerinin şifasını bulurlar. Onun hükümlerine uyarak rûhen huzura kavuşurlar.) Ama bu, zalimlerin ziyanını artırmaktan başka bir katkıda bulunmaz. (Çünkü onlar Kur’ân’ı inkar ederler. Bu yüzden de hüsranları artar).”[12]
“İşte bu (Kur’ân) da mübarek Kitâb’tır. O’nu biz indirdik, Ona uyun ve (Allah’tan) korkun ki size rahmet edilsin!”[13]
“Kur’ân, insanlar için basîret nurları, kesin inanan bir toplum için hidâyet ve rahmettir.”[14]
“İşte bu Kitab, Allah’ın dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği/getirdiği hidâyet rehberidir.”[15]
Bu hususta bizden öncekilerin uygulamalarını el-Hasanu’l-Basrî’den dinleyelim:
“Siz Kur’ân’ın okunmasını konaklar/duraklar (merâhil) yapmış, geceyi de deve edinmişsiniz. O deveye biner ve onunla konakları/durakları katedersiniz (geçersiniz). Halbuki sizden öncekiler, Kur’ân’ı Rablerinden gelen mesajlar olarak kabul ederlerdi. Geceleyin o mesajları düşünürler, gündüzün de onları uygularlardı.”[16]
Hatta Seleften bazısı, Kur’ân’dan bir âyeti okuduğunda, şayet kalbi o âyeti anlayıp ondan ibret almamışsa onu tekrar okurdu.[17]
Ancak, Kur’ân dikkate alınmadığı, başka bir ifadeyle hayatın dışına itildiği takdirde sonuç, insanın tahammül gücünü aşacak şekilde acılı olur:
“Bu Kur’ân, bir hidâyettir. Rablerinin âyetlerini tanımayanlara çetin bir azâp vardır.”[18]
Kur’ân’ın, hayatı müsbet yönde etkileyecek şekilde nasıl okunması gerektiğine dair Zünnûn şöyle bir olay anlatmaktadır:
“Mescide girdim, biri, “Üzerlerinde yeşil ipekten ince ve kalın elbiseler vardır; gümüş bilezikler takınmışlardır. Rableri onlara tertemiz bir içki içirir”[19] mealindeki âyeti okuyordu. Bu âyeti tekrar ediyor, avucu ile de bir şeyler içer gibi yapıyordu. Ona şöyle dedim:
-Hey! Kur’ân mı okuyorsun, yoksa bir şey mi içiyorsun?
Bana şöyle cevap verdi:
-Ey kahraman! Onu okumaktan o kadar haz alıyorum ki okuduğumda, anlatılan şerbeti içer gibi oluyorum.”[20]
Hatta Kur’ân, katı kalpli eşkiyalara ve zâlimlere bile tesir etmektedir. Jean-Paul Roux adlı müsteşrik okunan Kur’ân’ı dinlemenin önemini ve o atmosferde meydana gelen tesiri şu sözleriyle ortaya koymaktadır:
“İslâm’ın yayılmasında Kur’ân okumanın bütün uzun nutuklardan daha büyük bir âmil olduğu bir çok şehâdetlerle sabittir. Yola getirilmeleri imkansız (olan) düşmanlar bile Kur’ân’ı dinler dinlemez birdenbire duraklıyorlar, hemen îmâna gelip kelime-i şehâdet getiriyorlardı. Âyetlerdeki kelimelerde fevkalâde bir kuvvet ve kudret vardır!”[21] Bu konuda Ud Frey Hicts’in şu ifadeleri de oldukça anlamlıdır:
“Şarkta, müstebid hükümdarları ve zor kullanan zâlimleri zulüm ve zorbalıktan menedebilen bir şey varsa o da, onların karşısında korkusuz ve lekesiz bir mürşidin okuduğu bir Kur’ân âyetidir.”[22]
İşte burada yeri gelmişken bu görüşleri doğrulayan şu olayı aktarmamızda yarar vardır:
“Fuzayl b. İyâz, önceleri kötü huylu, sert tabiatlı ve Ebîvird ile Serahs arasındaki alanda eşkıyalık yapıyordu. Onun tevbe etmesine şöyle bir olay sebebiyet vermişti:
Bir câriyeye âşık olmuştu. Bir gece âşık olduğu kıza ulaşmak için onun evinin duvarına çıktı. Bu esnada, Kur’ân okuyan birinin, “İman edenlerin Allah'ı anma ve O'ndan inen Kur'an sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir”[23] âyetini tilâvet ettiğini duydu. Bunun üzerine: “Evet yâ Rabbi zamanı geldi” dedi ve oradan döndü. O gece bir kervanın istirahat ettiği bir harabeye sığındı. Bir ara o[rada konaklaya]nlardan birisi, “buradan ayrılalım” dedi. Diğerleri, “hayır, burada sabahlamamız gerekir. Çünkü bu bölge Fuzayl’ın kontrolü altında, her an yolumuzu kesebilir.” Fuzayl bunları duyunca yaptığı bütün kötülüklerden vazgeçti ve “güvendesiniz! Fuzayl benim. Benden hiç korkmayınız” dedi. Bu hâdiseden sonra Fuzayl, güvenilir ve salih bir kişi oldu…”[24]
Şimdi konuyu noktalamadan önce, okunan Kur’ân’ın anlamını bilmenin önemini vurgulu bir şekilde anlatmak amacıyla, okuyucuların müsamahasına sığınarak şu garip hâdiseyi aktarmak istiyoruz:
Büyük bir kabilenin reisi konumunda olan bir kişi, bir hocanın yanına giderek kendisine, hiç kimsenin bilmediği güzel bir duâ öğretmesini ister. Hoca da ona -şaka olsun diye- “Allâhümmec’alnî dübben kebîran fî cebelin azîmin” şeklinde bir duâ(!) öğretir. Adam, hocadan öğrendiği bu duâyı hemen her yerde okur. Bir gün bir toplulukta yine söz konusu duâsını okur; ancak, orada Arapça bilen bir şahıs, adamın duâ diye telaffuz ettiği ifadeleri duyunca ona ne dediğini sorar; adam da bir hocanın kendisine öğrettiği bir duâyı okuduğunu söyler. Bunun üzerine Arapça bilen şahıs adama, okuduğunun kesinlikle bir duâ olamayacağını ve “Allah’ım, beni, büyük bir dağda, kocaman bir ayı yap” anlamına geldiğini söyleyince adam, son derece öfkelenerek kendisine onu öğreten hocayı dövmeye gitmek ister. Fakat çevresinde bulunanlar adamı zorla yatıştırarak kavgayı önlerler.[25]
Sonuç olarak kısaca şunları söyleyelim:
Kur’ân-ı Kerîm, bütünüyle insanlığın doğru yolu bulması için Yüce Allah tarafından gönderilen ilahî mesajlar menbaıdır. Kur’ân’dan yararlanmak için onu okumak, anlamak, üzerinde düşünmek ve hayata uygulamak gerekmektedir. Böyle yapıldığı takdirde, Kur’ân’ın gösterdiği doğru hedefe ulaşılmış olur. Aksi halde insanlığın devasa problemlerin içinden çıkması mümkün değildir.
Kur’ân-ı Kerîm, bütünüyle insanlığın doğru yolu bulması için Yüce Allah tarafından gönderilen ilahî mesajlar menbaıdır.
İnsanların, Kur’an’ın hedeflediği o doğru yolu bulmaları, onun okunması, anlaşılması, üzerinde derinlemesine tefekkür edilmesi ve neticede hayata yansıtılmasına bağlıdır.
Kur’ân’dan yararlanmak için onu okumak, anlamak, üzerinde düşünmek ve hayata uygulamak gerekmektedir. Aksi halde insanlığın devasa problemlerin içinden çıkması mümkün değildir.
* Prof. Dr., Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tefsir öğretim üyesi.
[1] İbn Fâris, Ebu’l-Huseyn Ahmed, Mu’cemu Mekâyîsi’l-Lüğa, (tahkik, Abdusselâm Muhammed Hârûn), Dâru’l-Cîl, 1. baskı, Beyrut, 1991/1411, VI, 93 (V-H-Y mad.); Er-Râğıb el-İsfehâni, Müfredâtu Elfâzı’l-Kur’ân, (tahkik, Safvân Adnân Dâvûdî), 1. baskı, 1992/1412, s. 858 (V-H-Y mad.); es-Semîn el-Halebî, Ahmed b. Yûsuf, Umdetu’l-Huffâz fî Tefsîri Eşrafi’l-Elfâz, (tahkik, Muhammed Altûncî), 1. baskı, 1993/1414, IV, 335 (V-H-Y mad.); İbn Manzûr, Ebu’l-Fazl Cemaluddîn Muhammed, Lisânu’l-Arab, Daru Sâdır, Beyrut, XV, 379 (V-H-Y mad.).
[2] Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük Tefsir Tarihi, İstanbul, 1973, I, 17.
[3] Bakara (2), 185; Kadr (97), 1.
[4] İsrâ’ (17), 9.
[5] Yûsuf (12), 2.
[6] Zühruf (43), 3.
[7] Nisâ’ (4), 82.
[8] Muhammed (47), 24.
[9] Sâd (38), 29.
[10] Kamer (54), 17.
[11] Nahl (16), 44.
[12] İsrâ’ (17), 82.
[13] En‘âm (6), 155.
[14] Câsiye (45), 20.
[15] Zümer (39), 23.
[16] Gazâlî, Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed, İhyâ’u Ulûmi’d-Dîn, Daru’l-fikr, 3. baskı, Beyrut, 1997/1418, I, 249.
[17] Gazâlî, I, 255.
[18] Câsiye (45), 11. Konuya ilişkin başka âyetler için meselâ bkz., Bakara (2), 97, 185; En‘âm (6), 157; İsrâ’ (17), 82; Lokmân (31), 3; Şûrâ (42), 52; Necm (53), 23.
[19] İnsan (76), 21.
[20] Ebu’l-Leys es-Semerkandî, Büstânu’l-Ârifîn (Ariflerin Bahçesi), (terc.: Abdulkadir Akçiçek), Bedir yayınları, s. 519.
[21] Danişmend, İsmail Hâmi, Garb İlminin Kur’ân-ı Kerîm Hayranlığı, Dergâh Yayınları, 3. baskı, İstanbul, Ekim 1978, s. 63. (Jean-Paul Roux adlı Fransız müsteşrikin bu sözü, L’Islam en Asie” adındaki eserinin 1958 tarihli baskısının 26. sayfasından aktarılmıştır).
[22] Eşref Edip, Kur’ân (Garb Mütefekkirlerine Göre), 2. baskı (tab‘), İstanbul, 1958/1378, s. 38.
[23] Hadîd (57), 16.
[24] İbn Hacer el-Askalânî, Şihabuddin Ebu’l-Fazl Ahmed, Tehzîbu’t-Tehzîb, 1. baskı, Beyrut, IV, 503-504.
[25] Ateş, Süleyman, Kur’ân-ı Kerîm’in Evrensel Mesajı, Yeniden İslâm’a, İstanbul, 1997, I, 289-290.
(2. Sayı)