Söyleşi: İhsan ELİAÇIK
Söyleşen: Hatice İ. ERDEM, Ahmet POLAT
İhsan Eliaçık ile Kur’an’a sınıfsal bakış, Kur’an’ın ekonomik ve politik okunuşu alt başlığı ile hazırlamış olduğu “Yaşayan Kur’an Meal Tefsir” adlı meal çalışması üzerine verimli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Kur’an’ı; hayat kitabı olan, yaşayan bir kitap olarak görüyorsunuz. Onu ölü ruhlara okumamak, her zaman dile getirdiğiniz söyleminiz. Kur’an’ın bak dediği yerden bakmak ve anlamak ile ilgili vurgularınız var. Sizi meal yazmaya götüren sebepler ne oldu? Neden böyle bir ihtiyaç hasıl oldu. Meal yazmanın metodolojisi, sorumlulukları sizi zorladı mı? O süreçten biraz bahsedebilir misiniz?
Kur’an kavramları sözlüğü ile ilgili makalelerim var. Değişik kitaplarda Kur’an araştırmaları yapıyordum. Bana Dinden Bahset gibi, Mülk Yazıları gibi kitaplarım var. Yıllardır Kur’an kavramları ile ilgili çalışmalar yaptım. Ancak meal tefsir yazmaya 1997-98 yıllarında başladım. Çalışmam 2007’de bitti, yaklaşık on yıl sürdü. Yine 2007’de ilk baskısını yaptık. “Kur’an-ı Kerim’in Türkçe meal tefsirini yazmam lazım” düşüncesine nereden ulaştım? Ali Şeriati’nin hayatını okuyordum. İslam’ın Yenilikçileri kitabında Ali Şeriati bölümünü hazırlıyordum. Ali Şeriati’nin hemen hemen bütün kitaplarına ulaşmaya çalıştım ama bir tefsiri olmadığını gördüm. Tefsir yazmayışının da İran’da rakibi olan mollalar tarafından dile dolandığını ve buradan eleştirildiğini gördüm. Onlar şöyle diyordu: “Ali Şeriati kitaptan konuşmuyor, antikapitalist ve sosyalizan fikirleri var. Dinimizle alakası yok. Fransa’da solcularla tanışmış, onlardan etkilenmiş, dinimize bu fikirleri sokmaya çalışıyor. Nitekim kendisinin bir tefsiri de yok. Kur’an’daki ayetlerden de konuşmuyor. Bunlar Kur’an’a yabancı fikirlerdir.” Baktım, aşağı yukarı aynısı Türkiye’de de var. Kitabın içinden konuşmak, ayete mana vermek, ayet tefsir etmek diye bir kavram var. Oradan konuşmazsan bu biraz Kur’an dışı/din dışı olarak algılanır. Benim ulaştığım düşünce, her kitabın olduğu gibi Kur’an’ın da ana çelişki olarak ortaya koyduğu bir yer var. Orayı kaybettiğin zaman Kur’an’ı çevirmenin bir anlamı kalmıyor, ana mevzuyu kaçırıyorsun çünkü. Kur’an’ın baş çelişkisi, adalet-zulüm çelişkisi. Kur’an’ın durduğu yer de kadınlar gibi ezilen taraflardır. Kadınlarla ilgili yüze yakın ayet var. Bu ayetlerin hepsinde de Kur’an onların haklarını koruyor, savunuyor ve yeni bir hak getiriyor. Mesela köleler, yoksullar, hayvanlar ve ezilen gruplar… O dönemde kim alttaysa, kim eziliyorsa ondan taraf olan bir yaklaşım var. “Kur’an’ın asıl gayesi Allah’ın varlığını kanıtlamaktır,” diyenler var mesela. Bütün ömrünü buna harcayanlar var. Bence hepsi boşa gidiyor. Ana mevzunun Kur’an’da geçtiğinin gösterilmesi gerekiyor. Benim tefsir yazmamın ana amacı bu. Kur’an’ın özünde böyle bir yaklaşım var. Yani Kur’an-ı Kerim; Mekke’nin ileri gelen zenginlerine, tefeci bezirgânlarına karşı çıkarak başlıyor, daima ezilenin yanında duruyor. Ezilenleri yeryüzünde imamlar yapmak istiyor. Toplumsal olarak aşağıdan yukarıya bir altüst oluş gerçekleştirmek istiyor. Zenginliği nereden geldiği belli olmayan mal sahiplerini eleştiriyor. Buna “sınıfsal perspektif” diyoruz veya “Kur’an’ın tarihsel, ekonomik, politik okunuşu” diyoruz. Ben bunun Türkiye’de olmadığını ve kitabın içinden yapılmadığını, bu maksatla bir tefsir yazılmadığını gördüğümden dolayı bu işe giriştim. Allah’a şükür on sene sürdü, bitti. Kitabın girişine de “Kur’an’a Sınıfsal Bakış, Kur’an’ın Ekonomik ve Politik Okunuşu” alt başlığını koydum. Yani benim tefsirimi diğer tefsirlerden ayıran en önemli özellik budur. Benim amacım Kur’an’da olmayan bir bakışı Kur’an’a yerleştirmek değil, zaten var olan bir bakışı açığa çıkarmak, ifşa etmek. “Bak burada böyle bir şey var,” deyip onu açmak.
Uluslararası tefsir çalışmalarında benzer bir yaklaşımı savunanlar var mı?
Tefsir olarak hemen hemen yok diyebiliriz. Fikir olarak var. Mısır’da Hasan Hanefi var, İran’da Ali Şeriati var. İkisinin de tefsiri yok ama fikirleri var. Antikapitalist fikirleri var. Onları bu fikirlerin öncüleri olarak görüyorum. Ama bunu sokaktaki dindarı ikna etmek için kitaptan yazmak gerekiyordu. Örneğin, Kalem Suresi’nde geçen bahçe sahipleri kıssası. Aslında Türkçede bahçe sahipleri diye bir şey yok. Bahçe sahipleri demeyiz, toprak ağaları deriz. Yaşayan Türkçede bu kıssanın adı “toprak ağaları kıssası”dır. Kıssada “Toprağın, mülkün sahibi Allah’tır,” mesajı veriliyor. Vatandaş bunu bir türlü anlamıyor. Şimdiye kadar anlaşıldığı şekliyle bu kıssanın, her işe başlarken “inşallah”, “maşallah” demeyi anlattığı düşünülüyor. "Dindarlar"(!) da bol bol “inşallah”, “maşallah” diyor zaten. Hırsızlığı “inşallah” diyerek yapıyor, rüşvet alana “maşallah” diyor. İnsanlar bu kıssayı, “inşallah demedikleri için bahçe sahiplerinin başına gelen şeyler” olarak algılıyor. Ben de diyorum ki bu kıssada asıl anlatılan şey, toprağın sahibinin Allah olduğu ve oradan toplanan gelirlerin yoksullara verilmesi gerektiğidir. Biz, perspektifi kaybetmişiz. İnşallah ile, maşallah ile uğraşmışız. Hâlbuki kıssa bambaşka bir şey anlatıyor. Basit bir soru: Neden Kur’an-ı Kerim’de 23 tane kıssa olmasına rağmen bahçe sahipleri/toprak ağaları kıssasından başlıyor? Neden Kalem Suresi’ndeki Kur’an’ın muhataplarına anlattığı ilk kıssa bu? Bu tesadüf olabilir mi? Neden Alâk Suresi’nde 6. ayet “Muhakkak ki insanoğlu zenginliği yeterli gördüğünden dolayı tağutlaşır,” diye başlıyor? Kur’an’ın ilk “kella/hayır” dediği ayet neden bu? Bunları göstermek için bu tefsiri yazdım. Millet kitabın içinden görsün diye.
Peki, sizin meal çalışmanız sonrasında geri dönüşler nasıl oldu?
Tabi takip eden belli bir kitle var. Ama şunu söylemeliyim. Dinî çevreler yine bunu bidat, Kur’an’a solculuk sokmak gibi falan algıladılar. Hiç alakası yok. Buna solculuk falan dememiz gerekmiyor zaten. Bu bir bakış açısıdır, bu evrensel bir bakıştır. Hatta bana göre zenginden alıp yoksula vermek hemen hemen bütün kutsal kitaplarda vardır. Bizim geleneğimizde, “biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar”, “Çok laf yalansız, çok mal haramsız olmaz” gibi sözler var. Yani Kur’an olmasa bile var. Kur’an bu evrensel söylemi sadece devam ettiriyor. “Kur’an’da bu yok, Kur’an’ın işi bu değil,” diyemezsiniz. Ben buna tepki gösteriyorum. Benim çalışmam dinî çevrelerde pek karşılık bulmadı. Dinî olmayan çevrelerde daha çok karşılık buldu. Zaten benim kitaplarımı genelde dinî olmayan çevreler okuyor. Mesela bir tanesi telefonla aramıştı, dinî kitabevlerinde benim tefsirimi bulamadığını, üstelik bir de “Neden onu okuyorsun, dinden mi çıkmayı düşünüyorsun?” gibi söylemlerle azarlandığını dile getirmişti. Ben de ona espri olarak, “Sen de dinsiz kitabevlerine bak, belki bulursun” demiştim. Adam gitti gerçekten de Ortaköy’de ateist bir kitabevinde buldu tefsiri. Dinî kesimlerin tamamı değil ama ana kesimi bana tepki gösteriyor. Dinî mahalleyi kendi tapulu malı gibi zanneden gruplar var. Bu fikirlerde kendine bir gelecek göremeyen, “Yayıldığı takdirde biz biteriz,” diye düşünen bir kesim var, daha çok onlar tepki gösteriyor. Doğrusu bu benim biraz hoşuma gidiyor çünkü dinle hiç ilgilenmeyen insanlara daha faydalı olduğumu düşünüyorum. Gecesi gündüzü Kur’an okumakla geçen insanların “Sen ne anlatıyorsun kardeşim, yok böyle şeyler,” diyerek tepki göstermesi normal. Fakat Kur’an-ı Kerim’i kalbinden, zihninden çıkartmış; Kur’an diye bir şey olmadığını düşünüp din işini bitirmiş olanlar var. Onlar bu fikirleri duyunca geri dönüyorlar. Okumaya başlıyorlar. Ben asıl faydalı işin bu olduğunu düşünüyorum.
Bu şekilde geri dönüşler aldınız mı? Artık din değiştirmeye karar verip sizin mealinizi okuduktan sonra bundan vazgeçenler oldu mu?
Tabi. Benim dillendirdiğim söylem; dinî cemaatler ve tarikatlar arasında bulunup dinden uzaklaşmaya, dini terk etmeye yönelmiş bir kesim insanı durduruyor. Aldırış etmeyenler de var. “Sen de kesmiyorsun,” diyenler de var yani. İyice deist, ateist olmaya yönelmiş olanlar da var. Ben deistliğin ve ateistliğin de tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Gerçek deizm ve ateizm değil onlarki. Var olan dine tepki gösteren bir kesim var. “İslam buysa ben Müslüman falan değilim; Allah’ı, dini, her şeyi bırakıyorum,” deyip çekip giderken benim tefsirimle karşılaşıp “Burada farklı bir şey söyleniyor,” diyerek geri dönenler var. Ben onlara sesleniyorum daha çok.
Yazılan meallerde yetersiz gördüğünüz şeyleri üç maddede sayabilir misiniz? Siz mealinizi yazarken kimleri hedeflediniz, kimler okumalı?
Ben bir mahalle gözeterek yazmadım. Çünkü zihnimde artık mahalle yok. Dinî mahalle, dinî olmayan mahalle, CHP kitlesi, AKP kitlesi, laik kitle, dindar kitle diye bir mahalle yok. Çünkü ben bu mahalle ayrımlarının hepsinin yapay olduğunu gördüm. “Ortaya konuşacağım,” dedim ve öyle de yapıyorum. Bana göre Türkiye artık tek bir mahalledir, buna göre yazdım. Bir de baktım ki değişik parti tabanlarından, değişik kesimlerden insanlar sıcak ilgi gösteriyor veya sert tepki gösteriyor. Tek bir mahalleden, tek bir tepki gelmiyor yani. Çok iyi karşılayanlar da var, acayip tepki gösterenler de… MHP tabanından, CHP tabanından, solculardan, ateistlerden bir sürü kesim… Dinin durduğu yer evrensel olduğu için herkes ilgileniyor ve birdenbire herkes muhatabınız oluyor. Kimi inanıyor, kimi inanmak istiyor, kimi terk ediyor, kiminin kafasında soru işaretleri var… Türkiye’de dinle ilgilenmeyen bir parti tabanı yok. Bundan dolayı dinden konuştuğunuz zaman herkes “Dur bakalım, bu ne diyor?” deyip dinliyor. İnsanlar şekille, bulunduğu mahalleyle falan anlaşılmıyor. Bakıyorsun saçlarını arkadan bağlamış, küpeli gençler teodise soruları soruyor. Dinî mahallelerde, tarikatlarda sorulması gereken soruları adam meyhanede soruyor. Demek ki şu ya da bu mahalle kalmamış artık. Türkiye insanında din ve inanç meselesi mahalle ayrımı gözetmeksizin herkeste var. O zaman bunlara seslenmek gerekir diye düşündüm ve Yaşayan Kur’an mealinde hepsine birden seslendim. Yazdığım tefsirdeki yaklaşım, Kur’an’ı yaşar hâle getirmek. Şu anda iniyormuş gibi algılamak. En azından böyle bir bakış açısı geliştirmek. Bu nedenle Kur’an’daki kıssaları olmuş bitmiş tarihsel olaylar değil zaten şu anda olup bitmekte olan hikayemiz olarak anlattım. Âdem kıssası başta olmak üzere, böyle anlatmadığım bir kıssa yok.
Kur’an’ın bakışına göre bütün erkekler Âdem, bütün kadınlar Havva’dır. Şu anda ademler doğmaya devam etmektedir. Her doğan çocuk bir Adem’dir. Her doğan çocukla birlikte Adem’in hikayesi yeniden başlar. Böylece Âdem kıssası yaşayan bir şeye dönüşür. İbrahim kıssası, İsa kıssası keza öyle… Bunların hiçbiri tarihte kalmış olaylar değil. Hepsinin içeriği, ruhu, tarafları, isimleri değişerek devam ediyor hâlâ. Mesela günümüzde en yorumlanamaz gibi görünen Salih’in devesini günümüze nasıl getireceğiz? Geleneksel anlatıya göre Salih, kayanın içinden deve çıkartarak mücize göstermiş ve böylelikle peygamberliğini kanıtlamış. Oysa oradaki deveden maksat kamu malıdır. Orada deve falan yok, sembolik bir anlatım var. Deve, sahipsiz olmayı ifade ediyor. “Allah’ın devesini kesmeyin,” diyor. Yani “Allah’a ait olan şeye, herkese ait olan şeye çökmeyin,” diyor. Buyur, direkt günümüzü anlatıyor. Günümüzde de bir şeyin herkese ait olduğunu anlatmak için “Allah’ın suyu, Allah’ın toprağı, Allah’ın garibi” deriz. Kur’an’da 23 kıssa, 22 tane de mesel var. Bunların tamamına yaşayan yorumlar getirdim. Bu nedenle Yaşayan Kur’an dedim. Dünyada 7 milyar insan var. Bir Çinli, Avrupalı, Asyalı, Afrikalı, Latin Amerikalı için bu ne anlama geliyor? Bu kitapta evrensel bir şey var mı? Var olduğunu gördüm, zaten var olduğu için değerli. İnsanların hep bildiği şeyi söylüyor. Doğru olun, dürüst olun, adaletli olun, çalmayın, öldürmeyin, anne-babaya iyi davranın, iyilik yapın, komşuya iyi davranın, çocuklara iyi davranın, haksızlık yapmayın… Dünyanın neresine giderseniz gidin, bunlar evrensel taleplerdir. Bunu dillendiren bir din, yeryüzünde insan var olduğu sürece yaşar, tutunur. İslamiyet Emevilerde, Abbasilerde, Osmanlılarda arkasında bir asker, donanma, ordu durduğu için yayılmamıştır. İslamiyet’in insanlarda kabul görmesinin sebebi, içerdiği evrensel değerlerdir. Emevi dini her yeri ele geçirmiştir. Gereksiz bir sürü yeri zorla Müslüman etmişler, zorla vergi almışlar vs… Dolayısıyla bütün bunların içerisinde bir yaşayan yorum getirme ihtiyacı hissettim. Özellikle Kur’an kıssalarına getirdiğim yaşayan yorumların orijinal olduğunu düşünüyorum. Süleyman kıssası, Yunus kıssası buna örnektir. Orada geçen Hüthüt kimdir, karıncalarla konuşmak nedir, balığın karnına girmek nedir? Bunlara yaşayan yorumlar getirdim. Bu temsiller bilinen anlamlarından çıktı ve günümüzde olup biten şeylere dönüştü. Bu çalışma üzerine çok kafa yordum. Beş ciltlik Asur İmparatorluğu tarihi okudum mesela. Su tanrısı Enki’nin sembolü balık gibi Hitit tarihi üzerine de okudum. Hitit’te ordularda subaylara kuş isimleri verilirmiş. Hüthüt de onlardan biri, bir Hitit subayı yani. Arkeoloji müzelerine gittim. Hitit paralarının üzerindeki kuş resimlerini, Asurlulardaki balık resimlerini, Süryani dininde balığın yeri gibi şeyleri inceledim. Yıllarca bu şeyleri araştırdım ve yazdım. Ankara’da Anadolu Medeniyetleri Müzesi var, İstanbul’da Gülhane’de Arkeoloji Müzesi var. Oralara gittiğimde müdürler, “Buraya hiç ilahiyatçı gelmez, senin burada ne işin var, buranın Kur’an tefsiri ile ne alakası var?” gibi sorular sordular. Oralara tefsir amaçlı giden ilk ilahiyatçı benim herhâlde. Bir sürü kanıt var oralarda. Sultanahmet’teki Dikilitaş mesela… Dikilitaş diye bir yazım var, onu da tefsirde kullandım. Dinler tarihçisi arkadaşlarımla ve arkeologlarla beraber aylarca onun yanına gittim, geldim Orada kuş resmi var, boğa resmi var… Bunlar, eski tarihin dili. Bunların bana çok faydası oldu. Benim tefsirimin en önemli tarafının da bu olduğunu söyleyebilirim.
Diğer bir sorum da mealde çok seslilik meselesi… Meal literatürü içerisinde farklı yorumlara tepki göstermelerinin sebebini ne olarak yorumluyorsunuz? Mealler çok sesli olduğunda problem mi oluşturur? İslam tarihi içinde de farklı şekilde baskı uygulanan dönemler olmuş mu? Dil, zamanla ve kültürle yoğrulan bir şey. Her dönem kendi dilini yaratıyor hâliyle. Emeviler döneminde, Abbasiler döneminde ayetlerin yorumlanması özellikle iktidar kesimi rahatsız etmiş. Ayetleri mızrakların ucuna takma meselesinde işin tarafları değişmiş ama hikâyenin aslı değişmemiş. Bunun bugün siyasette hâlâ kullanıldığını görüyoruz. Gerçek manada okur, mealdeki çok seslilikten neden rahatsız olur, olmalı mı? Mealde çok seslilik sıkı bir Kur’an okuyucusuna nasıl bir kapı açar? Bu konudaki literatürü nasıl yorumluyorsunuz?
Meal, mushaf, tefsir, tevil, tercüme… Bunlar bu alanda kullanılan belli başlı kavramlar. Bunların birbirine karıştırıldığını görüyoruz. Bir metni çevirmek, o metnin aslına dokunmak anlamına gelmez. Kur’an-ı Kerim’in mushafı var, Arapça. Sen onu alıyorsun ve Türkçeye çeviriyorsun ama mushafı orada duruyor. Noktasını, virgülünü, kelimesini değiştirmeden. Lafzen değil de anlam yoluyla tahrif etme deniliyor. Burada “tahrif” kelimesi çokça kullanılıyor. Tevilin, tefsirin, çevirinin tahrif olduğu söyleniyor. Gördüğüm kadarıyla dinî monopolcülük var, dinî tektipçilik var. Her şeye tahrif diyor bu algı. “Neden karı demedin de eş dedin, bu tahrifattır,” diyor. Eş demek modern bir yaklaşımmış, karı denecekmiş. “Hatun” dediğin zaman daha muhafazakâr ama “eş” dediğin zaman daha eşitlikçi, daha modern oluyor. Yani hangi kelimeyi kullandığıma karışarak tahrif suçlamasında bulunuluyor. Hâlbuki Türkçede eş de var, karı da var, hanım da var, hatun da var… Tahrif olur mu? Bunların hepsi Türkçede bir adamın karısını ifade eden kelimeler. Zevce kelimesini “karılarınız” diye çevirirsek, vatandaşta “Allah da maço bir tavır kullanıyor” algısı oluşuyor. Çeviri yapan kişi, seçtiği kelime ile bir yorum yapmış oluyor aslında. Allah’a “karı”, “eş”, “hanım”, “hatun” dedirtmiş oluyor. Oysa senin kullandığın kelime neden Allah’ın dediği oluyor da benimki tahrif oluyor? Belki de seninki tahriftir. Kendisine uymayanı tahrif olarak görüyor. Orijinali ezvac/zevc’dir. Orijinalinde bir değişiklik yapmıyoruz, Türkçeye aktarırken kelimeler seçiyoruz. Bu çoğulculuktur, zenginliktir. İsteyen istediği kelimeyi tercih eder. Ben hep “eşleriniz” diye çevirdim. Dolayısıyla mushafa dokunulmadığı sürece hepsi çeviridir, tefsirdir, tevildir, yorumdur. Bana göre tahrif, Kur’an’ın Arapça orijinalinde bir değişiklik yapmaktır. Bir müfessir anlamını istediği kadar farklı yorumlasın tahrif etmiş olmaz. Belki de onun dediği doğrudur, nereden biliyorsun? Metnin orijinalinde noktayı değiştirmek bile tahriftir. Kimsenin değiştirmeye çalıştığı da yok zaten. Dünya var olduğu sürece Kur’an metni orada öylece duracak. Ben en aykırı yorumları bile tahrif olarak görmüyorum. Lafızda değil de manada tahrif deniliyor, ben buna katılmıyorum. Buna, tahrif değil yorumda aşırıya kaçmak diyebiliriz, lafızdan epey kopmuş diyebiliriz, serbest çeviri yapmış diyebiliriz. Şu an Diyanet’e hâkim olan, benim tefsirimi yasaklayan zihniyette bunların hiçbirisi yok. Kendi dediklerinin Kur’an’ın orijinali olduğunu söylüyorlar, gerisine tahrifat diyorlar. Bana gönderdikleri gerekçeli raporda en az kırk defa tahrif geçiyor. Farklı yorum yaptığım her şeye tahrif demişler.
Bu raporda neler var hocam? Bu rapor size mahkemeye verilmeden önce mi geldi?
Hayır. Bana hiç gelmedi. Direkt mahkemeye gönderiyorlar. Beni muhatap almıyorlar. Doğrusu ben Diyanet’in benim mealime 24 sayfalık rapor yazdığını ilk duyduğumda sevindim. 11 kişilik bir kurulda, 4 kişinin muhalefetine rağmen toplatılmasına karar vermişler. Toplantıda, meal-tefsiri yakmak suretiyle imha etmek talebinde bulunuyorlar. Ben daha sonra haberdar oluyorum. Diyanet İşleri Yüksek Kurulu'nda tanıdıkları olan arkadaşlar beni aradılar ve bilgi verdiler. Tartışmalar olmuş, 4 kişi itiraz etmiş. Yorum farklılığı olduğunu, tahrifin bulunmadığını söylemişler ama dinletememişler. Bu yetki Diyanet’e Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile verilmiş. 2018’de Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile DİB’e sadece mushafları değil mealleri de denetleme yetkisi verilmiş. Gereğinin yapılması için mahkemeye sevk etme yetkisi var ancak toplatıp yakma yetkisi yok. Mahkeme de kitap toplatma mevzuatına dayanarak bir kitabı toplatabiliyor. Diyanet, önceden sadece mushafları denetlemekle yükümlüyken ek madde ile bundan sonra mealleri de denetleme yetkisi de üstlenmiş. Onlar da bu yetkiden yola çıkarak başlamışlar mealleri denetlemeye. Daha önce bir-iki tane meali yasaklamışlar. Gazi Özdemir’in ve Edip Yüksel’in mealinden sonra benimki üçüncü oluyor. Yasak kapsamına alıp mahkemeye göndermişler. Mahkeme bunu neye göre toplatacak? Bunu bir mevzuâta dayandırması lazım. Hâkim terörle ilgili veya Atatürk’ü eleştirmekle ilgili vb. konularda kitapların toplatılmasına karar verebiliyor ama bunların içerisinde mealler yok. Dinî yorumla ilgili hiçbir şey yok. “İslam’ın temel ilkelerine aykırı olmak” diye bir madde yok. Dolayısıyla hâkim burada şaşırıyor, kararı nereye dayandıracağını bilemiyor. Avukatımız dilekçe yazdı: “Siz bu kitabı neye dayanarak toplattınız?” Bunun cevabı yok. Aslında bu durumda konu hukuken düşmüş oluyor. Üst mahkemeye dilekçe verdik. Türkiye’nin tanınmış hukukçularından hukuk mütalaası ve Türkiye’nin tanınmış ilahiyatçılarından ilahiyat mütalaası koyduk. Bir de ben reddiye yazdım. Üç tane ana savunma yazısı ile üst mahkemeye müracaat ettik. Yirmi gün sonra, üst mahkeme mealin toplatılması için bir yasak olmadığına ve evrakın Diyanet’e iade edilmesi gerektiğine karar verdi. Yani yasak yirmi gün sürdü. Aldığım haberlere göre yasaklamak için sıraya 12 tane meal koymuşlar. Benim meal çalışmamı yasaklama kararı kamuoyunda ve sosyal medyada büyük bir tepki yarattı. Ben bunu şöyle yorumluyorum; bazı dini tarikat ve cemaatler Diyanet’i ele geçirmiş durumda, özellikle kendi dini yorumlarına ve varlıklarına tehdit olarak algıladıkları meal-tefsirleri ilk fırsatta yasaklamayı düşünüyorlar. Buradakilerin “İlahiyat fakültelerinde Ehl-i Sünnet’e aykırı olanları temizleyeceğiz” gibi düşünceleri var. Bunun dışındaki fikirlere hayat hakkı tanımayan bir zihniyet yapısına sahipler. Bu yaklaşım, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ifade özgürlüğünü içeren (AİHS) 10. Maddesine aykırıdır. İfade özgürlüğünün öznesi herkestir. Gerçek kişi-tüzel kişi, vatandaş yabancı gibi ayrımlar hakkın öznesi bakımından değil sınırlanması bakımından bir önem taşımaktadır. Anayasa Mahkemesi’ne göre “herhangi bir kimsenin yalnızca kişiliğine bağlı olarak düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğüne müdahale edilmesinin” haklı kılınması mümkün değildir. Yine anayasadaki düşünce ve kanaati ifade etme hürriyetine (24. Madde) aykırıdır. Yine 14. maddedeki kimsenin ayrımcılığa uğramama hakkına, vicdan ve kanaat hürriyetine aykırıdır. Dolayısıyla her kime karşı olursa olsun bu tarz hak ihlallerinin karşısında durulması gerekir.
Sizce “Yaşayan Kur’an” mealinize uygulanan ve mahkeme kararıyla durdurulan Diyanet engizisyonunun arka planında neler var?
Bunların din anlayışında fanatizm yatıyor. Bence demokrat değiller. Şunu anladım; bir kişi Müslüman, ateist, deist, sufi, solcu, sağcı, seküler, laik falan olmadan önce demokrat olmalı. Demokrat demek herkesin biçimsel olarak eşit olduğuna inanmak demek. İnsanlar ayrıma tabi tutulamaz, herkes düşünce hürriyetine, vicdan ve kanaat hürriyetine sahiptir. Bunlara inanıyorsan demokratsındır. Ama bunlar öyle değil. İnananı, inanmayandan üstün görüyorlar. Allah’a inanan üstündür ama inanmayan her türlü lanete müstahaktır düşüncesi var. Mesela geçmişte zımmîlik diye bir hukuk icat edilmiş, Kur’an’da yeri yok. Gayrimüslimleri aşağılayan bir hukuk anlayışı. Hatta öyle ki Müslüman olmayanlar sarı renk elbise giyecek, duvarın kenarından yürüyecek vs. Çağdaş dünyaya bunları asla kabul ettiremezsiniz. “İnanıyorsanız iki yüz kişiye bedelsiniz,” diyor. Bu üstünlük değildir ki. Bu senin inancının kesinliğini ifade eden bir cümledir. Bu kafa devlete hâkim olduğu zaman ne olacağı bellidir. Kendinden görmediğine zulüm dönemi başlayacak demektir. Adalet devletine inanmıyorlar, demokratik cumhuriyete inanmıyorlar. Devletin bir dini, mezhebi, tarikatı olmaz. Devletin dini adalettir fikrine yabancılar. “Devletin dini İslam, mezhebi Ehl-i Sünnet, tarikatı Nakşibendi/Halidi/Bağdadi olacak” şeklinde düşünüyorlar. Hâlâ Osmanlı’nın son dönemindeki din devletini, mezhep devletini savunuyorlar. Mesela İran’da devletin resmî dini var, bir de resmî mezhebi var. Demokrat olmayan bu kafadan tektipleştirici çıkmak zorunda. Ben, bu fanatizm nereden doğuyor diye çok düşündüm. Sonra şu kanaate vardım: Yüzde yüz, mutlak, kesin inançlılıktan geliyor. Hiçbir şey hakkında kesin inançlı olmamak lazım. Hatta benim Allah inancım bile yüzde 99,9’dur. Asla yüzde yüz değildir çünkü yüzde yüzden fanatizm doğar. Sonra yüzde yüz inanmayan insana her türlü aşağılık muamele caiz oluyor. Asla şu düşünülmüyor: “Belki de yüzde bir ihtimalle onun dediği doğrudur.” Bunu dersen orada kırılma yaşanıyor, fanatizm oluşamuyor. Haklılık payı verdiğin zaman baskı uygulamanın bir anlamı kalmıyor. “Allah’a iman yüzde yüz olduğu zaman tam imandır” söyleminin sonunda kesinlikle fanatizm doğmak zorunda. Kur’an’da yüzde yüz iman diye bir şey yok ki. İbrahim diyor ki: “Kalbimin tatmin olmasını istiyorum. Bana ölülerin nasıl dirildiğini gösterir misin?” Musa diyor ki: “Kendini gösterebilir misin?” Koskoca peygamber, inanmasına rağmen Allah’ı görmek istiyor. Yani yüzde yüzü arıyor. Hiçbir zaman yüzde yüz olmayacak, insanoğluna yüzde yüz yakışmaz. İnsanda biraz şüphe olması lazım çünkü şüphe fanatizmi durduran bir şey. Bu sadece dinde değil her düşüncede geçerli. Farklılıklara tahammül etmenin ve çoğulculuğun temeli karşı tarafa ihtimal vermektir. Demokrat olmanın temeli, “Belki o da haklıdır,” diyebilmektir. Buradan yükselecek bir dinî inanç bence çok daha evrensel olur ve insanlar tarafından çok daha fazla kabul görür.
Şunu merak ediyorum, 20 gün içerisinde herhangi bir fiili toplatılma, eylemsellik oldu mu?
Karakola bildirdiler. Karakoldan polis memuru geldi, tutanak tuttu. “Bu kitabı şu andan itibaren herhangi bir yerde satamazsınız, hakkında toplatılma kararı var,” denildi. Sadece bu şekilde bildirdiler. Zaten bizim elimizde de az bir meal kalmıştı. Dinî hırsları gözlerini o kadar bürümüş ki bunun neye yol açacağını bilemiyorlar. Kitabın daha fazla satılması, daha fazla insanda merak uyandırması, daha fazla kişiye ulaşmasından başka bir işe yaramadı. Kitabın baskısından elimizde son bir parti kalmıştı. Yasağın olduğu gün yarısı, ertesi üç gün de tamamı bitti. Millet yağmur gibi aradı. Çünkü insanlar “Ne yazdın da yasaklandı?” diye merak ettiler. Gönderdiğimiz hukuk mütalaasında da ifade ettik. Bana bir reddiye yazarsınız, beni tartışmaya çağırırsınız, ben de size reddiye yazarım. Bu bir ilmi tartışmadır, ilmi mecralarda akıp gider. İşin içine devleti, mahkemeyi soktuğun zaman işin rengi başka türlü oluyor. 6236 tane ayetin çevirisini yaptım. Bunların içerisinde 17 tane ayetin tahrif edildiğini, geri kalan tahrifatın ise tefsirde yapıldığını söylediler. Sadece meale yaptıkları eleştirilere cevap verdim. Tefsir kısmına yapılan eleştirilere cevap verme ihtiyacı duymadım çünkü bu haddi aşmaktır. Zaten sundukları gerekçelerin ilmî gerekçeyle bir alakası yoktu. Yazdıkları 24 sayfalık gerekçeli kararın 22 sayfası zaten benim mealden alıntılarla dolu. Diğer iki sayfada da “Tahrif etmiştir, dinden çıkmıştır,” diye damgalamalardan başka bir şey yok. Böyle bir ilmî mütalaa olmaz. Oysa ben, yaptığım meallendirmenin neden öyle yapıldığına dair çeşitli örneklendirmeler vererek gerekçeli, ilmî açıklama yazdım. İlmi mütaalanın nasıl olması gerektiğini de göstermiş oldum.
Listede sizinle birlikte Mustafa Öztürk, Mustafa İslamoğlu, Mehmet Okuyan gibi isimler de var? Sizce bu liste neye göre belirlendi? Bu tavır sizin ve diğer hocalarımızın siyasi duruş ve söylemleri ile mi alakalı?
Bunu birkaç başlık altında toplayabiliriz. Siyasi sebepler tabi ki var. Mevcut hükümete muhalif olman gerekiyor. Muhalif olmayana pek bir şey demiyorlar veya arka plana atıyorlar. İkincisi, mevcut egemen din anlayışına da muhalif olman gerekiyor. Mevcut egemen din anlayışı nedir? Sünni saltanat ideolojisi. Sünnilik artık bir ekol, mezhep olmaktan çıkmış, bir dine dönüşmüş. Osmanlı’nın son döneminde Arabistan’daki Selefi akıma karşı Sünni ve sufi olan Mevlâna Halidi Bağdadi’yi Bağdat’tan İstanbul’a getiriyorlar. Osmanlı hanedanı onun görüşlerini resmî, dinî yorum olarak kabul ediyor. Şu anda Türkiye’ye egemen olan AKP iktidarına destek veren, sağ partilerin geneline destek veren Çarşamba cemaati, Nakşibendilik, Kadirilik, Menzil cemaati ve bunların çeşitli kolları devlet yanlısı din ve mezheplerdir. Osmanlı’da olduğu gibi şu anda da devletin yanında hepsi. Hükümetin değil devletin yanındadır. Bunların argümanlarını eleştirdiğin zaman “tehlike” olarak görülüyor ve damgalanıyorsunuz. Bir şeyh olacak, bir tarikat olacak. Her şeyi belirleyecek. Gidilip şeyhe teslim olunacak. Şeyhten şefaat istenecek. Dolayısıyla güncel dinî hayatı ve pratikleri bunlar belirliyor. Bunların belirleyiciliğini kabul etmediğin zaman büyük bir tehdit oluşturuyorsun. Haliyle ayetlere getirdiğin yorumlar da tehlikeli görülüyor.
Son olarak, ayetleri hayata taşımak noktasında farklı pencerelerden bakan isimlerin değer gördüğü, özellikle eleştirel akıl çerçevesinde tartışılıp değerlendirildiği, hiçbir mealin ve hiçbir müellifin düşüncesinden ve yorumundan dolayı yasaklanmadığı, hatta gerekirse Diyanet’in de katıldığı bir müzakereci süreç mümkün mü?
Tabi, mümkün. Buna dair fikirlerimden öte projelerim var. Hayata geçirme imkânını şu ana kadar bulamadık. Ama umarım bundan sonra buluruz. Mesela ben meal çalıştayları yapılmasını düşünüyorum. Meal çalıştayları, din şuraları, diyanet çalıştayları yapılması gerektiğini düşünüyorum. Tüm meal yazarları çağırılmalı. Diyanet’in kendisi ile alakalı da şura yapılmalı. Diyanet olmadan dinî hayat nasıl olur? Bence daha özgürlükçü, daha çoğulcu, daha İslam’ın yaşanabilir olduğu bir toplum olur. Diyanetin olmadığı bir dinî Türkiye, daha iyi bir Türkiye olacaktır. En azından resmî baskılardan falan kurtulmuş olacaktır. Bütün bunlar yapılabilir. Umarım farklı yorumlara ufuk açan, daha müzakereci ve demokratik bir Türkiye ortamında bu meseleleri konuşabileceğimiz imkanlarımız artar ve bizler bütün farklılıklarımıza rağmen ifade özgürlüğü konusunda sınıfta kalmak yerine örnek gösterilen bir toplum olabiliriz. Benim de bütün çabam ve duam budur.
Sayı 89 (2023)