Japonya İslam Merkezi Fahri Başkanı Prof. Dr. Salih Mehdi Samarrai ile Allah’a Davetin Yöntemi Üzerine

Söyleşen: Dr. Fethi GÜNGÖR

 

Davet konulu 27. sayımızın hazırlıklarına başladığımız hafta, senede bir iki kez İstanbul’a yolunu düşüren Salih Samarrai hocanın Şehzadebaşı’nda her zamanki otelinde kaldığını öğrenince ziyadesiyle memnun oldum. Çünkü, lisans eğitimi için Japonya’ya gittiğinde başlayan davet serüveni seksene dayanan yaşına ve hasta bedenine rağmen aşkından ve hızından eksilmeyen üstadın bu sayıya katacağı çok sade görüşler ve ciddi tecrübeler olduğunu biliyordum. Haberi aldığım gün gidip hoş geldin ederek söyleşi talebimi dile getirdim. Yeni geldiği için yorgun olduğunu, bir süre İstanbul’da kalacağını söyleyince rahatladım. Sorularımı hazırlamak için de vakit kazanmış oldum. Ertesi hafta sorularımı ve ses kayıt cihazımı yanıma alarak fotoğrafları çeken oğlum Yekta ile otelin yolunu tuttuk yeniden. Lobiye inmeye dahi mecali olmadığı için odasında, hasta yatağında konuştuk kendisiyle. Kliması, küçük bir masası dahi olmayan mütevazı ve daracık otel odasında, konuştukça canlandı, hastalığını unuttu, sorularımızı büyük bir heyecan ve muhlis bir davetçi aşkıyla cevapladı. Geceyi havaalanında geçirdiği için yorgun düşen davetçi dostu Nimetullah hoca, yan taraftaki yatakta istirahatte olduğu için söyleşimize katılamadı. Salih hocayla Arapça gerçekleştirdiğimiz ve ilgiyle okuyacağınızı umut ettiğim söyleşinin, kalan ömrünüzü bir davetçi şuuruyla geçirmenize vesile olması duasıyla...

 

Muhterem hocam, 2005 yılında Kore'de İslam'ın 50. Yılını Kutlama etkinlikleri çerçevesinde İslam Birliği’nin 25-26 Kasım tarihleri arasında düzenlediği sempozyumda siz de bir tebliğ sunmuştunuz. Allah’a güzel davranışlarla davet etmenin lüzumunu tebliğ başlığı yapmıştınız. Bu tebliğde vurguladığınız hususları hatırlatarak başlayabilir miyiz sohbetimize?

 

Müslümanlar, Arap yarımadasından doğuya ve batıya fetihçi, tüccar, seyahatçi ve davetçi olarak hareket ederken hep şu şiarı gözetmişlerdi: Allah'a davet ederken zorla değil, iyilik ve güzel davranışlarla davet etmek. Aslında onlar bu tutumlarıyla "Dinde zorlama yoktur" ve "Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et" âyetlerinin talimatları doğrultusunda hareket etmiş oluyordu.

 

Üstadım, güzel sözle davetin hikmeti zahir, ancak, Allah’a zorla davet eden mi olmuştu da bu davranışı reddeden bir âyet nazil oldu?

 

Evet. Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber döneminde Medine ehlinden, ensardan bir adamın iki çocuğu Şam'a gider ve Hıristiyan olurlar. Medine'ye döndüklerinde, Müslüman olmaları için babalan kendilerini zorlamak ister. Bunun üzerine "Dinde zorlama yoktur" âyeti nazil olur. Bu konuda bir başka olay aktarılır. Raşit Halifelerin siyerlerinde rivayet edildiğine göre, yaşlı bir Yahudi kadın Hz. Ömer'e gelip yardım talebinde bulunur, Hz. Ömer de kendisine iyi davranır ve yardım eder. Kadın yardımı alıp ayrıldığında Hz. Ömer kendisini takip ederek: 'İslam'a girebilir misin? diye sorar. Bunun üzerine kadın: 'Asla' diye cevap verir. Hz. Ömer, çok üzülür. Zira, İslam'a davet ederken resmi makamını kullanmış olabileceğini, bunun da bir nevi baskı ve zorlama olabileceğini düşünmüştü.

 

İslam davetçilerinin bu âyet ve rivayetlerden derslerini iyi çıkardıklarını söyleyebilir miyiz?

 

Evet, Müslümanlar, İran'ı, Afganistan'ı, Orta Asya'yı ve Hindistan'ı fethettiklerinde hep zorlamadan uzak durma ve hikmetle, güzel sözle davet etme yöntemi kullanmışlardır. İnsanları kutsallarıyla baş başa bırakmışlardır. Mesela, İran'daki ateşperestlerin ateşe tapmalarına karışmamışlardır, bu yüzden inançları günümüze kadar gelebilmiştir. Keza Afganistan’da 1400 yıl boyunca Bamiyan putunu olduğu gibi bırakmışlar, onu imha etme gereği duymamışlardır. En sonunda bildiğiniz gibi fanatikler gelip onu yıkmıştır. Yine Hindistan'da, Endonezya'da ve Malezya'da binlerce putu olduğu gibi bırakmışlardır. Mısır'da piramitleri ve tüm heybetiyle Korku Tanrısını yıkmadan günümüze kadar olduğu gibi bırakmışlardır.

 

İslam dünyasında halen önemli bir gayr-ı müslim nüfusun varlığı da bu yaklaşımdan mı kaynaklandı?

 

Evet, bin dört yüz yıl sonra bile hala Mısır, Suriye, Ürdün, Lübnan ve Irak'ta Hıristiyanlar eski dinleri üzere kalmaya devam edebilmişlerdir. Bunlardan İslam'ı seçenlerin kahir ekseriyeti, bu seçimlerini sadece kendi hür iradeleriyle gerçekleştirmişlerdir. Öyle ki, Mısır'ın önde gelen Kıpti din adamları, İslam'ın yüksek hoşgörüsünün kendilerine zarar verdiğini söylemek durumunda kalmışlardır. Mısır'a hükmeden Bizanslılar, Kıptilerin kendi mezheplerine geçmeleri için baskı uygulamışlardı. Ancak Kıptiler onlara karşı sert bir direniş ortaya koymuştu. Oysa, Müslümanlar onlara müsamahayla davrandıkları için Kıpti toplum dağılarak büyük çoğunluğu İslam'a girmiştir.

 

Ama hocam, tarihte birçok büyük askeri sefer gerçekleşti. Mesela, Osmanlılar mütemadiyen batıya seferler düzenledi. Bu davet tarzı, içerisinde baskıyı, zoru barındırmıyor mu sizce?

 

Osmanlılar Doğu Avrupa'yı, Balkanları, Sırbistan'ı ve Bosna'yı fethettiklerinde, Osmanlı Halifesi bu ülkelerde yaşayan insanların Müslüman olmaları için baskı yapmak istemiştir. Bunun üzerine İstanbul'da bulunan Şeyhülislam'la İstişare etmiş ve Şeyhülislam kendisine, "dinde zorlama yoktur" demiş ve Halife de buna bağlı kalmıştır. Sırpları Osmanlıya karşı direnmeleri için eğiten İngiliz subaylar biri, 1916 yılında "Kapı Bekçileri" adıyla yayımlanan kitabında şöyle demiştir: Osmanlının dini hoşgörüsü, tüm özgürlüğe sahip olan kiliseleri içerisinde Sırp milliyetçiliğini ve Sırp dilini korumuştur. İşte bu İslami hoşgörü, Arnavutluk, Bosna, Karadağ, Sırbistan ve Hırvatistan'da yaşayan milyonlarca insanın İslam'a girmesine neden olmuştur. Aynı durum İran, Afganistan, Hindistan, Endonezya, Malezya ve bunlara ilave olarak Afrika kıtası ve dünyanın diğer bölgelerinde yaşanmıştır.

 

Hint alt kıtası ve Malaylar da İslam’ı hoşgörü sayesinde seçti, değil mi?

 

Evet, aynen öyle, mesela Hindistan. Bir çok gözlemci ve tarihçi, Hint yarımadasında Müslüman olanların büyük çoğunluğunun Budist kökenli olduğunu ortaya koymuştur. Aynı durum Endonezya ve diğer Güney Doğu Asya ve Uzak Doğu için de geçerlidir. Belki de Budizm konusunda hoşgörülü davranma ruhu, özde arınma ve temizlenme çağrısı bu dine tabi olanları İslam'a girmeye teşvik etmiştir.

 

Peki hocam, bu noktada şöyle bir soru kendini dayatmıyor mu? Çin'de, Filipinler’de, Avrupa'nın ortasından Rusya'nın Asya kısmına kadar olan geniş coğrafyada milyonlarca Müslüman varken İslam'ın Uzakdoğu’ya, Kore'ye ve Japonya'ya ulaşması sizce neden gecikmiştir?

 

Koreli Müslüman düşünür Prof.Dr. Cemil Liy ile İslam'a büyük sempati duyan Japonyalı düşünür Prof.Dr. İtagaki bu sorunun cevabını aramışlar. Dr. Cemil Liy ansiklopedik eserinde, “Kore'de İslam'ın Tarihi ve Bugünü" başlığı altında konuyu genişçe ele alıyor. Şöyle ki: Müslümanlar, Arap, Fars, Buharalı ve diğer uluslar her ne kadar Kore'yi iyi tanısalar, onlarla birlikte ticaret yapsalar, ülkelerine yerleşseler ve hatta ülkeye Kore adını onlar verseler de, Kore'nin dışındaki İslami merkezlerden uzak ve kopuk olmaları, Kore'deki İslami azınlığın erimesine neden olmuştur.

 

Malumunuz, Türkiye’den de hatırı sayılır bir askeri destek gitmişti Kore’ye.

 

Evet, Kore savaşı esnasında Türk tugayının yirminci yüzyılın ortalarında Kore'ye ulaşması toplumda belirgin bir işlev görmüş ve bu gidiş, o topraklarda İslam'ın kendisini etkin bir şekilde gösterdiği en son dönem olmuştur. Artık gelişen teknoloji sayesinde dünya küçük bir köye dönüştüğü için dünya ülkeleri arasında iletişim kolaylaşmış ve bu değişim Kore'deki Müslüman toplumun gelişmesini kolaylaştırmıştır. Böylece Müslümanlar, Kore halkının dinamiklerinden biri haline gelmiştir. Müslüman olan ve olmayan Koreli araştırmacılar, İslam'ın Kore toprakları üzerinde parlak bir geleceği olduğu hususunda görüş birliğine varmaktadır. Endonezya, Malezya ve Brunei halklarının yaşadıkları bu öngörü için güzel bir örnek teşkil etmektedir. Zira bu halkların düşünce ve inançları aynı kökten neşet eder.

 

Muhterem hocam, Sultan Abdülhamid’in Japonya’da İslam’ın tebliğiyle yakından ilgilendiği anlatılır. Bu konuda sizin kıymetli araştırmalar yaptığınızı da biliyorum. Bu konuda bize aktaracağınız bilgiler olmalı...

 

Sultan Abdulhamid Ertuğrul gemisini göndermişti Japonya’ya, bildiğiniz gibi. Türkler sadece Batı’ya değil, doğuya da daveti ulaştırma gayreti göstermişti. Cemil Liy’in Diyanet’ten çıkan kitabı bu konuda Türk-Japon ilişkilerine de değiniyor. Sultan Abdülhamid’in Japonya’ya bir davet heyeti gönderdiğine dair bir söylenti hep var. Bunu çok araştırdım, ama heyetin kimlerden oluştuğunu, ne zaman gittiklerini bugüne dek bulamadım. Sadece Dahiliye Nezareti’nin Japonya’ya gönderilen iki davetçi için tahsis ettiği meblağın kaydına rastladım. Ama bu iki davetçi kimdir, gittiler mi, döndüler mi, bu konuda malumat edinemedim.

 

Japonya’da esaslı davet çalışmaları yürütmüş olan Abdurreşid İbrahim Sultan Abdülhamid’den destek görmüş olabilir mi?

 

Abdurreşid İbrahim’in Japonya’daki hizmetleri gerçekten büyük, ama Sultan Abdulhamid’den destek gördü mü görmedi mi bilemiyorum. İsmail Türkoğlu’nun Diyanet tarafından basılan kitabında bu hususta bir bilgi bulunabilir. Ben “Japonya’da İslam” başlıklı 5 bölümden oluşan bir yazı dizisi hazırlayıp yayınladım. 3. makalemde Osmanlı-Japon münasebetlerinin nasıl başlayıp nasıl geliştiğine de değinmiştim.

 

Salih hocam, siz Japonya'da yarım asırlık bir tecrübe yaşadınız. Japonya’da İslam’ın yayılışı sizce neden gecikti?

 

Benim kanaatime göre, İslam'ın doğuya; yani, İran, Afganistan, Hindistan, Endonezya, Brunei ve Filipinlere yayılması coğrafi boyuta bağlı olarak zaman almıştır. Mantık, İslam'ın Filipinlerden sonra Japonya'ya ve onunla birlikte Kore'ye ulaşmasının kaçınılmaz olduğunu öngörür. Ancak, İspanya'nın Filipinleri işgal etmesi ve başkent Manila'nın yöneticisi Sultan Süleyman'ı öldürmeleri doğal olarak İslam'ın doğuya doğru yayılmasını durdurmuştur.

 

Bu işgalin Hıristiyanlığın yayılmasına da olumsuz etkisi olmuştur. Zira Manila'da bulunan Japonyalı azınlıklar, Japonya'nın Tokyo'daki tek söz sahibi yöneticisi Kogon'a Hıristiyanlığın yayılmasının arkasında ölüm ve sömürge olduğu bilgisini verdiler. Bu da Japon lideri, Japonya'da misyonerliği durdurmaya ve iki yüz yıldan fazla bir süre ülkenin kapılarını dünyaya kapatmaya itmiştir.

 

Yukarıda Japon düşünür İtagaki’den söz etmiştiniz. Onun İslam’ın Japonya’daki yayılışının gecikmesine ilişkin kanaati nedir?

 

Bu hususta Prof.Dr. İtagaki farklı düşünmektedir. Ona göre Moğollar, Çin'i işgal edip yönetimi ele geçirdikten ve İslam alemini tarumar ettikten sonra teorik ve pratik olarak hayatın değişik alanlarında ihtisas ve yeterlilik sahibi olan bir çok Arap, Fars ve Buharalıyı devşirerek onları Çin'e yerleştirdiler. Daha çok çiftçi, mühendis vb. binlerce teknokrattan oluşan bu kitle Çin'de yerleşik düzene kavuşunca Çinli kadınlarla evlendiler ve çoğaldılar. Böylece, bölgede günümüze kadarki en büyük İslam topluluğunun nüvesini oluşturdular. Nitekim, Çin’deki Müslüman toplumun %90’ı Uygurlar dışındaki topluluklardan oluşmaktadır.

 

Aynı dönemde Moğollar, Japonya'yı da işgal etmeye çalıştılar. Üzerinde elli bin savaşçının bulunduğu bir donanmayı oraya gönderdiler. Ancak donanma Japon sahillerine yaklaştığında büyük bir fırtına oluştu ve işgalcilerin tüm gemilerini alabora ederek Japonya'yı işgal etmelerini engelledi. Bunun üzerine işgal kuvvetleri geri dönmek zorunda kaldı. Japonlar, işgalcileri geri döndüren bu fırtınaya, "tanrının fırtınası" adına gelen "KAMIKAZELI" adını verdiler.

 

Prof.Dr. İtagaki diyor ki: Eğer Moğollar, işgal kuvvetleriyle birlikte Japonya'yı işgal etselerdi beraberlerinde milyonlarca olmasa da binlerce Arap, Fars ve Buharalı Müslüman'ı getirip oraya yerleştirirlerdi ve bunlar da Japon kadınlarla evlenirlerdi ve böylece Japonya bir İslam ülkesine dönüşürdü.

 

Her halükârda İslam'ın Kore'deki fiili tarihi topu topu elli yıldır. Japonlar, yaklaşık yüz sene ya da daha az bir süre önce İslamla tanışmaya başlamışlardır.

 

Sevgili hocam, “Japonya’da İslam’ın Yayılış Tarihi” isimli eserinizde geniş geniş anlatmışsınız, ama, daha önce duymayan okuyucularımızın haberdar olması için kısaca ilk Japon Müslümandan söz edebilir misiniz?

 

Abdülhalim Noda ilk Müslüman Japonya olarak kabul edilir. Ertuğrul şehitlerini getiren gemiyle İstanbul’a gelmişti. Sultan Abdulhamid ondan bazı subaylara Japonca öğretmesini rica etmişti. İki sene kadar İstanbul’da kaldı, subaylara Japonca öğretti. Bu arada, ilk İngiliz Müslüman Abdullah Guliam’ın davetiyle Noda İslam’ı seçti. Abdullah Guliam’ın Müslüman oluşuyla ilgili Mısır’da neşredilen el-Feth dergisinde güzel yazılar çıkmıştı, o yazıların bir kopyasını size de verebilirim.

 

Memnun oluruz, belki ileride tercüme edip yayınlayabiliriz de.

 

Abdulhalim Noda bir taraftan Japonca öğretirken öbür taraftan Osmanlıca ve Kur’an-ı Kerim okumayı öğrendi. Bu fırsatı verdiği için Sultan’a çok teşekkür etti. Hacca gitmek istediğini söyledi...

 

Muhterem hocam, İslam’ın Uzakdoğu'da yayılmasına katkıda bulunan iletişim araçlarına ve bu bölgelerde Kur’an’ın mesajının tebliğ edilmesine yardımcı olan pratik yol ve yöntemler konusundaki kanaatlerinizi, günümüz davetçilerine de örneklik teşkil etmesi bakımından bizimle paylaşır mısınız?

 

Japonya'daki elli yıllık tecrübemden ve Kore ile olan yakın alakamdan edindiğim kanaatlerimden hareketle şunları söyleyebilirim. Aslında benim Kore’yle ilgili ilk izlenimlerim Japonya'dan önce olmuştur. Ellili yılların ortalarında Türk davetçi Zübeyir Koç'un Türk gazetelerinde yazdıklarına, 1959 yılında Karaçi'de Müslüman Kore heyetiyle bir araya gelerek elde ettiğim bilgilere ve merhum Dr. Said Ramazan'ın Cenevre’de yayımladıklarına dayanmaktadır. İşte bütün bu tecrübelerimden ve gözlemlerimden hareketle ben İslam'ın Güneydoğu Asya'da ticaret, göç ve evlilik yoluyla yayıldığı gibi Uzakdoğu'da da aynı yöntemle yayılacağına inanıyorum.

 

Ticari ilişkiler (Japonya ve Kore'de görüldüğü gibi) İslam'ın yayılmasına çok yardımcı olmuştur. Yetmişli yıllardan günümüze kadar Koreliler Arap ülkelerinde bulunmuşlar ve kârlı ticari faaliyetler yapmışlardır. Yüzlerce Korelinin Müslüman olmasında bunun büyük bir etkisi olmuştur. Aynı durum Japonya için de geçerlidir.

 

Göçe gelince, bizler binlerce Müslümanın ticaret ve çalışma amacıyla Kore'ye göç ettiğini ve o ülkenin kızlarıyla evlendiklerini, oralarda izler bıraktıklarını, mescitler inşa ettiklerini görüyoruz. Bu İslam’ın o bölgede yayılmasında önemli bir faktördür.

 

Turizmi de unutmamamız gerekiyor. Milyonlarca Koreli ve Japonyalı İslam dünyasını ziyaret etmekte, Müslümanlarla buluşmakta ve bu turistlerden çok sayıda insan İslam'ı benimsemektedir. Hatta bunlar, Avrupa, Amerika ve diğer ülkelerdeki Müslümanlarla da buluşuyor ve böylece İslam'ı kabul ediyorlar. Buna ilave olarak Müslümanların Kore ve Japonya'ya yaptıkları turistik seyahatleri sayabiliriz. Bu tür seyahatler de İslam'ın yayılmasını hızlandırmaktadır.

 

Aynı şekilde, Kore ve Japonya'nın İslam ülkelerinden öğrenci kabul etmeleri, keza, Koreli ve Japonyalı öğrencilerin eğitim amacıyla İslam ülkelerine gitmeleri de Uzakdoğu halklarının İslam'ı tanımasında ve kabul etmesinde önemli bir rol oynamaktadır.

 

Buna Kore ve Japon üniversite ve enstitülerinde Müslüman halkların dilleri ve kültürüyle ilgili eğitimler yapılmasını da ekleyebiliriz. Bu eğitimler, İslam'a ve İslam medeniyetine yönelmede, bu konuda bir bilinç ve anlayışın oluşmasında, bu sayede çok sayıda öğrencinin İslam'a girmesinde çok etkili olmuştur.

 

Sevgili hocam, İslam’ın Uzakdoğu'da yayılmasında medyanın, kitle iletişim araçlarının payı nedir sizce?

 

Yukarıda anlattığım ilişkilerden önce, ilk zamanlarda radyoların bu konuda büyük katkısı oldu. Daha sonra televizyon vb. iletişim araçları İslam'ın Uzakdoğu’da tanınmasında etkili olmuştur. Günümüzde ise, internet devriminden sonra çok güçlü bir iletişim aracı elde etmiş bulunmaktayız. Artık, internet yoluyla, davetin sınırı ve engeli kalmamıştır.

 

Muhterem hocam, siz bütün dünyayı, özellikle İslam âlemini karış karış gezdiniz. Sizce “İslam Dünyası” deyince nereleri anlamalıyız?

 

İslam dünyası Brunei'den Fas'a kadar uzanan geniş bir coğrafyayı kapsamaktadır. Buna dünyanın farklı bölgelerindeki yedi yüz milyon Müslüman'ı da ekleyebiliriz.

 

Peki hocam, sizce, İslam dünyasının, bir başka ifadeyle Müslüman halkların ya da İslam ümmetinin dünya halklarıyla münasebeti ne şekilde kurulmalıdır?

 

İslam ümmetinin diğer halk ve toplumlara karşı tutumları iki çerçevede mümkün olabilir. Müslüman olan diğer halklar onların kardeşleridir. Nitekim Kur’an’ı kerim bunu açıkça ifade eder. Henüz Müslüman olmayan halklarla da iyi ilişkiler kurmaya önem vermeli ve özen göstermelidirler. Zira, bütün bir insanlık İslami davetin birinci derecede muhatabıdır, yani ümmet-i davettir.

 

Hocam, bu söylem gayet güzel, ancak, bir de reelpolitik var. Uluslararası ilişkiler ağının Müslümanların diğer halklarla davet ilişkisi geliştirmedeki olumsuz etkileri sizce nasıl bertaraf edilebilir?

 

Daha çok Uzakdoğu’dan konuştuk. Mesela, Kore, Japonya ve Çin halklarıyla Müslümanlar arasında ne tarihte, ne günümüzde büyük ve kalıcı savaşlar ve düşmanlıklar olmamıştır. Ben gelecekte bizimle onlar arasında davet ilişkisini zedeleyecek düzeyde büyük savaşlar ve düşmanlıklar olacağına da ihtimal vermiyorum.

 

Bizler Müslüman olarak Uzakdoğu halklarına kalplerimizi açıyoruz, ellerimizi uzatıyoruz. Onlarla her türlü ticari, iktisadi ve kültürel alışverişe büyük önem veriyoruz. Bizim tarihimiz bu ilişki tarzına şahittir. Günümüzdeki bir çok uygulama da buna tanıklık etmektedir. Her ne kadar bazı çevreler İslam medeniyetiyle Budist Konfiçyüs medeniyeti arasında işbirliğinden korksalar da, bu korku gereksizdir. Zira her iki medeniyet de barış ve sevgi medeniyeti olup korkuya mahal yoktur.

 

Muhterem hocam, insanlar davetin çok zor olduğu, davetçi olmanın ağır şartları olduğunu zannediyor. Bu zan onları davetten uzak tutuyor. Siz bu tesbitim konusunda ne dersiniz?

 

Davet en kolay iş. Nimetullah hocayla ilgili altı ayrı makale hazırladım: Son Sarhoş, İngiliz Ravza, Koreli Dört Gencin İslam’a Girişi gibi başlıklarla bunları bir araya getirdim, yayınlamayı düşünüyorum. Allah’a davet gerçekten çok kolay. Allah Rasulü “Benden bir tek âyet olsun, başkalarına ulaştırın, tebliğ edin.” buyurmuştur.

 

Nimetullah hocayla birlikte Dubai’ye bir gidişimizde, sekiz saatlik yolculuktan sonra argın yorgun otelimize ulaşmıştık. Gidişimizi öğrenen Filipinli bir hanımın bizi beklediğini öğrendik. Bir kaç dakika tebliğ yaptık, kadın İslam’a giriverdi. Adını Aişe koyduk. Bu anlattıklarım birkaç dakika içinde gerçekleşmişti.

 

Daha iki gün önce, Nimetullah hocayla birlikte Şehzadebaşı’nda küçük bir mescitte namazımızı kılmış, çay ocağının önünde çay içmeye başlamıştık. Biri Rus, biri Fransız, biri İspanyol üç kişi geldi. Sürekli fotoğraf çekiyorlardı. Nimetullah hoca “buyurun, buyurun oturun, birlikte bir çay içelim” deyip davet etti. Oturdular, kısa bir sohbetimiz oldu. Önce Rus Müslüman oldu. Ardından Fransız hanım, son olarak İspanyol kocası İslam’ı kabul etti. Nimetullah hoca kadına Hatice adını verdi, kocasına Ahmet ismini koydu. Ama İspanyol adam hayır, dedi. “Ahmet yetmez, ben Muntasirbillah adını almak istiyorum” dedi. Bildiğiniz gibi bu isim Endülüs sultanlarından birine aittir. Bunları anlatırken demek istediğim odur ki, davet gerçekten çok kolay. 

 

Muhterem hocam, davet konusundaki sohbetimizi bitirmeden son olarak ne söylemek isterisiniz?

 

Biz davet, tebliğ ve irşad konusunda şu iki âyeti kendimize şiar ediniyoruz:

 

“Ey iman edenler! Hep birlikte teslimiyet yoluna girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin! Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.” (Bakara, 2/13).

 

"Ey insanlık! Elbet sizi bir erkekle bir dişiden yaratan Biziz; derken sizi kavimler ve kabileler haline getirdik ki tanışabilesiniz. Elbet Allah katında en üstününüz, O’na karşı sorumluluk bilinci en güçlü olanınızdır; şüphe yok ki Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır." (Hucurât, 49/13).

 

İşte, bu şuurla, inançları ve sistemleri ne olursa olsun gönüllerimizi, ellerimizi ve kucağımızı tüm dünya halklarına açıyor ve onları Allah’ın dinine, İslam’a davet ediyoruz.

 

Hocam, bu yorgun ve hasta halinizle bizi kırmayıp sorularımızı iştiyakla cevapladığınız için çok teşekkür ederiz. Rabbim, ömrünüzü adadığınız davet alanındaki çabalarınızı en güzel karşılıkla, cennetle ödüllendirsin.

 

Âmîn. Vesselamu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuh.

Follow