Doç. Dr. Alper Bilgili ile Söyleşi

Söyleşi: Doç. Dr. Alper Bilgili

Söyleşen: Hatice İ. Erdem - Ahmet Polat

 

Küresel anlamda toplumun seküler yaşam tarzına doğru ilerlediği, dinlerin insan ve toplum sorunlarına çözüm olamadığına dair araştırmalar var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Bu iddiada katıldığım ve katılmadığım noktalar var. Dünya genelinde bir sekülerleşmenin varlığı inkâr edilemez. Toplumlar belirli kararları alırken veya biz bireyler belirli seçimleri yaparken dine bir asır öncekinden daha az referans veriyoruz. Dinin belirleyiciliğinin bu anlamda azaldığından söz edilebilir. Ancak burada iki hususta şerh düşmek gerekiyor. Birincisi sekülerleşmenin boyutunu tespit ederken ve gelecekte nasıl bir toplum yaratacağını öngörürken hata yapabiliyoruz. 19. yüzyılda eser veren sosyolojinin kurucu babalarını okuduğumuzda onların dinlerin yakın gelecekte tarihe karışacağına yönelik öngörülerde bulunduğunu görürüz. Durkheim örneğin, dinin geçmişte toplumsal tutkal vazifesi gördüğünü anlattıktan sonra modern toplumda dinin yerine bu vazifeyi hangi kurumun ifa edeceğine kafa yorar. Çünkü dinin yakın gelecekte işlevsiz olacağından, işlevi olacaksa da göz ardı edilebilir bir kurum olarak var olacağından emindir. Weber, dünyanın büyüsünün kaçtığından bahsederken benzer bir eğilimden söz etmektedir. Aradan geçen 1,5 asır ise bu öngörülerin düşünüldüğü kadar başarılı olmadığını gösterdi. Bu çıkarımlar Batı Avrupa’ya bakılarak yapılmıştı, ancak bugün bile Batı Avrupa’da dinlerin yok olduğunu veya önemsiz kurumlar hâline geldiğini söylemek güç. Hristiyan demokrat partiler, Avrupa’nın birçok ülkesinde hatırı sayılır oy alıyorlar. Merkel’in de mensubu olduğu Hristiyan Demokrat Birliği gibi. Eurobarometer’in 2018 verilerine göre Avrupa Birliği vatandaşlarının %72’si kendisini Hristiyan olarak tanımlıyor. Ateist, deist ve agnostiklerin toplamı ise %26. Dünya genelinde de benzer bir durum var. PEW 2015 verilerine göre hiçbir dine mensup olmayanlar dünyanın %16’lık bir kesimi. Bu oranlar dinlerin ömrünü doldurup tarihteki yerini alacağını düşünenler veya umanlar için iç açıcı değil.

Sekülerleşmenin arttığını iddia ederken dikkat edilmesi gereken bir diğer husus da şu: Dinler veya dinlerin bazı öğeleri başka formlarda karşımıza çıkmaya devam ediyor. Örneğin Kuzey Amerika ve Avrupa’da new age dinlere yönelik ciddi bir teveccüh görüyoruz. İnsanlar materyal olanla sınırlamıyorlar kendilerini. Hayatın farklı yerlerinde “aşkın” olan ile veya kendi yarattıkları “aşkın” ile irtibata geçiyorlar. Özellikle geleneksel dinlerden uzaklaşan birçok kişi hayatına anlam kazandırmak için böyle arayışlarda bulunabiliyor. 

Anlam arayışından bahsettiniz, peki anlam arayışındaki insan dine alternatif olarak nerelere yöneliyor?

Anlam çok farklı yerlerde aranabiliyor. Mesela sporda, müzikte aranabiliyor. Bazen “Maradona dini” olarak çıkıyor karşımıza bazen şarkıcılara ilah muamelesi yapılmasıyla. İlginç olan, bu anlam aranan kurum veya uğraşların gitgide dinlerin özelliklerini kullanmaya başlaması, dinlere benzemesi… Bunun en şaşırtıcı örneği “ateist kiliseler”. İngiltere’de bazı ateistler toplanıp hayatın anlamı ve ölüm korkusuyla başa çıkma yollarını tartışıyorlar. Kilise ilahileri yerine de Queen ve Stevie Wonder şarkıları söylüyorlar. Özetle seküler insanların da dünyevi olanla yetinmediklerine şahitlik edebiliyoruz. 

Tabii bu noktada şunu da ekleyeyim, yakın zamanda yapılan araştırmalar “ateist”, “agnostik”, “deist” gibi kategorilerle ne kast edildiği konusunda da şüphe uyandırıyor. Birçoğumuz bir insanın kendisini ateist olarak tanımladığında doğa üstüne inanmadığını varsayıyoruz. Ancak İngiltere’deki Kent ve Coventry Üniversitesi gibi kurumlarca 6 ayrı ülkede yürütülen kapsamlı bir çalışma bu varsayımı desteklemiyor. Mesela Brezilya’daki ateistlerin yaklaşık %30’u ölümden sonra yaşama inanıyor. Danimarka’daki ateistlerin %20’den fazlası cisimlerin mistik güçlere sahip olduğuna inanıyor. Çin’deki ateistlerin yaklaşık %25’i karmaya inanıyor. İngiltere’deki ateistlerin 1/3’ünden daha azı tam olarak natüralist bir dünya görüşüne sahip. Yani toplumdaki yaygın kanının aksine, kendilerini ateist olarak tanımlayan insanlar bile doğaüstüne yönelik inançlara sahip olabiliyor, tamamen doğalcı bir dünya görüşü benimsemeyebiliyorlar. 

 

Din-bilim arasında bir tercih yapmaya zorlamanın hatalı olduğunu, yeni-ateizm gibi görüşlerin etkisiyle bilimin sesinin halk kitleleri tarafından daha az duyulacağını düşünüyorsunuz. Pandemi süreciyle birlikte değerlendirdiğinizde toplumun bilimsel bilgiye güveni ve dini otoritelere bakışı nasıl? Din-bilim çatışmaları “öteki”nin cisimleşmesi midir, daha dengeli bir yol var mı?

Birçok kişi din ve bilimi birbirinin ötekisi olarak konumlandırıyor gerçekten de. Yaratılış hakkında “Evrim mi doğru söylüyor, dinler mi?” gibi sorular sorulur malum. Aslında bu konuda sanılanın aksine sadece dine mesafeli kişilerin din ile bilimi zıt kutuplara yerleştirmediğini görüyoruz. Türkiye’de PEW tarafından 2013’te yapılan bir ankete göre Türklerin %40’ı “Din ile bilim çatışır,” derken %44’ü “Çatışmaz,” diyor. Yani neredeyse kafa kafaya. Ki Gallup ve PEW gibi araştırma şirketlerinin verilerine göre Türkiye’de, halkın %80-90 bandında “Din, benim için önemlidir,” dediği düşünülürse bu durumda dindar kitlelerin ciddi bir kısmının da bu görüşte olduğu anlaşılır.

Soruyu sorarken benim genel görüşümü yansıtan bir cümle kurdunuz. Ben yeni ateizmin ve bilimciliğin her ne kadar dillerinden bilimi düşürmeseler de bilime zarar verdiklerini düşünüyorum. Bilim Susunca isimli kitabımda bunu detaylı şekilde ele almaya çalıştım. Din ve bilimin birbirinin düşmanı olduğunu belirten görüş hem yüzeysel olduğu için tarihi gerçeklerle uyumlu değil hem de bilimin toplumdaki imajı için tehlikeli. Dinlerin hâlâ insan ve toplum yaşamının önemli bir unsuru olduğu günümüzde, insanları bilim ve dinden birini seçmeye zorlamak istenmeyen sonuçları beraberinde getirebilir. Oysa pandemi süreci bize bilime güvenin ne denli önemli olduğunu ve bu güvenin sanıldığı kadar dokunulmaz, her şeye karşı dirençli olmadığını gösterdi. Bilimin bu tür süreçlerde mümkün olduğunca güçlü müttefiklere ihtiyacı var. Din de bu anlamda toplumu ikna etmede önemli bir müttefik. Mesela Amerika ve Avrupa’da birçok dini otorite ve kurum bu süreçte insanları bilim insanlarının önerilerine uyma konusunda ikna etmeye çalıştı. Katolik Kilisesi’nden “Faiths4Vaccines” gibi sivil toplum kuruluşlarına kadar birçok dini aktör bu süreçte faydalı oldu.

Evrime/darwinizme bakışımız son 30 yıl içerisinde değişti. “Darwin ve Osmanlılar” isimli kitabınızda evrim teorisine bilimsellikten öte sadece ideolojik ve metafizik gerekçelerle karşı çıkılmasına itiraz ediyorsunuz. “Müslüman evrime inanamaz, evrime inanıyorsa dinden çıkmış olur” gibi önyargılar var. Bu ötekileştirmeden kaçınmak mümkün mü?

Evrim teorisi din-bilim ekseninde yürütülen tartışmaların en vazgeçilmez örneğidir desek abartmış olmayız. Teorinin gerçekten ne anlama geldiği, zaman içerisinde ne tür değişikliklere uğradığı veya hangi bilimsel verilerle yenilendiği çok teferruatlı bir çalışma gerektiriyor. Onun yerine toplumun birçok kesiminde evrimi hakkıyla öğrenmektense onu ateizme bir müttefik olarak görme eğilimi hâkim. Bu dindarlar arasında da böyle. Birçok ateist gibi birçok dindar da evrimin doğru olduğunu kabul etmenin kişiyi ateizme götüreceğini düşünüyor. Tabii bu durum bizim ülkemize özgü de değil. Richard Dawkins başta olmak üzere birçok yeni ateistin evrimi bir kalkan olarak gördüğünü, buna karşı dindar çevrelerin evrimi reddetme refleksiyle hareket ettiğini görüyoruz.

Ancak başka ve bence son derece makul bir alternatif daha var. Literatürde teist evrim diye anılan bu görüşe göre Tanrı, insanı ve diğer canlıları evrim aracılığıyla yaratıyor. Yani evrim tasarımın bir parçası hâline geliyor. Bu görüşteki insanlar, evrim kuramının doğru olduğunu düşünüp bir yandan da bu sürecin her şeyi bilen bir Tanrı tarafından yönetildiğini veya planlandığını iddia ediyorlar. Örneğin İngiltere’deki Faraday Institute for Science and Religion bu hususta çalışmalar yürüten önemli ve saygın bir organizasyon. İşin aslı, evrim teorisinin bugünkü hâlini almasında büyük roller oynayan birçok dev isim, hem Tanrı’ya inanan hem de evrimin canlıları ortaya çıkardığını bilimsel kanıtlarla ortaya koyan bilim insanlarıdır. Örneğin Ronald A. Fisher, Theodosius Dobzhansky, Francisco Ayala ve Simon Conway Morris gibi büyük isimler Tanrı ile evrim arasında bir seçime gitmemişler, ne inançlarından ne de bilimin öğretilerinden ödün vermişlerdir.

Yine Darwin’in teorisini ortaya koyduğu ilk günlerden itibaren onu destekleyen önemli din adamları da vardır. Charles Kingsley ile Frederick Temple bu isimlerin başında gelir. Türkiye’de de bu görüşün dini çevrelerde gitgide daha fazla desteklendiğine memnuniyetle şahitlik ediyorum. Her ne kadar İslam tarihinde evrim yoluyla yaratılmayı bir sorun olarak görmeyen isimler olmuşsa da sanırım yakın tarihimizde bu konuda ilk cesur adımı Süleyman Ateş atmıştı. Özellikle evrimin ateizm ile özdeşleştiği dönemde Ateş’in kaleme aldığı Kur’ân-ı Kerim’e Göre Evrim Teorisi isimli makale ezber bozucudur. Bugün bu makalenin yanına Caner Taslaman’ın Bir Müslüman Evrimci Olabilir Mi? ve Mustafa İslamoğlu’nun Yaratılış ve Evrim isimli kitaplarını da eklemek gerek. Bu eserler evrimin dini metinlerle çelişmediğini göstermeyi amaçlıyor. Benim daha çok yapmaya çalıştığım ise hem böyle bir dikotomiye hapsolmanın felsefi bir zorunluluk olmadığını göstermek hem de tarihsel açıdan evrimle din arasında bir seçim yapmamış bilim insanlarının ve felsefecilerin var olduğunu hatırlatmak. 

 

“Bilim Susunca” isimli kitabınızda görmek istediklerini bilime söyletmeye çalışan bilim insanlarından bahsediyorsunuz. Nobel ödüllü James Watson bunlardan biri. Siyahların zekâ bakımından beyazlardan daha düşük olduğunu iddia ediyor. Bu pencereden baktığımızda bilim ötekileştirme aracına mı dönüşüyor? Daha objektif bir tutum için neler yapılmalı?

Hatırlayacaksınız, kitapta ırkçılıkla ilgili başka bir örnek daha veriyorum. Bilimin ırkçı emellere alet edilmesi denince aklımıza Nazilerin işledikleri suçlar ve siyahlara karşı ayrımcılık geliyor ama İtalyanların 20. yüzyılın ilk yarısında yaşadıklarını pek konuşmuyoruz. Oysa Amerika’da bugün “beyaz” kabul edilen birçok etnik grup gibi İtalyanlar 20. yüzyılın başında beyaz olarak görülmüyordu. Kendileri için medyada ve kamuoyunda birçok aşağılayıcı ve ırkçı ifade kullanılıyordu. Bazıları bu işi İtalyanların doğası ile açıklamaya çalışıyorken bazıları bir adım öteye gidip bilimsel testlerle onların neden “aşağı” bir ırk olduğunu açıklamaya çalışıyordu. Bu konuda Amerika’nın ünlü psikologlarından Henry Goddard’ın geliştirdiği ve uyguladığı IQ testleri örnek verilebilir. Bu testlere göre İtalyanlar, Yahudiler ve Macarların ciddi bir bölümü “moron” kategorisindeydi. Dahası buradaki hadise tek bir psikoloğun yaptığı bir testten ibaret değil, o dönem bilim çevrelerinde yaygın olan bir düşünce idi. Aslında bir bakıma bilime zorla o dönemin hâkim ön yargılarını destekleme görevi verilmişti. Tabii farklı ön yargılar farklı sonuçlara vücut verdi. Bu hadiseden kısa bir süre sonra İtalya’da Mussolini’nin teşvikiyle İtalyan ırkının neden üstün bir ırk olduğunu ispatlamaya çalışan bilimsel çalışmalar yürütüldü. Bu çalışmaları destekleyenlerin içinde iktisattaki “Gini katsayısı”ndan adını hatırladığımız Corrado Gini gibi önemli isimler de vardı. Yani iki taraf da bugün biliminin ciddiye almayacağı tezleri o dönemin bilim insanlarına söyletmeye çalıştı. Ya da bazen bilim insanları gönüllü olarak bu işe soyundular. Sizin de ismini zikrettiğiniz DNA’nın yapısını keşfeden James Watson bu hususta verilebilecek güzel bir örnek.

Şimdi bu örneklere baktığımızda bilimin bir ideolojik araç olarak kullanılabildiğini, en azından bir süre kullanılabileceğini söylemek mümkün. Bunun arkasındaki temel motivasyon da bilimin prestijini kullanarak kendi tezini veya dünya görüşünü kabul ettirmek. Bilim sosyolojisinin bize öğrettiği önemli mesajlardan birisi, insani zaaflarımızın sanılanın aksine bilimsel çalışmalarda da varlığını sürdürdüğü ve doğruyu bulmamızı engelleyebildiğidir. Şartlanmalarımız, ön yargılarımız, ideolojilerimiz ve çıkarlarımız bilimsel çalışmalarımıza yansıyabilir. Bilimsel çalışmalar uzun vadede bu konuda yapılan hataları ortaya çıkarabilir ve bilimin aslında doğrulamadığı tezlerden vazgeçilebilir. Ancak bu süreç sanıldığı kadar hızlı ve sorunsuz değildir. Dolayısıyla evet, insanlar ideolojik amaçları için bilimi kullanabilir, araçsallaştırabilir.  Ancak bu, bilimin bir kusuru olmaktan ziyade bizim insani zaaflarımızın doğal bir sonucudur. İnsani zaaflarımızdan kurtulamadığımız sürece bu tür istismarlar kaçınılmaz olacaktır. Bugün de bu tür bilimsel iddialarla karşılaştığımızda bilim tarihine gidip dersler çıkarmak, aynı hataları tekrarlamamak adına faydalı olabilir.    

Sayı 85 (2022)

Follow