Abdullah Onay ile Hayvan Hakları Üzerine Söyleştik

Söyleşen: Hatice İ. ERDEM

 

"HAKLAR İLE KORUMA ARASINDA DERİN BİR UÇURUM VAR; HAYVANLARI KORUMAK YETMEZ, HAKLARINI TANIMAK ZORUNDAYIZ."

 

ABDULLAH ONAY İLE HAYVAN HAKLARI ÜZERİNE SÖYLEŞTİK…

 

Bu sayımızda hayvan hakları aktivisti, yazar ve editör Abdullah Onay ile hayvan hakları mücadelesi, veganlık ve vejetaryenlik arasındaki farklar, hayvanları koruma yasalarının eksiklikleri ve sokak hayvanlarına yönelik yasa değişikliklerinin toplumsal yansımaları üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Ayrıca türcülük kavramı, dildeki hayvanlara yönelik aşağılayıcı ifadelerin toplumsal etkileri, hayvan hakları savunuculuğunun politik boyutu ve istilacı türlerin ekosistem üzerindeki etik sınırları gibi konuları ele aldık. Onay, kendi deneyimleri ve düşünsel gelişimiyle hayvan hakları konusundaki farkındalığı artırmaya yönelik önemli katkılar sundu.

 

Sizin hayvan hakları ile ilgilenmeniz nasıl başladı? Kişisel hikâyenizde özel bir yeri var mı?

Hayvan haklarıyla ilgili kişisel hikâyem uzun bir süreç. Bana göre gelişerek ilerleyen bir süreç bu. Yani başlarda hayvanları seviyordum ama hayvan haklarına dair bir şey düşünmüyordum, yavaş yavaş kediyle başlayıp sonra sokak köpeklerine ve tüm hayvanlara doğru evrilen bir süreç diyebilirim. Hayvanlarla hikâyem bir kedinin eve gelmesi ile başladı. 12 Eylül öncesiydi, o dönemde İstanbul’un birçok yeri arsaydı. Bir dernek toplantısına giderken peşime takılan bir yavru kediyi eve götürdüm. İlk öyle başladı ama öncesinde de çocukluğumda bir iki kez apartmanda kedi beslemişliğim vardı. Daha sonra yine bir gün Yıldız Parkı’ndan yakalanan sincaplar vardı, Eminönü Çiçek Pazarı’nda satarlardı. Dayanamayıp sincaplardan birini almıştım. Evde uzun süre yaşadı. Sonra bir tane daha almıştım yalnız kalmasın diye. Tabii özellikle kitap dolu bir evde sincap beslemek de ayrı bir zorluk, sincaba da ayrı bir eziyet. Daha sonraları evde iki kedi vardı, Birikim Dergisi’ne biri sakat olan iki kedi götürmüştüm. Epeyce dergi odasında yaşadılar; tatillerde, bayramlarda han kapalı oluyordu ama gidip besliyordum. Sonrasında artık bir yere taşınayım da kediler bir arada olsunlar fikri gelişti. En uygunu Adalar’dı, Heybeliada’ya yerleştim.

Adaya ilk olarak kediler için mi yerleştiniz?

Biraz öyle oldu. Çünkü bu durum yorucu olmaya başlamıştı. Şehir hayatından uzak sakin bir yer, kedilerin de eve kapalı yaşamayacağı bir yer. Zihnen de bir değişim yaşamaya başladım. Adaya geldikten sonra kış geldi ve zor durumda olan kedi, köpek ve kuşlara yiyecek tedariki ile hayatım daha da zorlaştı. Ama tüm bunlar belki de hayvan haklarına dair bilinçlenme sürecini hızlandırdı. O gelişmelerin etkisi vardır mutlaka, Birikim Dergisi’nde 2005’te hayvan hakları sayısı yaptık. Git gide sorular çoğaldı kafamda; ideolojinin etkisi ile normalleştirdiğimiz şeylerin aslında öyle olması gerekmediği, insanın hayvanla olan ilişkisinin bir kölelik hiyerarşisi oluşturduğu uzun bir tarihsel sürece dayandığı bilinci gelişti. Türcülüğe dayanan insan egemenliğinin hayvanların haklarını ihlal ettiği ve diğer türler üzerinde bir zulüm düzeni kurduğuna dair yazılar yazmaya başladım, biraz geç de olsa. Bu düşünsel süreç devam ediyor, türcü ideolojinin ne kadar derinlere işlediğini öğrenmeye devam ediyorum diyebilirim.

Şu an manevi olarak sahiplendiğiniz ve evinizde yaşayan kaç hayvanınız var?

Şimdi azaldılar artık. Yaşlanıp ölenler oldu. Kışın eve girenler var. Evin arkasında yarı açık bir balkon var; yemeklerinin, barınacak yerlerinin olduğu. Sokağımdaki kedileri, köpekleri, martıları, kargaları besliyorum. Yani bir sayı olarak belirtemem ancak hepsini tek tek bilirim, beslenmeleri ve sağlık sorunları ile ilgileniyorum elimden geldiğince.

Vegansınız. Yani aslında bunu bir yaşam şekli olarak da sürdüren birisiniz. Yani hayvan hakları savunmanın aynı zamanda eylemsel kısmına yönelik de bir düsturunuz var.

Evet. 1990’ların başlarında vejetaryen oldum, o dönemim biraz uzun sürdü, 25 yıl falan. Veganlık daha 7-8 yıl oldu. Veganlık sürecine geçiş biraz yavaş oldu diyebilirim bugünden bakınca.

Bu süreç hayvan haklarını savunduğunuz için sonradan bir şuurlanma veya bir fark edişten sonra gelen bir süreç miydi? Yoksa zaten vejetaryendiniz de sonrasında mı hayvan haklarına ilgi duymaya başladınız?

Hayır. Hayvan haklarıyla ilgili o güne kadar çok düşünmediğim şeyleri sorgulayıp düşünerek gerçekleşen bir süreç içerisinde oldu. Örneğin, eskiden yumurta eğer serbest dolaşan tavuk olursa yiyebiliyordum. Ama veganlıkla birlikte hayvan sömürüsü üzerine de düşünmeye başladım. Neticede hayvan kendi rızasıyla insan için bütün bunları üretmiyor. Yani bir kölelik ilişkisi üzerinden süren bir ilişki var. Bilinçlenme uzun süren bir şey, insanlar bir süreç içerisinde sorgulayarak bazı kararlar alabiliyor, o geçişleri sağlayabiliyorlar. Benim için de öyle oldu.

Blog sayfanızda bir yerde sık yapılan yanlışa dikkat çekerek mevcut yasaya dair Hayvan Hakları Yasası ifadesini kullanmanın yanlış olduğunu, bunun Hayvanları Koruma Kanunu olduğunu söylüyorsunuz. Bu bağlamda hayvan hakları deyince ne anlamalıyız? Hayvanları Koruma Yasası’nın farkı nedir?

Hayvan haklarını savunuyorum tabii ki. Hayvan hakları deyince tüm hayvanların haklarını anlamamız gerekiyor. Mevcut yasa tüm hayvanların haklarını kapsamadığı gibi hak değil, korumaya dayanıyor. Aynı haklar hayvanlar için de geçerli. En yaygın söylemlerden biri, “hayvanların hakları olur mu?” Hayvan haklarıyla karşılaşmanın getirdiği ilk refleksif tepkiler onları bir özne olarak görmeme sorunu. Oysa sormamız gereken soru şu: Hayvanların niye hakları olmasın? Niye özne değiller? Oysa hepsi bir yaşam öznesidir. İnsan türünden bahsettiğimizde de benzer sorunları görüyoruz. Örneğin zihinsel engellilere, çocuklara, kadınlara, azınlıklara bakışın oluşturduğu bir egemen sınıf ilişkisi burada da hâkim. Hayvanlara bakış meselesi de esasında insanların onlara belli bir tanımlama çerçevesinde oluşmuş hiyerarşik bakış ile ilgili.

Bu mevcut yasa ile ilgili çok uzun bir tartışma sürdü. Ak Parti’nin iktidara gelişi ile uzun dönem sürüncemede kalmış bir yasa çıkarıldı. Fakat daha sonra yasa güncellenirken hayvan hakları değil hayvan koruma üzerine değişiklikler yapıldı. Çünkü kılı kırk yardılar; hayvan hakları dendiği zaman sadece kedileri köpekleri değil bütün hayvanları içerecek. O zaman bunlar sıkıntılara yol açacak. Yani işte mezbaha önündeki hayvanların haklarını da savunanlar çıkabilecek. İşte kurban kesimiyle ilgili de olacak bu. Av ihaleleriyle avcılara belli bir para karşılığı hayvanları öldürtme gibi bir sürü durum için de yasanın uygulanması istenecek v.s. Ama tabii bunların hepsini kapsayacak bir yasa yapmadılar. Son düzenlemeyi ise mevcut yasada birtakım kısıtlamalar getirmek üzerine yaptılar. 12 Mart darbesinde, darbecilerin Anayasa’nın topluma bol geldiğine benzer bir bahane ile. Nasıl ki, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri topluma bu çok geldiği söylenen hakları kısıtlama yoluna gittiyse aynı şey hayvan koruma yasasında da oldu. Sokaktaki hayvanların bunu istismar ettiği gibi tuhaf bir gerekçeyle bu haklar geri alındı. Hayvan hakları mücadelesinin talebi şu: Tüm hayvanları kapsayacak bir “hayvan hakları” yasası olması gerekiyor. Bu hukuksal değişimler çok yavaş ilerliyor ne yazık ki ve bu durum sadece Türkiye’ye has değil. Yasa konusunda en iyi olan ülkelerde bile bu kazanımlar ağır ilerliyor. Bu iş hukukçu Steven Wise’ın dediği gibi, duvarda delikler açma ve bir kısım hayvanları oradan öbür tarafa geçirebilme süreci. Her tür hak mücadelesi biraz böyle oluyor. Kadın hakları mücadelesi böyle değil midir, ne kadar uzun bir tarihe dayanıyor. İnsan hakları dendiğinde de bütün bir hukuk tarihi boyunca hakların kazanımlarının nasıl alt sınıflara doğru yayıldığını görmemiz gerektiği gibi bir süreç yaşanıyor diye düşünüyorum.

Yani adına hak deyince aslında gerçekte orada bir hak savunuculuğu olmuyor sanırım. Koruma ve hak arasındaki fark da aslında biraz yasalaştırılma ve yasalaştırılmama. Yani yaptırımı olup olmamasıyla alakalı bir fark gibi biraz.

Orada tabii şöyle bir şey var. Mevcut düzenin egemenleri çıkarları gereği, o hayvan sömürüsüne dayalı düzeni değiştirmek istemiyor ve direniyor. Şu an mevcut yasayı düzenleme öncesi birçok yerde özellikle taşrada gizli gizli yapılan hayvanların zehirlenmesi, öldürülmesi, ormanlara atılması gibi durumlar bir hukuk ihlaliydi ve davalar açılıyordu. Düzenleme, artık bunun koruyucu bir zırha bürünmesini ve meşruiyet kazanmasını sağladı. Özellikle İstanbul’da göz önündeki yerlerde bunu yapmak daha zor oluyordu. Ama taşrada bu işlerin nasıl yürüdüğünü sosyal medya ile öğrenmeye başladı herkes. Bazı hayvanseverler buralarda yapılan katliamları şikâyet etmeye başladı. Hukuk devreye girmeye başladı. Haliyle o kafayla çözemeyecekleri sorunu, sokak hayvanlarının artışı gibi bahaneler ile en başa, yani yeniden aleni yok etmeye dönüldü.

12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle bugünkü sokak hayvanlarına yönelik yasa değişiklikleri arasında tarihsel bir paralellik kuruyorsunuz. Bu ideolojik benzerlik günümüz siyasetinde nasıl etkiler yaratıyor? Bu sorunların kökten çözümü için nasıl bir politika izlenmeli?

Hayvan hakları savunucularının öncelikli olarak çok fazla münferit mücadelelerle bu işin yürümeyeceğini, çok daha büyük örgütlenmelerin gerekli olduğunu idrak etmesi gerekiyor. Hayvansever kitlenin büyük bir çoğunluğu ne yazık ki bütün hayvanları kapsayan bir haklar çerçevesinden bahsetmiyor, orada bir bölünme var. Ama bu da hızlı bir şekilde değişiyor. Daha fazla hayvanseverde gelişen diğer hayvanlarla ilgili haklar çerçevesinde olmasa da merhamet çerçevesinde yaklaşımlar artıyor. Ama güçlü örgütler olmadığı zaman ne yazık ki siyaseti etkilemek de mümkün olmuyor. Seçim zamanı oy verirken tercihleri hayvan hakları savunucularına dair yapmak gerekiyor mesela. Yoksa bir hayvan hakları savunucusunun şu parti, bu parti gibi bir tercih yapmasından önce hayvan hakları ile ilgili nelerin gerçekleştirilebileceğine ilişkin kriterleri göz önünde bulundurması gerekiyor. Yine bir karşılaştırma üzerinden gideyim, aynı şey kadın hakları için de geçerli. Partilerde yer alıp daha fazla eşitlik ve haklar mücadelesi vermeniz gerekiyor ki bu kazanımlar artsın ve korunabilsin. Süreç biraz böyle ilerliyor. Öbür türlü birilerinin birtakım haklar ihsan etmesi sürdürülebilir olmuyor. Bugün kadın hakları konusunda da her parti içinde kadınların haklarını savunan kadınlar var, bu kazanımların artması ya da korunması için önemli.

Bir yazınızda “Sokak hayvanlarına dair çıkarılmaya çalışılan yasaya ilişkin ortaya çıkan kutuplaşma da gayet hayırlı bir kutuplaşmadır. 20 yıldır bir iktidarın değirmenine su taşıyan kutuplaşmalardan daha sahicidir,” diyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz? Varlık hiyerarşisi içerisinde insan merkezli bir yaşam tasavvurunu önceleyen bir anlayış içerisinde bunun gerçek manada bir kutuplaşma olduğunu söyleyebilir miyiz?

Şu an itibarıyla bunun dört dörtlük bir kutuplaşma olduğunu iddia edemem. Ama bu bir eylemlilik içerisinde ortaya çıktı ve insanların bir kısmı sokakta yaşayan hayvanların ortadan kaldırılmalarına dair birdenbire ortaya atılan bu yasa değişikliğine tepki gösterdi. Orada “yok edelim” diyenler ile “onların yaşam haklarını koruyalım” diyenler arasında bir kutuplaşma oldu. Bu kadar uzun bir iktidar süreci içerisinde ana muhalefet partisi bile bu kutuplaşmaların çok da doğru olmadığı ve hatta iktidarı güçlendirdiğini bir yerde idrak etti. Bu kutuplaşma Türkiye’de sadece kültür karşıtlığı üzerinden yaşanmış bir şey değildi. Sınıfsal olarak da ciddi bir karşıtlık vardı. Kendilerine cumhuriyetin gerçek sahibi diyen kesimler; alt sınıfları, özellikle göçle şehirlere gelmiş alt sınıflardan hazzetmedikleri gibi onları yüksek statülü mesleklerde görmeleri ile bu tepkileri arttı. Bu muhafazakâr sağcı iktidarın elini güçlendirdi. Türkiye bu tür sert kutuplaşmalar yaşadı. Ama bugün buna benzer konularda daha sahici bir kutuplaşma yaşanabilir. Bunlar hayırlıdır. Birlik ve beraberlik çağrıları manipülasyondur. Özellikle medyanın “hepimiz aynı gemideyiz” gibi söylemleri bunu pekiştiriyor. Havritacı faşizan zihniyetlilerle niye aynı gemide olalım ki? Hiçbir zaman toplumun üst sınıfları ile alt sınıfları aynı gemide olmuyor. Bu, “fazla sesiniz çıkmasın, size ihsan edilen şeylerle idare edin, beş parmağın beşi bir olmaz”ı pekiştirme işi. Bu arada tabii iktidar da oy deposu olarak yaslandığı alt sınıflar üzerinden kendi zenginlerini yarattı. Ve sonra itirazlar karşısında alt sınıflara “ayaklar baş olamaz” uyarısı da yaptılar. Bunlar eşitlikçilik fikrini unutturmaya yönelik. Hayvan hakları, en başta eşitlik talebini yeniden canlandıracak bir dinamiktir. Hayvanlar ile ilişkimizde bu dinamikler harekete geçecek gibi görünüyor. Eşitlik fikrini bize en fazla anlatacak, tekrar tekrar sorgulatacak bir konu olduğu kanısındayım bunun. O bakımdan bu kutuplaşma her bakımdan hayırlıdır, Susan Sontag'ın söylediği bir şey var: “Her çağ kendi maneviyatını icat eder,” diye. Bu büyüsü bozulmuş ruhsuz dünyada bunu gerçekleştirebilmek için yine hayvanlara muhtacız. Bütün bir insanlık tarihi boyunca derisinden, etinden, sütünden, emeğinden yararlanarak kurulan bu uygarlıkta; bu maneviyatı, onları hiçbir şekilde sömürmeyecek, incitmeyecek bir etik üzerinden inşa etmek durumundayız.

Meclisteki oylama ve yasa değişikliği sürecinde “hayvansever” milletvekillerinin tutumunu ve hayvan hakları savunuculuğuna politik açıdan etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu süreçte hayvanları koruma derneklerinin performansı yeterli miydi?

Yani öncelikli olarak derneklerin dağınıklık ve kendi aralarındaki rekabet hâli bir kere bu dayanışmayı sürdürmeye engel oluyor. Yapılan bazı mitinglerdeki birlikteliğin daha fazla ses getirdiği görüldü. Aslında onu güçlendirmek gerekiyordu. Bu mücadeleyi ne için veriyoruz diye sormak gerekiyor. Solda da böyledir. Birlik çağrıları yapılır ama küçük olsun bizim olsun mantığı üzerinden devam edilir. Milletvekillerinin tavrına dair ise ben daha fazla “hayır” çıkabilir diye umutluydum. Ama bazı iktidar partisi milletvekilleri oylamaya gitmemekle yetindiler, Şef’in tepkisinden mi çekindiler yoksa dayandıkları milliyetçi-muhafazakâr tabandan mı, bilemiyoruz. “Hayır” oyu veren pek olmadı. Evet oyu verenler arasında illa ki, evinde kedisi köpeği olanlar vardır, ama onlar özel mülkü tabii değerli, sokaktakiler çöp neticede. Biraz da daha önce konuştuğumuz 12 Eylül Anayasası zaten bunu yapmak istedi. Yani her partinin başında bir tane Kenan Evren oldu. Öyle bir düzenleme yaptılar ki kimse parti içinde çıkıp açıktan muhalefet edemiyor. Çünkü bütün partilerde kişinin geleceği, liderin iki dudağı arasından çıkacak söze bağlı. CHP ise parti olarak bu kararı aldı ve topyekûn “hayır” oyu verdiler. Ama benim için en büyük hayal kırıklığı DEM’in en fazla kayıp veren parti olması. Üstelik buna dair ürettikleri yok gezideymişler, yok düğün varmış v.b. bahaneler çok daha ayıp. Oysa DEM’in bu bütün yasa değişikliğine dair süreçte söylediği, beyan ettiği şeyin arkasında durması icap ederdi. Durmadı. Daha birbirine yakın bir kabul oyu çıkabilirdi en azından. Oysa CHP'li belediyelerin özellikle taşradaki büyük bir çoğunluğunun bu yasanın gerekliliğine dair farklı düşünmedikleri kanısındayım, ki icraatleri ortada. Bazı hayvanseverler ise bu meseleyi bütün hayvanların haklarından ziyade sadece köpeklerin haklarına indirgedi. Ayrıca iktidarın karşısındaki muhafazakâr kesimi de çok dışlamadan, onları bu yasaya karşı cepheye katmaya ihtiyaç vardı. Ama böyle bir baskı oluşabilir miydi bilemiyorum. Açıkçası ondan da çok emin değilim. Çünkü muhafazakâr kesimde bunun kültürel kodları, çok fazla tepki göstermeye dayalı bir refleks içermiyor. Daha çok biat etme ve iradeyi teslim etme anlayışı yaygın, Sünni geleneğe mi dayanıyor bilemiyorum.

Bu meseleyi sosyal medyada sınıfsal olarak belli bir kesimin sahiplenmesi de bu kutuplaşmayı güçlendirdi diyebilir miyiz? Onlara da “itsever” gibi belli lakaplar takıldı. Özellikle, “Süs köpeğini elinden alıp gezdiriyor, bir de kalkmış burada hayvan haklarını savunuyor” gibi argovari tartışma alanına da dönüştü. Ben de bu yasayı asla desteklemiyorum diye bir paylaşım yaptığımda kendi takipçi kitlem tarafından siyasi bir taraf olmakla suçlanarak linçlendim. Meseleyi hayvanların uyutulması, toplatılması, öldürülmesi gibi seçeneklerin dışında, yaşatmaya dayalı bir zeminde tartışmak da pek mümkün görünmüyor gibi…

Maalesef, bu itirazlar farklı bir şey bekleyemeyeceğimiz bir yerden geliyor. Özellikle medyanın manipülatif haberlerle toplumda yarattığı panik havası, söylemleri de bunu tetikliyor. Ben bildim bileli medya kırk yıldır sokak hayvanlarından şikayet ediyor. Hatta sadece sokak hayvanlarından değil mesela statlara giden alt sınıflardan da şikâyet ettiler ve statları alt sınıflardan temizlediler. Sokak hayvanlarına yönelik tepkilere de baktığımızda aynı medyayı görüyoruz. Medya aynı ama tellak değişti, zenginleşen muhafazakârlar bayrağı devraldı. Bu egzajere eden, nefret söylemi ağababalarında, mesela Hıncal Uluç’ta vardı. Siyasal İslamcı gelenekten gelen medya tetikçilerinin “ite tapar” söylemleri ile karşı tarafı aşağılaması, hayvanları tehlikeli yaratıklar olarak görmesi de bu zihniyetin bir devamı. Bu düştükleri çukuru da gösteriyor sanırım. “Avrupa sokak hayvanları meselesini böyle çözdü” argümanı da ayrı bir garabet. İşimize geldiğinde Batı karşıtı olalım, işimize geldiğinde ise sorgulamadan kabul edelim düşüncesi çok ilkesiz bir zihniyet biçimi. İşine geldiğinde “Bizim atalarımız binalara kuş yuvaları yapmıştı, ölen hayvanı için o kişiye başsağlığına gitmiş bir peygamberin ümmetiyiz,” diyeceksin, işine geldiğinde “Avrupa’da sokaklarda havyan mı var?” diyeceksin! Burada ağır bir tutarsızlık var. Bu konuda örnek alınacak bir Avrupa ülkesi de yok artık, o da eskidendi. Genelde de bu ilkesizlik yok mu zaten? Bir bakıyoruz bir gün kardeşimiz olan ülke diğer gün düşmanımız oluyor veya tam tersi oluyor.

Avrupa’daki durumla Türkiye’yi kıyasladığımızda biz hangi açıdan geri geliyoruz? Biz nerede yanlış yaptık da bu konuda sınıfta kaldık sizce?

Bu mesele Avrupa kentlerinde 18. yüzyıl sonu itibarıyla ortaya çıkıyor. Orada “sokak hayvanlarını yok edelim” meselesi sağlık ve hijyen problemi üzerinden başlıyor. Bizde ise sokak hayvanları meselesinin bir sorun hâline gelmesi 19. yüzyıl itibarıyla başlıyor. Batı’dan etkilenme var tabii ki. Biz iki yüz elli yıldır “şunu alalım, bunu almayalım” diyerek Batılılaşmaya çalışıyoruz. Yani bunda da yüz yıllık bir zaman farkı var. Sokak köpeklerini toplayıp Hayırsızada’ya gönderen ilk isim Osmanlı’nın modernleşmeci padişahlarından II. Mahmud. Ama halktan yükselen “köpeklere eziyet etmek uğursuzluk getirir” tepkileri yüzünden karardan vazgeçilmiş ve sağ kalan köpekler adadan tekrar alınıp şehrin sokaklarına bırakılmış. 1910 yılında iktidarda olan İttihat ve Terakki Partisi’nin Belediye Başkanı Suphi Bey ise şehri köpeklerden kurtarmak için 60-70 bin sokak köpeğini Hayırsızada’ya attırıyor. Köpekler açlık ve susuzluktan birbirlerini parçalayarak ölüyor. Suphi Bey’in ardından Belediye Başkanlığı’na Cemil Topuzlu gelir. Cemil Topuzlu da geri kalanları yavaş yavaş zehirleyip yok ettirdim diye anlatır anılarında. Tabii, sorun çözülmüyor. Cumhuriyet'in ilk dönemleri itibarıyla da yok etmeler devam ediyor. Sonrasında 12 Eylül'le beraber darbecilerin atadığı bir general yine köpekleri yok ettiriyor. Burada Avrupa’nın devam eden süreciyle Türkiye arasında zaman farkı ile birlikte benzerlikler var. Bir İngiliz tarihçinin Paris’te bu meselenin nasıl halledilmeye çalışıldığı ile ilgili bir yazısını önereyim.[1] Bizdeki bu sorunun başlangıcının şöyle bir tarafı var. Şikayetçi olanlar Batılı sefarethanelerdekiler. Köpeklerin böyle serbest dolaşıyor olması onları rahatsız ediyor. Birkaç ısırma vakası falan filan da oluyor. Şikayet ediyorlar ama öldüremiyorlar. Kayıkçılara veriyorlar, götürüp boğazın karşı yakasına bıraktırıyorlar. Şimdi bu ilk dönem itibarıyla bakıldığında o dönemin İstanbul'u küçük semtlerden oluşuyor. Ve genellikle insanlar inançları gereği sokaktaki hayvanlara zarar vermiyorlar. İnsanlar pek sorun olarak da görmüyorlar. Fakat şehir çeperine doğru genişledikçe köyler şehrin içine girmeye başlıyor. Ve bütün köylerde de bağı bahçeyi bekleyen köpek vardır. Şehrin köpek sorunu böyle büyüyor.

Zamanla modern hayat ile birlikte monden kesimlerin köpek edinmeye başlaması ve sonra bıkıp veya bakamayıp onları atması “sorun”un başka bir kaynağını gözler önüne seriyor. 1980’ler sonrası özellikle de neoliberal dalgayla beraber Turgut Özal’ın orta direk diye ifade ettiği, küçük burjuvazi büyüdükçe bu tüketim daha fazla artmaya başladı. Haliyle daha fazla hayvan tüketilip çöp hâline getirilip sokaklara atılır oldu.

Kısırlaştırma ise çok geç bir tarihte başladı. Ayrıca kısırlaştırma hayvan hakları savunucularının bile iddia ettiği gibi bir çözüm değil. Bunun rahatlıkla dillendirilir olması da tuhaf, bir kere hayvanın vücut bütünlüğüne bir müdahaledir. Evinizi su basmış, vanayı kapatmak yerine kovayla suyu boşaltmaya çalışıyorsunuz. Su baskını hayvanların tüketim nesnesi olmaları. Öncelikle bunun üretimini, satışını engellemek gerekiyor. Bu konuda çok ciddi yasaklar şart. Çiftlikler, internet satışları, pet mağazaları engellenebilir. İnsanlar evine eşya alır gibi kedi-köpek seçiyor. Ama ticaret özgürlüğüne dokunma niyetleri yok, bu yok etme zihniyeti mensuplarının. İnsana tanınan bu keyfiyeti sorgulayalım, yani niye satılsın ve niye alınsın bu hayvanlar? Bu konuda Avrupa’yı örnek alacaksak başka yönlerine bakalım. Uyutma diye tabir edilen öldürme Avrupa’da azalmış durumda. Bazı ülkelerde katı kurallar var: köpek almak isteyenlerin psikolojik testlerden geçirildiği İsviçre örneğin, ya da bakacağın yere ve mekâna göre izin verilen yerler, köpeği eve kapatıp gezdirmediğinde ceza alacağın ülkeler var. Aldığınız köpeklerin, kedilerin kayıtları var; çipleniyorlar. Kayda girdikleri için kontrol ediliyor tabii ancak yine de sokağa atanlar mutlaka vardır. Ayrıca bakamayıp, götürüp barınaklara bırakanlar da var. Yani hayvan hakları açısından bakıldığında ideal yerler değil. Köpeklerin, kedilerin makus talihi ne yazık ki değişmiyor.

Bu arada tabii şunu da ekleyeyim. Ne yazık ki hayvanseverlerin hatta hayvan hakları savunucularının bir kısmı “hayvansız sokak istemiyoruz” diye sloganlaştırdılar. Hayır, bu sokaklarda hayvan da olmaz insan da olmaz bence. Tamamen otomobillerin hâkim olduğu bir kentte insanlar dahi yolda yürüyemiyorken hayvanların bu sokaklarda yaşaması mümkün mü? Sokaklar hayvanların doğal yaşam alanları değildir, sokağa terk edildikleri için oradalar. Sokakların ne kadar güvenli olduğu ortada. Sokakta gezen psikopatların muhatabı sadece insanlar değil. Özellikle kent çeperlerinde sokaklarda hayvanlara uygulanan şiddet hiç de azımsanacak gibi değil. Böyle bir cehennemin içinde yaşamaya çalışıyor hayvanlar. Ancak şu demek değil, barınak adı verilen toplama kamplarına tıkıştırılsınlar, ya da dağa taşa atılsınlar. Sokağa altılmalarının engellenmesinden bahsediyorum, yoksa şu an sokaklarda yaşam mücadelesi verenlerin beslenme, barınma ve sağlık sorunları en iyisi yapılarak yaşam haklarına saygı gösterilsin. Bugün sokakların kadınlar, çocuklar ve hatta mülteciler için ne kadar güvenli olduğunu görebiliyoruz. Tabii tüm bunlar birbirine bağlı elbet. Burada şiddetin büyüğüne küçüğüne değil birbirine bağlı olarak devam ettiğine odaklanmak gerekiyor. Şiddetin bizatihi kendisiyle ilgili çok ciddi bir toplumsal çürüme yaşıyoruz. Bugün insana şiddet uygulandığında dahi bir ceza almayacağını bilen şiddete eğilimli kişilerin artışı ile şiddet yayılıyor. Hukukun olmadığı, işlemediği, yetmediği bir yerde hukuka olan güvensizlik de bu sorunları katlıyor. Hukuk kişilerin hukuku olduğunda, cezasızlık da suça göre değil suçu kimin işlediğine göre işleyen bir sistem ortaya çıkarıyor. Bu getirdikleri yasayı bile o kadar elastiki yaptılar ki her belediye istediği gibi davranabiliyor. Biz bu durumda hukuk sisteminden adil davranmasını nasıl bekleyebiliriz?!

Avusturalya’daki koala, deve örneği ve uygulanan politikalar; Akdeniz’de biyoçeşitlilik kaybına yol açan zehirli balon balıkları gibi “istilacı türler”in ekosistemler üzerindeki yıkıcı etkileri göz önüne alındığında, bu türlerin kontrol edilmesi ekolojik dengeyi korumak adına zorunlu hâle geliyor. Polonya Bilimler Akademisi, "istilacı yabancı türler" veri tabanına, kuşlara ve diğer memelilere verdikleri zarar gerekçesiyle kedilerin de eklendiğini açıkladı. Hayvanseverler ise “İnsan, istilacı olmayan türler listesinde mi?” diyerek bu karara tepki gösterdi. Bu örneklere baktığımızda bu müdahalelerin etik sınırları nasıl belirlenmeli konusunda yine insana dönüyoruz. Neler söylemek istersiniz?

Yani bu istilacı tür tanımı bir kere zaten insan merkezli bakış açısından kaynaklanıyor. Kimi zaman deniz ticareti yoluyla canlılar yer değiştiriyor ve çoğalıyor. Gittikleri bölgelerdeki diğer türleri tehdit ediyor. Bugün dünya deniz ticaret trafiğini gösteren birtakım haritalar var. Bu haritalarda görüyoruz ki denizlerde otoban gibi ciddi bir trafik akışı var. Hal böyle olunca bu trafikle beraber istilacı olarak tabir edilen türler bir şekilde gemilere yapışarak yer değiştirebiliyor mesela. İstilacı türler meselesi insan faaliyetleri göz önünde bulundurulmaksızın tarif edilecek bir şey değil. Örneğin, İstanbul’da 3. köprü ve havaalanı inşasından sonra oradaki yaban hayvanları ya başka yerlere kaçmaya çalıştılar ya da öldüler. Burada insan faaliyetinin sorgulanması istilacı türlerin sebep ve sonuçlarını anlamak açısından oldukça önemli. Küresel ticaret tabii ki bu faaliyet, mesela gıdalar... Örneğin bilmem nereden gelen ithal muz yemek veya Brezilya cevizi yemek zorunda değiliz. Her şeyi yemek zorunda mıyız ayrıca? Bu küresel ticaret ile taşınan ticari mallar değil sadece, aynı zamanda, hastalıklar ve bu yolla yer değiştiren canlı türleri de taşıyor. Düşünebiliyor musunuz, dışarıdan gemilerde tıkış tıkış pisliklerin içerisinde bin bir eziyetle kıtalar arası yolculukla danalar getirildi. Neden? Vatandaş daha ucuza kurban kessin ya da et yesin diye. Böyle bir şey olabilir mi? Biz o danayı yiyelim, o muzu da yiyelim ama çevre kirliliği ve karbon ayak izinden de şikayet edelim. Kendi eylemlerimizle ilgili hiçbir sorumluluk almayalım, soru sormayalım. Yani şimdi bütün bunlarda insanın sorumsuzluğu yok mu? Yeşil hareketin içerisinde de birileri, “Çöp mü ayıracağız, sorun kapitalizm,” deyip çıkmışlardı işin içinden. Elbette bu mesele kapitalizme bağlı, ama sadece tüketim için yaşayan insan türü bunun neresinde? İnsanın hiç sorumluluğu yok mu? E, o zaman hepimiz oturup kapitalizmin yıkılmasını bekleyelim. Zaten sol 150 yıldır kriz teorileri ile kapitalizmin yıkılmasını bekliyor. Biz “Kapitalizm ha yıkıldı ha yıkılacak” dedikçe o daha da güçlenerek ilerliyor.

İstilacı türde de öncelikle insan faaliyetlerine dair sorularımızın olması gerekiyor. Bunlar ihtiyaç mıdır? Günümüz dünyası sadece tüketim için yaşayan, hayatı sadece böyle anlamlandıran küçük burjuvazi egemenliğini yaşıyor; siyasi rejimleri belirler durumdalar. Küçük burjuvazi de kendi küçük çıkarları dışında bir şeyi düşünmemiştir tarih boyunca. Ama bir derdi olan, kendini sorumlu hisseden insanların bu faaliyetleri sorgulaması gerekiyor. Kapitalizm için endişe edici tek şey; büyümenin, metalaşma sürecinin durmasıdır. Çünkü bu hareketlilik durursa kapitalizm için asıl kriz o zaman olacak. Yani metalaşmayı tüm kılcal damarlara kadar sokmuş bir kapitalizm hayatta kalabiliyor. Bu da görünmez kılınmış bir canavara dönüşüyor.

Kurban ibadetinin zamanla Türkiye’deki dini ve toplumsal kutuplaşmaların bir sembolü hâline gelmesiyle birlikte, "kurbiyyet" yani Allah’a yakınlaşma amacı yerine "kan akıtma" ritüeline indirgenmesi, ayrıca çeşitli dernek ve cemaatlerin bu süreçte kurban piyasası oluşturarak rant elde etmeleri, kurbanın asıl anlamından koparak sosyo-ekonomik eşitsizlikleri yeniden üreten bir güç gösterisine dönüşmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Birincisi, özellikle son dönem itibarıyla gördüğümüz pratiklerden hareketle bunun İslam’la ilişkilendirilmesi bana doğru gelmiyor. Uzun zamandır süren tartışmalar içerisinde bir vakitler “kurban olarak tavuk da kesilir” gibi bu işi sulandıranlar bir kesimi daha tepkisel hâle getirdiler. Bunun sonucunda da özellikle şehirlere göç etmiş, aşağılanan, hor görülen kesimler; üst sınıflara yöneltemediği tepkiyi hayvanlara yöneltmeye başladı. Bir dönem ana haberlerde çokça görmeye alışık olduğumuz, “Her kurban olduğu gibi bu Kurban Bayramı’nda da bütün yollar, otobanlar kan göllerine döndü” söylemleri bu tepkiselliğin bir uzantısı olarak devam etti. “E tamam da, siz kasaptan gidip et aldığınızda bu et nereden geliyor” karşı çıkışları da bunun cabası. Bu türden kutuplaşmalar daha fazla tepkiye de yol açtı. Çok az kişi, “bunun İslam'la öyle doğrudan bir ilişkisi yok” dedi. (Hüseyin Hatemi, İhsan Eliaçık, Yaşar Nuri Öztürk v.d.) “İslam’da kurban ibadeti yok” iddialarını da çok doğru bulmuyorum. Şimdi asıl bu geldiğimiz nokta itibarıyla “Bu İslam'ın olmazsa olmaz alameti farikası mıdır?” diye sormak lazım! Yani bu kadar külliyat var. Şimdi dinî düşünce içinden konuşmam haddimi aşar ama kurban kesmek farz mıdır, sünnet midir gibi ciltler dolusu fıkhi tartışmalar var. Bu tartışmalara girip uzatmayalım. Birincisi bu konu İslam'ın şartları veya imanın şartları içerisinde geçiyor mu? Kurban kesmeyene dair Kur’an’da bir cezalandırma söz konusu mu? İslam’ın ilk dönemlerinde hayvan hakları yok tabii ki ancak merhamet duygusu üzerinden hayvanlarla kurulan bir ilişki var. Oysa günümüzde dinin hiçbir emrini yerine getirmeden kurban kesmek bir tuhaflık değil mi? İki, uluslararası market zincirleriyle ortak hisseyle kurban kesmek türünden bir takım, bu ibadetin manasının kaybolduğu eylemler var. Bir dini ritüelin bu denli karikatürize hâle gelmesi rahatsız etmiyorsa hangi ibadetten bahsedebiliriz? Ali Şeriati’nin kurbana dair yazdığı zamanlar bunlar yoktu sanırım, görse ne yazardı acaba? Sen istediğin kadar “Köylünün yetiştirdiği kurbanı aldım, kestim” falan filan de. Demen bir şey ifade etmiyor çünkü bunun bütününde neye tekabül ettiği önemli. Şimdi burada bu ritüelde bu kadar ısrarlı ve iddialı nasıl olunabilir? Ya da Cumhuriyet dönemine bakalım, Cumhuriyet yönetici elitinin ibadetlerle ilgili dertleri olmuş ama kurban meselesi ile olmamış. Türk Hava Kurumu'na toplama hikâyesi ta o dönemde başlıyor. Yani bunun bu kadar İslam ile ilişkilendirilmesine bizatihi Müslümanların karşı çıkması gerekiyor sanki. Ayrıca kurban piyasasında çok büyük bir rant var. Hadi hiçbir yere bakmıyorsunuz, sabah akşam tekrarladığınız FETÖ iddianamelerine bakın bari. 15 asra damga vurmuş bir dini anlatırken bu yönünü mü anlatacaksınız? Tek tanrılı dinlerin öncesinde de kurban geleneği var. Pagan inançlarda insan kurban etme bile var. Ama asıl olarak başta konuştuğumuz değişime bakmamızda fayda var. Çünkü hiçbir gelenek yeniden üretilemiyor, kaybolup gidiyor. Geriye içi boşalmış, manasını yitirmiş bir tortu kalıyor. Bu konuya bizatihi dini hareket içerisinde güçlü bir tepki gelmesi beklenirdi ama beyhude. Değişen dünyaya dair yeni yorumlar gerekiyor. Kurbanın öyle miydi, böyle miydi tartışmasından ziyade hayvanların çağımızda nasıl endüstriyel bir metalaştırma ile nasıl ağır bir zulme maruz kaldıklarına tepki göstermek gerekiyor. Bunu yapmak daha fazla sevap kazandırır mı bilemiyorum.

Hayvanların Aynasında İnsan isimli bir blog sayfanız var. Aynı zamanda Birikim Dergisi’nde yazarlık ve editörlük yapıyorsunuz. Hayvan çalışmaları konusunda da oldukça aktif bir isimsiniz, hatta İletişim Yayınları’ndan çıkan birçok eserin editörleri arasındasınız. Blog sayfanızda dikkatimi çeken bir çalışma olan Türcü Sözlük ile hayvanları aşağılamakta kullanılan deyim ve atasözlerinin altını çiziyorsunuz. Bu çalışma fikri nasıl ortaya çıktı ve dildeki türcülüğün toplumsal düzeydeki etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türcü Sözlük şöyle doğdu, çevremde sürekli hayvanlar ile ilgili hakaretler duya duya ve bunları düzelte düzelte bu sözlük fikri doğdu. Bu hayvanseverlerde de var. Mesela tepki gösterdiklerine “asıl hayvan bunlar” gibi ifadeler kullanılıyor. Hareket noktam, bunları sürekli düzeltmektense bari bir sözlük yapayım fikrinden doğdu. Dil, o kadar edilgen bir yapı değil. Dilin bizatihi kendisi de türcü ve cinsiyetçi söylemi güçlendiriyor ve doğallaştırıyor. Ben kadınların küfrettiğini görünce bu işten kurtulmanın yolu bu da olabilir diye düşünmüştüm. Fakat bu o cinsiyetçi ideolojiyi dönüştürmüyor. Eh deforme oluyor belki ama kadın da küfrederken aynı cinsiyetçi söylem yeniden üretiliyor belki. Türcü küfürler de böyle. Yazma çabası içerisinde bir şeylerin değişiyor olduğunu zaman içinde görebiliyorsan o karınca kararınca bir çabaların anlamı var diye düşünüyorsun. Burada kişilerin görünmesinden ziyade fikirlerin görünmesi beni daha mutlu ediyor. Artık türcü ifadelerin eskiye nazaran daha azaldığını söyleyebiliriz sanki. Burada özeleştiri de yapmak isterim. Ben de zaman zaman epeyce küfrediyorum ancak cinsiyetçi olmayan küfür de bulamıyorum, alışkanlık belki. Doğrusu bahane üretmeyip etmemek gerekiyor tabii ki.

Blog sayfanızda Hayvanlar ve Haklarına Dair Bir Bibliyografya Denemesi başlıklı bir çalışmanız var. Bu çalışma kitap, roman, öykü, şiir, tez, makale şeklinde farklı başlıklar altında hazırlanmış bir içeriğe sahip. Bibliyografya çalışmasını oluştururken hayvan haklarına dair eserleri seçme sürecinizde nasıl bir yöntem izlediniz ve bu derlemeyi oluştururken hangi temel ölçütleri göz önünde bulundurdunuz? Ve elbette okurlarımızın da istifade edebilmesi adına hazırlamış olduğunuz kitap seçkisinden önemli gördüğünüz on çalışmayı sorsak “mutlaka okunmalı” dedikleriniz hangileri olurdu?

Fikrî mücadelenin kültürümüzde pek önemsenmediği malum, hele sosyal medyanın etkisiyle okuma kültürünün yok olmaya doğru gittiği günümüzde bu daha da yaygınlaştı. Oysa bütün değişimler bir fikre dayalı olarak başlıyor. Bir arkadaşım kaynak sorunca başlamıştım bibliyografyaya, çevirilerin ve telif eserlerin bu kadar çoğaldığını görünce seviniyorum. Hayvan haklarının bu alanda fikrî bir etkinlik kurması gerekiyor. “Nerede hareket orada bereket, asıl olan pratiktir” türü işlerden geriye pek bir şey kalmadı. Ömrünü kapitalizmi anlamaya ve anlatmaya vakfetmiş bir adamın “filozoflar şimdiye kadar dünyayı yorumlamaya çalıştılar, aslolan onu değiştirmektir” ifadesinden fikirlerin önemsizliğini çıkarıp vulgarize etmek de bizatihi onun düşüncelerine saygısızlık olsa gerek.

Bu konuyla ilgilenenlerin hepsini okuması daha önereceğim bir şey olur, ama illaki böyle bir liste yapacaksak:

Modern hayvan hakları düşüncesinin gelişimindeki rolleri itibarıyla, Gary Francione, Tom Regan ve Peter Singer’ın kitaplarının okunması gerekir. (Bu düşünürler arasında tartışmalar ve görüş farkları var ama bunları okuyarak bu tartışmalara girmek icap eder, bizdeki yaygın davranış ile mürit olarak değil. Bu düşünürlerden fraksiyon icat etmek de bu ülkede çok şaşılacak bir şey değil. Vakti zamanında şimdi kimsenin hatırlamadığı Enver Hoca’dan yola çıkan birbiriyle anlaşamayan 6-7 tane fraksiyon çıkarmış bir ülkeyiz neticede.)

Bir başlangıç, el kitabı olarak Derek Ryan’ın Hayvan Kuramı’nı listeye eklemek lazım. Carol Adams’ın feminist hareket içerisinde yer alan biri olarak kitapları çok önemli. Frank de Waal’i de öneriyorum, hayvanlara dair cahiliye döneminden kalma ezberleri sarstığı için. Jonathan Safran Foer, Hayvan Yemek ve Jeffrey Moussaieff Masson’ın Tabağındaki Yüz, Gıda Hakkında Gerçekler hayvancılık endüstrisinin ne menem bir şey olduğuna dair çarpıcı kitaplardır. Rahmetli İsmet Sungurbey’in öncü bir isim olması itibarıyla Hayvan Hakları kitabını da ekleyeceğim. Yine tarihimize dair yakınlarda çıkan Ömer Obuz’un Hayvan Katliamları’nı sayayım. Devam edersem yayınlanan tüm kitapları sayacağım sanırım. Dediğim gibi temel, başlangıç, tarih diye ayırmaya çalıştım ama hayvan haklarını savunan çeviri, telif hepsi kıymetli ve okunması icap eder.

(97. Sayı)

[1] https://hayvanlarinaynasinda.wordpress.com/2024/02/26/sokak-kopekleri-ve-modern-parisin-kurulusu/

Follow