Prof. Dr. Süleyman Doğan ile Mehmet Âkif Üzerine Söyleşi

Söyleşen: Hatice İ. Erdem

 

1. Âkif, ümitsizlik üzerinde neden bu kadar durur?

Mehmet Akif’in doğumundan üç yıl sonra Sultan II. Abdülhamit tahta çıkmıştır. Çocukluk, gençlik ve hatta yetişkinlik çağı hep Sultan Abdülhamit’in padişah olduğu döneme rastlar. Osmanlı’nın en zor zamanlarıdır. Bir taraftan Batılı emperyalist devletler, diğer taraftan Arap Yarımadası’ndaki karışıklıklar ve kuzeyden Rusya’nın baskısı Devleti Ali Osmanlı’yı zor durumda bırakmıştır. Sultan II. Abdülhamit, Payitaht İstanbul’da sıkı önlemler almış ve bu durum aydınların yer yer sert eleştirilerine neden olmuştur. Bu eleştiriyi yapanlardan biri de Âkif’tir. Ancak Âkif’in bu eleştirilerini ikinci Abdülhamit tahttan indirildikten sonra şiirlerinde dile getirir. İşte böylesine zor ve sıkıntılı dönemde yaşadığı için halkın ve kendisinin ümitli olması gerektiğini telkin için ümitsizlik üzerinde sık sık durur. Ümitsizliği yazdığı Kur’an tefsirinde şöyle dile getirmiştir: “İnsanımızın bir kısmı (…) ellerini kollarını bağlamış, her türlü muvaffâkiyetten ümidini kesmiş, hissiz, hareketsiz; en yaman, en acıklı akıbetleri bekleyip duruyor. Zaten yeis bundan başka bir netice vermez ki! Dikkat olunursa me’yus olmak demek atalete, meskenete meşru bir şekil vermek demektir. Ruha yeis denilen o mel’un hastalık çöktü mü artık vücutta hareket imkânı, sa’y imkânı, mücahede imkânı kalmaz. Evvelâ azim ile, sonra tevekkül ile memur olan Müslümanlar için yeis dediğimiz o mühlik âfete kapılmak maazallah hem dinin, hem dünyanın elden gitmesine badi olur ki böyle bir akıbete hüsran-ı mübîn derler.” Görüldüğü gibi şartlar Âkif’i ümitsizliğe itse de o bu olumsuz durumdan ümit çıkartmış bir düşünürdür.

 

2. Âkif’e göre içinde bulunduğu toplumdaki ümitsizliğin nedenleri nedir?

Âkif’in birey, toplumlar ve hatta milletler için felâketlerin en büyüğü olarak gördüğü “ümitsizlik”ten kurtulmaya yönelik iki çözüm önerisi vardır: Birincisi; insana ve onun iradesine bakan dünyevî taraf ki çalışmak, irade, kararlılık, sabır ve metanet gibi hususları içine alır. İkincisi ise uhrevî (dinî) boyuttur ki Allah’a iman edip güvenme ve tevekkül gibi hususları kapsar. Âkif, insanın gayret ve çalışma ile bu dünyadaki pek çok güçlüğü ve engeli aşabileceğine inanır. Ne var ki insan iradesine önem veren Âkif, çalışmanın ve kararlılıkla mücadele etmenin çok önemli olduğunu ancak yeterli olmadığını, ümitsizliğe düşmemek ve başarıya ulaşmak için sebeplerin tükendiği yerde Allah’ın yardımının da gerekli olduğunu düşünür. Şairin bu tespitlerinin doğruluğuna katılmamak mümkün değildir.

Hayatımızda istediğimiz şeylere ulaşabilmek için bizlere verilen iki tür kuvvetten bahsetmek mümkündür: bedendeki ve ruhtaki kuvvetler. Âkif’in çok önem verdiği “azim”, bu iki kuvvetin kaynağı mahiyetindedir. Bu kaynak da iradeyi isteğimiz doğrultusunda kullanmak, gayemize ulaşmak için ümit dolu bir kalple sonucu beklemek, ruhumuzu da sabır ve tahammül gücüyle eğitmek prensipleriyle beslenmektedir. Allah’a güvenmek, yeise düşmemek ve şeytanın vesveselerine aldanmamak, inanan insanların edinmesi gereken ahlâkî ilkelerdendir. “Allah’a iman ve manevî olarak kuvvetlenme”, azmin çalışmaya yönlendirilmesinde ve ideale ulaşmak, gayeye erişmek üzere hırsla çalışmada en büyük etkendir. İman, insanın kalbini istemeye açar; tehdide, sıkıntılara ve musibetlere karşı koymada insana yardımcı olur.

Âkif, ümitsizliğe karşı yine en önemli önerisini de Safahat’daki şu beyitte dile getirir:

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol…

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.”

 

3. Mehmet Âkif’in Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı’na girildiği yıllarda Osmanlı Devleti’ni “hasta adam” metaforu üzerinden tanımlamasının nedeni nedir? Âkif’e göre bu hastalığın belirtileri nelerdir?

Mehmet Âkif’in gençlik yıllarında büyük felaket olarak Bulgarlar Edirne’ye kadar gelmişlerdir. Büyük katliamlar yapılmış ve Balkanlar elden çıkmıştır. Mehmet Âkif’in baba ocağı Arnavutluk’ta Osmanlı topraklarından bölünmüştür. Mehmet Âkif Ersoy’un Osmanlı Devleti’nin müteselsil savaşlara sahne olan son on yıllık devresinde savaş propagandası ve savaş edebiyatı istikametinde önemli faaliyetleri vardır. Buna göre Balkan Harbi’nde baba yurdunu kaybeden ve Balkan Müslümanlarının yaşadığı mezalim karşısında müteessir olan şair, bir taraftan Balkan trajedisini şiirleriyle aksettirmekte, öte taraftan da İstanbul’un camilerinde vaazlar vererek kamuoyunu Balkan felâketi karşısında birleştirmeye çalışmaktadır.

Balkan Harbi’nin yaraları sarılmadan girişilen Birinci Dünya Savaşı’nda ise Mehmet Âkif, ilk olarak millî bir görev telâkki ettiği Prusya çağrısına cevaben Berlin mücavirinde İtilâf Devletleri’nden esir alınan Müslüman askerlerin yerleştirildiği üsera kamplarına gider ve Batı Cephesi’nde bulunur. Bilâhare Arabistan’a uzanan meşakkatli vazifeleri kabul ederek potansiyel isyanlara karşı Arabistan Yarımadası Müslümanlarına itidal çağrısı yapar. Ayrıca Büyük Savaş esnasında kamuoyunu elden geldiğince şiirleriyle düşmana karşı mücadelede birleşmeye davet eder. Birinci Dünya Savaşı’nın bitişinde toplumun sürüklendiği karamsar ruh hâlinin aşılmasında yine Mehmet Âkif ’in çaba sarf ettiği görülür. Zira Millî Mücadele’nin başlamasıyla içtimaî hassasiyeti yüksek münevverler önemli vazifeler ifa edecektir.

Mehmet Âkif; Millî Mücadele’de karşımıza bir vaiz, mürşit, şair, mücadele adamı ve mebus olarak çıkmaktadır. Kendisini bütün enerjisiyle Millî Mücadele’ye veren Âkif; Anadolu’nun muhtelif mahallerinde vaazlar verecek, başmuharriri olduğu Sebilürreşad mecmuası ile Millî Mücadele lehine neşriyatta bulunacak ve şiirleriyle de şecaat aşılayacaktır. Onun Millî Mücadele esnasındaki gayretlerinin ne denli kıymetli olduğu bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Mehmet Âkif, mezkûr savaşlar esnasında adeta vaazlarıyla düşmana karşı durmaktadır. Bu minvalde muazzam bir gayretle memleketinin istiklâli için gayret gösteren Mehmet Âkif ’in şiirleri ve vaazları büyük bir mücadelenin örneklerindendir.

Âkif, Müslümanların geri kalmalarının nedenini İslam’da değil bilakis İslam’dan uzaklaşmada bulmaktadır. Âkif’e göre Osmanlı’nın içine düştüğü ve Batılıların “Hasta Adam” olarak nitelendirdiği asıl felaket, Kur’an-ı Kerim’den ve sahih İslam kaynaklarından uzaklaşıldığı içindir. Âkif, Müslümanların İslam’ın bağrına geri dönmeleri için şu çağrıda bulunur:

“Eğer çiğnenmemek isterlerse seylab-ı eyyama

Rücu etsinler artık Müslümanlar sadr-ı İslam’a”

Sırat-ı Müstakim dergisinde yayınlanan şiirlerinde ve yazılarında Âkif, Osmanlı’nın zor yıllarında İslam’ın tek çare olduğunu düşünerek kalemine sarıldı ve mücadelesini yaptı. Bu mücadeleyi şu satırlar ifade eder:

“Müslümanlık sizi gayet sıkı, gayet sağlam,

Bağlamak lazım iken, anlamadım, anlayamam,

Ayrılık hissi nasıl girdi beyninize?

Birbirinden müteferrik bu kadar akvamı,

Temelinden yıkacak zelzele, kavmiyettir.

Bunu bir lahza unutmak edebi haybettir…”

Kur’an’ı şiirlerinde asıl kaynağı hâline getiren Âkif, şahsi hayatında Kur’an merkezli bir hayatı önerir ve çağın problemlerine Kur’an-i Kerim’e sarılarak çözümler bulmaya çalışır. Ona göre Kur’an-ı Kerim insanlara en yüce değerleri, yardımlaşmayı, çalışmaya ve ilme yönelmeyi emreder. Hakkın Sesleri isimli şiirinde şairimiz Kur’an ayetlerine ve peygamberimizin hadislerine dayanarak görüşlerini temellendirir ve şöyle seslenir:

“Kitab’ı, sünneti, icma’ı kaldırıp attık,

Havassı maskara yaptık, avamı aldattık.

Yıkıp şeriatı, bambaşka bir bina kurduk,

Nebi’ye atf ile binlerce herze uydurduk!”

Âkif’in yaşadığı dönemde toplum, bugün de olduğu gibi birtakım hurafe ve bidatlere bulaşmıştır. Âkif böyle bir ortamda çözümü, Kur’an-ı Kerim’e ve sahih kaynaklara eğilmekte bulur ve bunu şöyle ifade eder:

“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı…”

 

4. Mehmet Âkif, şirk ve küfür ile denk tuttuğu ve toplumların ölümüne sebep olan yeis illetinden kurtulmak için ne gibi çözüm önerileri sunmaktadır?

Sorunuzu cevap vermeden bir çalışmadan söz etmek istiyorum. Mehmet Âkif’e Göre Müslümanlardaki Ümitsizlik İlleti (SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi
Aralık 2009, Sayı:20, ss.121-134.) başlıklı yazısında meslektaşım Ramazan Gülendam, meseleyi iyi ve güzel bir şekilde araştırıp kaleme almıştır. Bu söyleşide onun yazısında yer yer alıntılar yaptım.

Mülhitlerin (dinsizlerin) ümitsizliğe düşebileceğini söyleyen Âkif, Yeis Yok! isimli ünlü şiirinde, Müslümanların gayesiz, emelsiz yaşamalarının mümkün olmadığını, ancak dinsiz olanların gayesiz yaşayabileceğini ifade eder:

“Ey Hakk’a taparken şaşıran kalb-i muvahhid!

Bir sîne emelsiz yaşar ancak, o da: Mülhid.”

Âkif, ümitsizliğin ne derece tehlikeli bir durum olduğunu ve ne gibi olumsuz sonuçlara yol açtığını göstermek için yeis ile ilgili şu benzetmeleri yapar:

Yeis, alçaklıkta küfür ve şirke denktir, hatta şirkten daha kötü ve daha çirkin bir günahtır:

“Mâdâm ki alçaklığı bir, ye’s ile şirkin

Mâdâm ki ondan daha mel’un, daha çirkin

Bir seyyie yoktur sana; ey unsur-i îmân,”

Yeis, içine düşen insanı boğan bir bataklıktır:

“Ye’s öyle bataktır ki: Düşersen boğulursun.


Ümmîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!”

“Ye’sin sonu yoktur, ona bir kerre düşersen

Hüsrâna düşersin, çıkamazsın ebediyyen!”

Yeis, yüzü hiç gülmeyen korkunç bir cânidir:

“En korkulu cânî gibi ye’sin yüzü gülmez.”

Yeis, uluyan bir canavardır:


“Tek sen uluyan ye’si gebert, azmi uyandır.”

Yeis, bulanık ruhlu veya girdiği ruhları bulandıran uğursuz bir varlıktır:

“Yurdun ezeli yasçısı baykuş gibi herkes


Ye’sin bulanık ruhunu zerk etmeye baktı;”

Yeis, ruhları uyuşturan bir aşıdır. Ruhları uyuşturan ümitsizlik, insanı yaşarken öldüren bir illettir. Bu nedenle Âkif, ümitsiz insanları sürekli olarak ölüye benzetir. Ağına düşürüp uyuşturduğu insanların uyanmasına ve ayağa kalkmasına imkân vermeyip milletlerin felâketine sebep olur:

“Mel’un aşı bir nesli uyuşturdu, bıraktı!”

Yeis, insanın ruhunu, vicdanını, kalbini ve zihnini bağlayan; kısacası insanın tüm hassalarını dumura uğratan, çözülmesi güç bir lanetli düğümdür:

“Me’yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar,


Lânetleme bir ukde-i hâtır ki: Çözülmez...”

 

5. Âkif’in, art arda gelen savaşların yol açtığı yıkımlar ve bu atmosferin halkta oluşturduğu olumsuz tesir sebebiyle zaman zaman karamsar şiirler yazdığını da görüyoruz. Özellikle 1918’de Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’nı kaybetmesinden sonraki Şark ve Umar Mıydın? gibi şiirlerinde bu karamsarlığın izlerini görüyoruz. Ancak hemen arkasından ümitsizliğe lanet okuyan Yeis Yok! (1919) manzumesi ile tekrar ümitvar bir Âkif’le karşılaşıyoruz. Sizce Âkif’in bu güçlü iradesinin arkasındaki motivasyon nedir? Bu manada onun beslendiği kaynaklar nelerdir?

Merhum Âkif, yeisin, hem dünyada hem de ahirette insanları hüsrana uğratacak bir âfet olduğunu belirtir. Âkif’in beslendiği kaynak hiç şüphesiz Kur’an-ı Kerim’dir. Kerim kitabımızdır. Diğer yandan Âkif’in sapasağlam inancı ve imanıdır. Kurtuluşun Allah’a dayanmakta olduğunu söyler. Bundan başka yol olmadığını ifade eder:

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol...


Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.”

Mehmet Âkif, referansı öncelikle ayet ve hadis olan bir şiir anlayışının temsilcisidir. Millî edebiyat duyarlığıyla kalem oynatmış, şairliğini kartvizit olarak değil örtü olarak kullanmış, toplumun var veya yok olma savaşını şairlikten önde tutmuş ve batmakta olan bir toplumu kurtarmanın çığlığı, sesi, öfkesi, yalvarışı ve direnişi olmuştur. Şiiri kutsallara bağlılığın ifade aracı olarak görmüş, içinde yaşadığı ve vicdanı olmayı tercih ettiği toplumun hastalıklarına tanı koyma ve tedavi önerme amacıyla şiir yazmıştır. Âkif, Şiir Nasıl Olmalı? adlı yazısında, şairlerin toplum hayatındaki yerinden ve öneminden bahseder. Âkif’e göre din namına, ahlâk namına, Allah korkusu namına kalbinde hiçbir şey taşımayan; zulme, haksızlığa karşı bütün samimiyetiyle karşı çıkmayan şairler, hangi toplumda çok miktarda varsa Allah o topluluğun belasını vermiş demektir. Onu motive eden kuvvetli inancı ve imanıdır. Âkif’in büyük samimiyet ve gayretle yapmış olduğu bu hizmetinin özünde onun sahip olduğu sarsılmaz imanı yer almaktadır:

“Alan Sensin veren Sensin, Senin hükmündedir dünya.” ifadesi onun Allah’a olan derin teslimiyetini gösterir. Mehmet Âkif’in, Allah’a bağlılığını ve sadâkatini vaazlarında, makalelerinde ve şiirlerinin tamamında görmek mümkündür. Nitekim yakın dostu ve arkadaşı Süleyman Nazif, Âkif’in Allah’a ve Hz. Peygamber’e gönülden bağlı samimi ve kâmil bir mümin olduğunu belirtir. Kur’ân-ı Kerîm, Âkif’in eserlerine kaynaklık etmenin yanında aynı zamanda onun ahlâkı da olmuştur. Kur’ân’ın etkisiyle gönül dünyasına yerleşen güzel duygu ve düşünceler, onun davranışlarına da yansımıştır. Dolayısıyla Âkif’in fikirlerini, sözlerini ve bütün hayatını Kur’ân’ın şekillendirdiğini söylemek mümkündür.

Âkif’in yayımlanan ilk şiirinin Kur’ân’a Hitap ismini taşıması çok anlamlıdır. Onun bu seslenişi, vahiyle örülmüş bir hayatın âdeta vesikası gibidir. Çünkü Âkif, ömrü boyunca bu "hitaptan" ayrılmamaya özen gösterecek, eserlerini onunla besleyecek, hayatını onunla yoğuracak, ruhunu onunla doyuracaktır. Bu nedenle Âkif, millî şair olmasının yanında ayrıca “Kur’ân şairi”dir. Âkif’e Kur’ân şairi denilmesinin temel nedeni, onun şiirlerinin içeriğinin büyük oranda Kur’ân’dan ilham alınarak yazılmasından kaynaklanmaktadır. Yaşadığı dönemin en popüler fen okulu olan Baytar Mektebi’nde öğrenimine devam ederken dahi dinî ilimlerle meşgul olmuş, özellikle de Kur’ân’ı elinden hiç düşürmemiştir. Âkif’e göre "Kur’ân İslam’ın kitabı, İslam ise o kitabın en güzel yorumudur". Bu ilahi hitap ömrü boyunca Âkif’e kılavuzluk yapmış, ona yol arkadaşı olmuştur. Olayları bu hitabın penceresinden gözlemlemiş, yorumları bu bakış açısına göre yapmıştır. Kısaca fikirlerinin ve eserlerinin temel referansı hep Kur’ân olmuştur:

“Cebânet, meskenet, dünyada sığmaz rûh-i İslam’a,

Kitâbullah’ı işhâd eyledim gördün ya dâvâma.”

Toplumsal olaylarla Kur’ân arasında devamlı bir bağ kurar, problemlere Kur’ân’dan hareketle çözümler önerir. Çünkü Kur’ân ona göre dinamik bir kitaptır ve yeni nazil oluyormuş gibi her an canlılığını muhafaza etmektedir. Evrensel bir kitap olarak her dönemin hadiselerine ışık tutmaktadır. Zira Kur’ân bir hayat kitabıdır ve onu tanzim etmek için gönderilmiştir. Safahat bu açıdan değerlendirildiğinde, Âkif’in şiirlerinde çoğunlukla topluma yönelik âyetlerin yorumlanmasına öncelik verdiği söylenebilir.

 

6. Mehmet Âkif, “dipdiri meyyit (s. 189), millet-i merhûme (s. 190), ümmet-i merhûme ve leş (s. 189)” gibi nitelemelerde bulunarak ümitsiz insanları ölüye benzetir. Bu manada Âkif, ümitsizlik ile irade arasında nasıl bir ilişki kurar?

Evet. Merhum, ruhları uyuşturan ümitsizliğin, insanı yaşarken öldüren bir illet olduğunu belirtir. Bu nedenle Âkif, ümitsiz insanları sürekli olarak ölüye benzetir; onlar için dipdiri meyyit, millet-i merhûme, ümmet-i merhûme ve leş gibi nitelemelerde bulunur:

“Duygusuz olmak kadar dünyâda lâkin derd yok;

Öyle salgınmış ki mel’un: Kurtulan bir ferd yok!

Kendi sağlam... Hissi ölmüş, rûhu ölmüş milletin!


İşte en korkuncu hüsranın, helâketi, haybetin!”

Âkif’i karamsarlığa iten başlıca sebepler arasında bugün bizim de muzdarip olduğumuz “Şark’ı yıkan tefrika (bölücülük) derdi”ni, milletin “hasm-ı hakîki”si olan cehaleti, Müslümanlar arasındaki ahlâkî çöküşü, Müslümanlardaki azimsizlik ve tembelliği, savaşların neden olduğu tahribâtı, yaşananlar karşısında Müslümanlardaki hissizlik ve nemelazımcılığı, dinin yanlış yorumlanışını veya hiç yaşanmayışını sayabiliriz. Mehmet Âkif de yeise acı bir ölüm nazarıyla bakar:

“Atiyi karanlık görerek azmi bırakmak
Alçak bir ölüm varsa eminim budur ancak.”

“Gamı tasayı bırak, iraden canlı ise!
Ümit kaynağı ol, olabilirsen herkese!”

Bediüzzaman Sait Nursi’nin ümitsizlik ile ilgili orijinal tespitlerini söylemeden geçemeyeceğim:

“Ümitsizlik Müslümanların kalbine yerleşen çok dehşetli bir hastalıktır, Batılıların Müslümanları sömürge altına almalarında önemli bir etkendir. Yeis, saadetin muharribidir, saadetler ise ümitle yoğrulmuştur. İnsanları canlandıran emeldir, öldüren yeistir ve yeis, mâni-i herkemâldir. Aynı zamanda insanları kendi menfaatlerini düşünmeye sevk ederek yüksek ahlâkı öldürür.” (Tarihçe-i Hayat)

Yanlış eğitim politikası ve gençler başta olmak üzere milleti yanlış yönlendirme de ümitsizlik sebeplerindendir. Bir taraftan Müslümanların yeis illetini fark etmeleri için gayret sarfeden bir taraftan da bu hastalıktan kurtulma çarelerini ortaya koyan Âkif, bu “mel’un” hastalığı bulaştıranlara da sert eleştirilerde bulunmaktan çekinmemiştir. Yazarlar, düşünürler, siyasiler, öğretmenler, anneler, babalar, gazeteciler, edebiyatçılar; kısaca birçok kimse, Âkif’e göre hastadır ve etrafındaki herkese de hastalığını bulaştırmaktadır. Diğer bir ifadeyle Âkif, milletteki ümitsizliğin sebebini, sadece yaşanılan dönemdeki olumsuzluklardan ibaret görmez. Ümitsizliğin, aynı zamanda özellikle öğretildiğine inanır. “Ye’si tekfîr eden îmânıma olsun ki yemin; Bize telkîn-i ümîd etmediler” diyerek bu konudaki sitemini dillendiren şaire göre gençlik, henüz çocukken aşılanan karamsarlıkla hayata karşı kışkırtılmış ve küstürülmüştür. Çocuklar, mekteplerde “Batacaksın!” cümleleri ile hayata hazırlanmakta ve daha sonra da ürkek, korkak, ümitsiz, tembel ve pısırık birer fert olarak yaşamlarına devam etmektedirler.

İnsan davranışının arka planında irade, iradenin arka planında da çok çeşitli süreçler çalışmaktadır. Davranışı ve o davranışın sahibi olan insanı anlayabilmek için iradeye etki eden zihinsel, duygusal, davranışsal, kişiliksel, dînî, ahlâkî, sosyal, kültürel, ekonomik, eğitimsel ve ailesel faktörlerin bilinmesi ve disiplinlerarası bir yaklaşımla ele alınması bir zorunluluktur. Bütüncül ve tutarlı bir bakış açısı kazanmanın yolu, insanın kitabı olan Kur’an ile insanı çeşitli yönleriyle ele alan disiplinlerin bir araya getirilmesinden geçmektedir. Geçmişte olduğu gibi bugün de bütün bu alanları birleştirerek bilgi ve düşünce üretmeye en elverişli yöntem ise Kelam ilminin bütüncül metodudur. Buradan hareketle giriş bölümünde konuyla ilgili temel bilgiler verilmiş, iradeyi ve davranışı temel konu olarak alan disiplinlere değinilerek eksik noktalar tespit edilmiştir.

İnsan, anlam arayan bir varlıktır. Her şeye bir anlam ve değer verir. Kendi hayatı ve varlığı başta olmak üzere her şeyde bir anlam arar. Anlam ve değer vermek, bütün hayatına olumlu etki edip bir ümit oluşturur. Anlam arayışı, insanın hayattaki birincil motive unsuru iken boşluk, anlamsızlık ve ümitsizlik, insanın yaşam sevincini söndüren, iradesini ve eylemini esir alan duygulardır. İnsanın eylemde bulunma, ümitli ve beklenti içinde olmasındaki enerji kaynaklarından birisi “anlam verme”dir. İnsanın hayatının, fiillerinin ve onlardan doğan ürünlerin bir anlamı vardır. İnsanın kitabı olan Kur’an, insanın bu ihtiyacına doyurucu cevaplar vererek duygusal ve zihinsel tatmin sağlar. Anlam arayışına cevaplar verir. Değer ihtiyacına yön gösterir. İnsanı boşluk, anlamsızlık ve ümitsizliğin karamsarlığından ve karanlığından kurtarır. O’nun nur (ışık, enerji kaynağı) olmasının sebeplerinden biri de budur.

Katı, örtülü, kararmış, perdeli, mühürlenmiş, kilitli, pas tutmuş kalp veya körlük ve sağırlık gibi ifadeler; insanın, vahyin ve aklın gerçeklerine karşı tutumlarını ifade etmektedir. Aynı zamanda kişinin iletişime kapalı olduğunu göstermektedir. Bu tavırlar ve ön yargılar ile başlayan bir iletişim ise baştan başarısızlığa mahkûmdur. Bu tutumlar, insan iradesini olumsuz manada etkileyerek şirk, yalan ve kötülüğün tercihinde etkili olmaktadırlar.

 

7. “Duygusuz olmak kadar dünyâda lâkin derd yok; Öyle salgınmı ki mel’un: Kurtulan bir ferd yok! Kendi sağ.. Hissi ölmüş, rûhu ölmüş milletin!İşte en korkuncu hüsranın, helâketi, haybetin!”

Âkif, Müslümanların içinde bulunduğu derin uykudan uyanıp harekete geçmesi ve yeis illetinden kurtulması için sürekli çaba sarf etmiş ve bunun yollarını da kendince ortaya koymuştur. Onun bu yönünü en yakın arkadaşı Eşref Edip şöyle ifade eder: “Üstad, yeisin müthiş düşmanı idi. Yeise karşı ateş püskürürdü. En felâketli zamanlarda, devleti, milleti her taraftan musibet kapladığı, bütün ümitler kırıldığı, maddî ve manevî her şey sönüp gitti zannedildiği en tehlikeli zamanlarda o, asla fütur getirmemiş, yeise kapılmamış, yeise düşenleri şiddetle muaheze etmiş, ‘yeisin küfürden, intihardan başka bir şey olmadığını’ bağırmış(tır). (...) Yeise karşı üstadın bu coşkun imanı hiç şüphe yok ki Kur’an’dan mülhemdir.” İstiklâl Savaşı’nın yapıldığı günlerde Taceddin Dergâhı’nda Yusuf Akçura’nın “Ümidiniz nasıldır?” sorusuna Âkif, “Ben hiçbir zaman nevmid değilim. İman olduktan sonra muvaffak olacağımıza şüphe yoktur. (...) Biz ne vakit aramızda vahdet gösterir, milleti hak yoluna davet edersek o, derhal mütabeatte kusur etmez, her fedakârlığı ifâya şitab eder,” cevabını vermiştir. İşte Allah’ına ve milletine bu kadar güvenen şair, ümitsizlikten kurtulmanın başlıca yollarını şöyle ifade etmis

 

8. Âkif'in şiirlerindeki genel üsluba bakarsak onun manzumeler üzerinden içinde bulunduğu toplumu Kur'an'a çağırdığını söyleyebilir miyiz?

Kesinlikle. Bütün hayatını Kur’ân’a hizmete adayan Âkif; ömrü boyunca Kur’ân’ın izinden gitmiş, onu okumayı, anlamayı, onun değerlerini yaşamayı, yaşatmayı, kıyamete dek devam edecek olan hakikatlerini başkalarına anlatmayı kendisine vazife edinmiş bir Kur’ân şairidir. Bu çerçevede hayatı ve eserleri dikkate alındığında Âkif’i, Kur’ân’ı hayatının merkezine alan bir şahsiyet olarak değerlendirebiliriz. Mehmet Âkif Ersoy’un Safahat isimli manzum eseri başta olmak üzere, makaleleri ve konuşmalarının temel referansı Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in sünnetidir. Bugün en çok okunan şiir kitaplarından biri olan Safahat’ın her bir dizesi neredeyse Kur’ân’dan ilham alınarak yazılmıştır. Bazı şiirlerinin başına serlevha olarak konulmuş âyet ve hadislerin dışında, şiirlerin satır aralarına serpiştirilmiş pek çok âyet ya da hadislerden mülhem ifadeler mevcuttur.

Âkif’e göre duyarlı olmak Kur’ân’ın "iyiliği emredip kötülükten sakındırmak" ilkesini benimsemekten geçer. Nitekim Âl-i İmrân Sûresi’nin 110. âyetindeki "Siz iyiliği emr eyler, kötülükten nehy eder, Allah’a inanır olduğunuzdan, insanların hayrı için meydana çıkarılmış en hayırlı bir milletsiniz" ifadesinden ilhamla şöyle der: "Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz: Gelmişiz dünyaya milliyyet nedir öğretmişiz! Kapkaranlıkken bütün âfâkı insaniyyetin, Nûr olup fışkırmışız ta sinesinden zulmetin; Yarmışız edvâr-ı fetretten kalan yeldâları; Fikr-i ferdâ doğmadan yağdırmışız ferdâları! Öyle ferdâlar ki: Kaldırmış serâpâ âlemi; Dideler bir câvidânı fecrin olmuş mahremi. Yirmi beş yıl yirmi beş bin yıl kadar feyyâz imiş! Bak ne ani bir tekâmül! Bak ki: Hâlâ mündehiş…" Âkif bu dizelerinde Müslümanlara geçmişte sahip oldukları güzel hasletleri hatırlatarak, tarihte bunu başarabildiklerine göre aynı duyarlılığı gösterdiklerinde yeniden o güzel hasletlere kavuşabileceklerini dile getirir. Âkif’in ömrünün Kur’an’ın gerçeklerine çağırmakla geçtiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

9. Âkif'in her kesim tarafından farklı veçheleri ile sahiplenildiğini görüyoruz. Milliyetçiler, cumhuriyetçiler, Osmanlıcılar, İslamcılar gibi… Sizce hangi Mehmet Âkif daha gerçek? Safahat üzerinden Âkif’i okumaya kalksak nasıl bir Âkif ile karşılaşırız?

Bugün herkesin bir Âkif’i var desek mübalağa etmiş olmayız. Âkif’i elbette geçmişte olduğu gibi bugün de eleştirenler vardır. Bu bakımdan sorunuz çok önemli. Her kesimin kendine göre bir Âkif portresi var. Türkiye’de çoğu kesim tarafından Âkif’in sevilip sayılması onun büyüklüğünü gösterir. Âkif, hem ıstılahçı hem de bir inkılapçıdır. Biraz daha ileri gidersek, Merhum Mehmet Âkif’e hem bir derviş hem de bir devrimci demek mümkündür. Hiçbir zaman ümidini yitirmemiştir. Çağındaki İslami olan her harekete ilgi duymuştur. Aynı zamanda Âkif yenilikçidir. Mesela Âkif, döneminin çok tartışmalı, hatta Osmanlı uleması tarafından (Necip Fazıl gibi şairler de buna dahildir) reformist diye nitelendirilen iki isme sahip çıkar. Onlara ümit besler. Ve hatta çekinmeden onları över. Bu iki kişi, Cemaleddin Efgani ve onun talebesi Muhammed Abduh’dur. Her ikisini de takdir eder ve kendisinin düşünce öncüleri olarak görür. Efgani ve Abduh’tan bazı makaleleri aralıklarla kendi gazetesinde yayımlar. Onlara olan ilgisini da şöyle ifade eder:
“Mısrın en muhteşem üstadı Muhammed Abduh
Konuşurken neye dairse Cemaleddin’le
Der ki tilmizine Efganlı Muhammed dinle
İnkılap istiyorum, başka değil, hem çabuk,
Öne bizler düşüp İslâm’ı da kaldırmazsak,
Çıkarıp gönderelim hâsılı şeyhim yer yer,
Oradan âlem-i İslam’a Cemaleddinler.
İnkılab istiyorum ben de fakat Abduh gibi…” Âkif’in bu iki isme Safahat’ta atıfta bulunması, onun ümitvar olduğunun ispatıdır. Çünkü Müslümanların o dönemde çıkış yolu için ümit arandığından her bir müspet hareketi alkışlamıştır. Âkif, kendi şartlarını kabul ettirmek suretiyle bir zaman aralığında İttihat ve Terakki’ye üye olmuş ve daha sonra da çıkmıştır. Devlet tarafından görevlendirilerek Batı Almanya’ya Müslüman eserleri irşat için görevlendirilmiştir. Vatanın zor durumdan kurtulması için her türlü ümit yolunu meşru görerek devleti ile birlikte hareket etmiştir. Bu da onun vizyoner ve ileri görüşlü olduğunu gösterir.

Cemaleddin Afganî II. Abdülhamîd’in ehemmiyet verdiği, danıştığı bir şahsiyettir. Afganî Sultan Abdülaziz’in de gözdesidir. Afganî’yi bizzat davet eden Sultan II. Abdülhamîd’dir. Londra Sefiri Rüstem Paşa’yı onu İstanbul’a davet etmekle vazifelendirir. İlk davet mâzeret beyan edilerek reddedilir. İkinci daveti kabul eden Afganî İstanbul’a gelir. Sultan ona çok itibar gösterir. Kendisine Teşvikiye’de bir ev, araba, at verilir ve yüksek bir maaş bağlanır. Afganî âlimler, edipler, siyasîlerin meclislerine devam eder; çevre edinir. Abdülhamid’in arzusu üzerine İslâm birliği ve Şiî-Sünnî yakınlaşması konusunda rapor hazırlar. Bu maksatla Şiî-Sünnî yakınlaşmasını ve ittihâd-ı İslâm’ı teşvik eden mektuplar yazar ve yazdırır. 600’e ulaşan bu mektuplara 200 kadar cevap gelir. Hindistan’a ve Afganistan’a yönelik bu tür faaliyetler İngilizler’i rahatsız eder, sultana baskı yaparlar. Fakat Sultan II. Abdülhamid (Abdulhamid’i Sani) buna rağmen onu yanında tutmaya devam eder. Âkif, Sultan II. Abdülhamid’in davet ettiği Afgani’ye muhabbet etmiştir. Sanırım Sultan Abdülhamid ile bu konuda aynı düşünür. Sultan II. Abdülhamid’e yönetimi konusunda ağır eleştiriler yapan Âkif, Afgani konusunda aynı fikirdedir.

Safahat’ı okuyan herkes, Kur’ân’ın Âkif’in üzerinde bıraktığı etkiyi ve onun için taşıdığı değeri kolaylıkla fark edecektir. Çünkü bu eserdeki çoğu şiir, doğrudan ya da dolaylı, Kur’ân âyetleriyle ilintili olarak kaleme alınmıştır. Bunun yanında satır aralarına birçok âyetin ya lafız ya anlam olarak serpiştirildiği, pek çok beyitin Kur’ân ve hadislerden mülhem yazıldığı, tabiri caiz ise her bir mısraın âyetle buluşturulduğu görülür. Âkif, bu eserinde Kur’ân âyetlerinden çıkardığı manaları şiir formuna dönüştürerek anlatmış, böylece bir nevi serbest manzum bir tefsir ortaya çıkmıştır. Böylece edebî bir sanat ve zevk ürünü olan, sözün etkili ifade biçimi şiiri; sözlerin en güzeli Kur’ân ile buluşturmuştur.

Âkif, yaşadığı ve şahit olduğu olayları Kur’ân penceresinden yorumlamış, toplumsal sorunlara yine bu zaviyeden çözüm önerileri sunmaya gayret etmiştir. Dolayısıyla Âkif, bu ülkenin genç evlatlarına sadece millî marşımızı değil, bunun yanında bir nevi manzum tefsir kitabı hüviyetindeki Safahat isimli eseriyle Kur’ân’a ve onun ulvî değerlerine adanmış güzel bir hayatı da miras bırakmıştır. Âkif, Kur’ân’ı şiirlerinin en önemli kaynağı yapmıştır. Bu nedenle o, Safahat’taki şiirlerinde sık sık farklı şekillerde Kur’ân’dan iktibaslar yapar. O, bazen doğrudan âyetlerden ilham alarak şiirlerini kaleme alır. Burada bazen bir âyet serlevha olarak şiirin başına konulur, önce Arapça lafzı ardından meali verilir. Ardından bazen bir başlıkla bazen de başlıksız olarak âyetin muhtevasına uygun şiirler kaleme alınır. Kimi zaman şiirlerin içinde âyet iktibaslarına yer verilir. Bu yöntemde âyet, bazen meal olarak şiirin içine yerleştirilirken kimi zaman şiirde âyetin orijinal lafzına yer verilir. Bunun yanında pek çok şiirin içerik itibarıyla âyetlerden mülhem yazıldığı görülür. Ayrıca Kur’ân’la ilişkili birçok kavram ve mefhum da yer yer manzumelerin içinde zikredilir. Şiirlerde iktibas edilen âyetler, bilinçli bir tercihin sonucudur.

Âkif bu tercihlerinde Osmanlı ve İslâm âleminin içinde bulunduğu zorlu süreçleri, sıkıntıları dikkate almış, muhteva olarak toplumun manevî duygularını güçlü tutacak, halkın mücadele azmini güçlendirecek konulara işaret eden âyetleri seçerek, bunları manzum bir şekilde tefsir etmeye gayret etmiştir. Bu nedenle Âkif, yazmış olduğu şiirlerinin her birini toplumdaki bir derde deva, bir meseleye çözüm önerisi olarak kaleme almıştır. Nurettin Topçu’ya göre Âkif’in ruhundaki feryatlara Kur’ân karışmıştır. O, toplumun yaşadığı problemlere kayıtsız kalmayarak, Kur’ân zaviyesinden bunlara çözüm önerileri sunmuştur. Bir bütün olarak Âkif’in eserleri değerlendirildiğinde, onun inşasını arzu ettiği ve özlediği toplumun, Kur’ân’ın ahlâkını kuşanmış ve onun ilkelerini hayatına yansıtmış fertlerden meydana gelmiş bir toplum olduğu belirtilebilir.

 

10. Âkif ümit ile isyan arasında nasıl bir bağlantı kurar?

Kanaatimce Âkif ümitsizliğe karşı adeta isyan eder. Mehmet Âkif’in ümitsizliğe karşı isyanındaki gerçek aslında Kuran’a bir çağrıdır. Bu çağrı, Topçu’nun deyişiyle “Allah’ın bizdeki hareketi diyebileceğimiz isyandır.” Âkif’in isyanında menfaat, hüsran ve kin yoktur; aksine ümit, mutluluk ve sevgi/aşk vardır. Âkif, bireyin ve cemiyetin içinde bulunduğu olumsuz durumların kaynağını ahlâkî düşüklükte görür ve bu ahlâkî düşüklüğe isyan eder. Safahat, onun ruhunun en derin noktalarından kopan, yakalanması güç tasavvurların, fırtınaların sözcükler hâlinde bize yansımasıdır. Âkif; bütün fırtınaların, olumsuzlukların çözümünü de pozitivist-materyalist anlayıştan uzak ahlâkî bir anlayışın yükselişinde bulur. Mehmet Âkif’te merhamet ile başlayıp ümit ve iman kaynaklarından beslenen bu isyan anlayışında menfaat, kin ve kibir gibi ahlâkî rezaletler yoktur. Bu isyana sahip olanlar, ilahi merhametle bütün âlemi birlikte kucaklayan aşkın iradesine sahip olarak kurtuluşa eren insanlardır. Çünkü insanoğlu mesuliyet imanının eseri olan bu isyan anlayışıyla ancak kurtuluşa ulaşabilir. Gerçek kurtuluş, insanın kalbinin Allahʹa açılmasıyla ve insandan harekete başlayan iradenin Allahʹa ulaşmasıyla gerçekleşir. Herhangi bir hareketin isyan hareketi olabilmesi için kendi içerisinde, başkaldırmış olduğu nizamdan daha üstün bir düzenin iradesini taşıması gerekir. Âkif, vicdanının Allah’a iştirak eden sesiyle, “Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım,ʺ diye haykırmıştır. Âkif sorumluluk iradesiyle hareket etmek suretiyle Hakk ve hakikatin en büyük temsilcisi olmuştur.

 

11. Mehmet Âkif’in Safahat’ı bugünün insanına hitap etmek konusunda nerede durmaktadır? Bu konuda yeterince çalışma yapılıyor mu?

Âkif’in şiirlerinin her birisinde bir hikmet dersi ve hayati bir mesaj vardır. O yaşadıklarını, hissettiklerini, gördüklerini Kur’ân’ın penceresinden değerlendirmiş, olayları onun gözlüğüyle okumuş ve bu şekilde duygularını kaleme dökmüştür. Mehmet Âkif Ersoy yaşadığı dönemde milletinin vicdanı olmuş bir şairdir. Onun için tam anlamıyla “kendisini milletine adamış insan” denebilir. Çünkü o milleti için yazmış ve konuşmuş, milleti için cami cami, kürsü kürsü dolaşmış bir Türk münevveridir. Özellikle II. Meşrutiyet yıllarının zor günlerinde milletinin içinde bulunduğu hâli anlamaya çalışmış ve böylesine kötü bir durumun ortaya çıkışının sebepleri üzerinde kafa yormuştur. Bütün konuştuklarında ve yazdıklarında idrakini hikmetle süslemiş bu şair, “münevver/mütefekkir şair” unvanını hak eder.

Mehmet Âkif yaşadığı dönemin bir tanığı ve aydını olarak Batı dünyasını tarafsız bir gözle değerlendirir. Avrupa’nın olumlu yanlarını, bilimini, fennini takdir ederken olumsuz yanlarını, ahlâksızlıklarını, ikiyüzlülüklerini, sömürgeci anlayışlarını ciddi bir şekilde eleştirir. Âkif, hem aydınların hem de halkın Avrupa’yı yanlış anladıkları görüşündedir. Avrupa ile içli dışlı olan Türk aydınlarının halktan ve halkın değerlerinden kopuk olması zamanla avam tabakasında, bu kesime karşı olumsuz bir bakış açısının oluşmasına sebep olur. Bu olumsuz tavır da aydınlar eliyle yurda getirilen bütün değerlere karşı ciddi bir aksülamel doğurur. Mehmet Âkif Ersoy, yazdıklarıyla ve söyledikleriyle Batı’nın yüzüne taktığı “maske”yi düşürerek gerçek yüzünün ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu yönüyle günümüze de ışık tutan şair, bıraktığı eserlerle kendinden sonraki nesilleri de uyandırmaya devam etmektedir.

Bugün Türkiye’de üzerine en çok yazılan, tartışılan ve okunan düşünür Mehmet Âkif’tir. Akademide en fazla üzerine çalışılan düşünür ve şair Âkif’tir. Hem de her yönü ile Âkif’in yazdığı eserler ele alınmaktadır. Mevlana’dan sonra en çok araştırma yapılan kişilerden biridir Âkif. Bilim disiplinlerinin her alanında Âkif hakkında akademik yayınlar yapılmaktadır. Başta edebiyat olmak üzere felsefe, antropoloji, teoloji, sosyoloji, psikoloji, tarih ve hatta fen alanında hakkında akademik araştırmalar mevcuttur. Yıllar geçtikçe Âkif daha iyi anlaşılır hâle gelmiştir. Âkif’i anarak anlamak, anlarken de günümüz için de anlamlandırmak gerekir dişe düşünüyorum. Vesselam.

 

86. Sayı (2022)

 

Follow