Söyleşi: Hatice ERDEM
"GERÇEK HAYVANSEVERLİK, HAYVANSEÇERLİK OLAMAZ"
TUBA KESİM VE DENİZ BAŞIBÜYÜK İLE HAYVAN HAKLARI ÜZERİNE SÖYLEŞİ
Bu sayımızda iki kıymetli hayvansever gönüllüsü olan Tuba Kesim ve Deniz Başıbüyük ile hayvan hakları mücadelesi, petshop’ların kapatılması gerekliliği, “hayvanseçerlik” kavramı ve sokak hayvanları vesilesi ile esasında insanı konuştuğumuz bir sohbet gerçekleştirdik…
Hayvan hakları mücadelesine başlama motivasyonunuz nedir ve bu konuda nasıl bir deneyim edindiniz?
Tuba Kesim: Hayvan hakları savunuculuğundan ziyade canlıların haklarının savunulmasını daha elzem buluyorum. Bu konu benim hayvanlar üzerinden insana olan bakışımı da değiştirdi. Çünkü hayvanlar benim gözümde insana nazaran çok daha zayıf duruyor. İnsan daha zeki ve planlı bir canlı. Hayvan ona göre daha plansız. Hayvanların da bir gücü var ama insan onu çok güzel manipüle ediyor. Benim için hayvanlarla beraber çocuklar, insan, doğa hepsi bir bütün hâlinde. Temelde canlıların hayatını savunmak varoluşumla hemhâl olmuş bir konu. Çocukluktan itibaren öyleydi. Ne zaman sıkıntılı bir hayvan görsem çok rahatsız olurum. Hemen bir şey yapmam gerekir. Bir dönem mesela vejetaryen oldum. O da içten gelen bir karardı. Hiçbir şey yiyemedim. Annem tavuk yapmıştı, o tavuğun bacağı kendi bacağım gibi bir an gözümün önünde canlandı. Önümde böyle bir örnek de yoktu. Bu sanırım içten gelen bir durum. Bununla birlikte biraz da empati yeteneğim gelişti diyebilirim. İnsan türü olarak kendimizi çok rahat bir şekilde üste konumlandırıyoruz. Ama aslında öyle değil. Ama başka alanlarda da hayvanların bizden üstün olduğunu unutuyoruz. Oysa onlar bizim tepemize binmiyor. Biz bir şekilde ne yazık ki hayvanlar ve doğa üzerinde bir tahakküm kuruyoruz.
Deniz Başıbüyük: Çocukluğumda hayvanlardan korkardım. Apartmanda yaşayan bir çocuksanız sizden farklı olan her şeyden korkuyorsunuz. Ama severdim. Bir başka yaratılmıştan korkmak ona zarar verme güdüsü yaratmıyor. Ben hayvanları severdim ama bu korkumdan da utanırdım. Annem de korkardı hayvanlardan. Bu biraz öğrenilmiş bir duygu oldu benim için. Ta ki kendi kızım doğana kadar bu böyle devam etti. Kızım doğunca onun aynı şekilde büyümesini istemediğim için ona bu korkuyu taşımak istemedim. Köpek korkusunu kısa sürede aştım. Şu an köpeğim öldükten sonra bir kedi ile yaşıyorum. Benim meseleye bakışım şöyle; öncelikle canlı diye bakmak lazım. Hatta daha bütüncül bir yerden, bunun mesele olmaması gerekirken mesele olmasının sebebi ne diye bakmak lazım. Nasıl ki bir hastalığa onun teşhisi konmadan ilaç veremezsiniz. Çünkü önce teşhisinin konması lazım. Benim kendi kısıtlı kapasitemle günümüzde yaşananlara koyduğum teşhis insanların güç takıntısıdır. Güç takıntısı ise insanın güçsüzlük ve acizliğinden kaynaklanıyor. Acizlik de gücünü kendinden daha zayıf gördüğünün üzerinde uygulamayı gerektiriyor. Dolayısıyla bugün konuşulan şey sadece hayvanların sorunu değil. Bugün konuşulan şey ormanın da, kadının da, gencin de, yaşlının da sorunu… Hayvan bunun sadece bir alt başlığı. Öldürecek boyutlara gelecek kadar bir şiddet sarmalının içine girdiğinde insan, bu güç takıntısının boyutları bugün olduğu gibi vahim sonuçlar doğuruyor. İnsanın yanlış oluşturulmuş güç takıntısının eğitim ve ailelerde yönlendirme ortamı olmadan çözüleceğini düşünmüyorum. Güç için değil üretmek için ve huzur içinde bir toplum kurulursa zaten ortak bir iyide buluşabiliriz. Bu ortak iyiye hizmet unsurunu bozan tek canlı insan. İnsan eğitilirse varlık hiyerarşisi de düzelecektir zaten.
Geleneksel dindarlık anlayışında da birtakım kodlarımız var. “Kedinin ve köpeğin girdiği eve girilmez” veya “Yediği kap, içtiği su necis” gibi Hz. Peygamber’e isnat edilen birtakım rivayetlerin de kültürel kodlarımıza işlenmesiyle gelişen bir olgu bu. Özellikle taşrada hayvanlarla kurulan ilişki aidiyet üzerinden hanenin bir üyesi gibidir ancak bu ilişki evin kapısının eşiğinde biten bir ilişkidir. O hayvan eve girmez fakat bütün ihtiyaçları da görülür. Sizin buna benzer deneyimleriniz var mı?
Tuba Kesim: “Köpek giren eve melekler girmez” gibi inanışlara referans vererek yürütülen birtakım argümanlar var. Kur’an’da yer alan “Biz bu canlıları sizin için yarattık”, “Yiyin, için, onlardan yararlanın” ayetlerinin bağlamlarından kopartılarak anlamlandırılması korkunç bir garabet. Bu anlayış, insan merkezli bir bakışın ürünü elbette. Bu da Türkiye’nin hayvanlarla olan perspektiften baktığımızda Kur’an’ın vurguladığı “Akletmez misiniz?”, “Düşünmez misiniz?” uyarılarından uzak çok ciddi bir sorun oluşturuyor.
Bu dosya konumuzdan dolayı muhtemelen dergiye gelecek eleştirilerin başında, “Dünyada çocuklar, kadınlar ölüyor. Siz burada oturmuş hayvanları konuşuyorsunuz” şeklinde birtakım tepkiler olacaktır. Sizce bu da türcülüğün farklı bir boyutu değil midir?
Tuba Kesim: En yakın arkadaşlarımdan dahi duyduğum bir eleştiri bu. Adına eleştiri de diyemiyorum ama. Bu çok daha vahim bu durum. Hayvanları konuşuyor olmak insanın yok sayılması anlamına gelmez hâlbuki. Biz hayvan vasıtasıyla insanı konuşuyoruz. Herkes görmek istediğini görüyor neticede. İnsanların sevgisinde bile bir kast sistemi var. Bu türcülükte kibirdir. Canlılar içinde sevgi hiyerarşisi olamaz, olmamalı. Allah’ın yarattıkları arasında öncelik, sonralık sırası olamaz. Bu Allah’a şirk koşmaktır. Merhamette hiyerarşik denge gözetilemez.
Deniz Başıbüyük: Müslümanlığı doğru yorumlamayan Müslümanlar ile çevrelenmişiz. Kızıma aldığım ilk meal babanızın Kur’an mealidir. Bugün buraya gelmeden önce açtım, ona baktım. İsra Suresi’nde daha önce bilmediğim bir ayete denk geldim. Diyor ki: “Biz sizi birçok yaratılmışlardan üstün yarattık.” Bütün yaratılmışlardan demiyor. O “birçoğundan” ifadesini okuyan gerçek bir Müslüman, her diğer canlıya “Belki bizden daha üstün yarattığı budur” diye bakar. Kediye, köpeğe, karıncaya, sivrisineğe veya bir ota bu bakışla bakmak Kur’anî bir bakıştır. Bunu farklı bir şekilde yorumlayan gerçek bir Müslüman olamaz. Bir de kötü niyet olmaksızın, “köpek eve giremez” anlayışında olan insanlar var. Benim anneannem, dedem bahçeli evlerde büyümüşler. İnsan hayatı o zaman kedi, köpeklerle iç içeymiş. Zaten insan da eve girmiyormuş. Bahçesinde çalışıyor, çamaşırını nehirde yıkıyormuş. Yani hayat değişince, şehirleşme artınca köpekler de insanlar da binaların içine girmeye başladı. Hayvanlar kadar bizde bu değişimden nasibimizi aldık. İnsanlar mezarlık gibi betonlar içerisindeki evlerde yaşıyor. Dolayısıyla hayvana da orayı layık görüyor. Bu sadece dindarlıkla değil bütün bir yaşam şeklinin değişmesi, şehirleşme ile birlikte de ele alınması gereken bir konu.
Türkiye’deki "30 günde sahiplenilmeyen sokak hayvanlarını uyutma" kanunu hazırlığı hakkında düşünceleriniz nelerdir?
Deniz Başıbüyük: Ben bu yasanın tamamen kutuplaşma yaratma güdüsüyle yapıldığını düşünüyorum. Çünkü Türkler esasında hayvanlarla çok uyum içerisinde yaşayan bir topluluktur. Hayvanlar için yapılan boykot ve yürüyüşlere siyasi parti bayraklarıyla gelenler var. Bu insanların tutumu hayvanseverliği aşan ve ezen bir nitelikte. Diğer yanda dürtmeyi çok iyi bilen kışkırtıcı bir taraf var ve bu kışkırtmalar iki taraflı yürüdükçe başka ajandaların savaştığı çirkin bir coğrafya hâline geliyoruz. Asıl konu hayvan mı? Burada bu soruyu sormak lazım.
Tuba Kesim: Eğer konu hayvanseverlik ise o zaman o bir önceki yasa neden uygulanmadı? Sayıştay raporunda da yazıyor. Eksiği neydi o yasanın? Korumaktan uyutmaya yani öldürmeye doğru bu yüz seksen derece farklılık neden oluştu? Bunu sorguladığımız zaman meselenin hayvanları korumak ile ilgili olmadığını düşünüyor insan. Hayvanlara yapılan işkencelere bakıyoruz, haberlerde yansıtılan haber sunma şekillerine bakıyoruz ve sürekli bir panik havası yaratılıyor. Bu yasa kimin işine yarıyor diye sormak lazım. Elbette bir hayvan tarafından bir çocuğun parçalanması kimsenin hoşuna giden bir şey olamaz. Ama bu iki taraftan birinin ölmesi ile çözülebilecek bir sorun değil. Başta matematiksel hesap yapılabilecek bir konu değil. İlişki kurmak topyekûn yok etmek değil. Madem yasayı çıkarttınız, peki bu yasanın neden hayvan satışını engelleyen bir maddesi yok? Yani siz hayvanların hâlâ satışını devam ettirirken ve bu türcülük üzerinden çok büyük paralara hayvan üreten insanlara, terk edenlere yaptırım uygulamayıp onların sokaklara bıraktığı canları ortadan kaldırmaya çalışırsanız bu sorunu çözecek bir kanun oluşturmuş olmazsınız.
Türkiye’deki mevcut hayvan hakları yasaları, yurt dışında uygulanan uyutma ve toplatılma politikalarına göre nasıl farklılık gösteriyor? Sizce bu farklar hayvanlar için ne gibi sonuçlar doğuruyor?
Deniz Başıbüyük: Ben yirmi yıla yakın Kanada’da yaşadım. Kanada doğa yasalarına çok saygı duymaya çalışılan bir yer. Yani ben buna köpek, kedi diye değil doğa diye bakacağım. Hayvan hakları diye baktığımız zaman, orada “wild life” dediğimiz bir kavram var ve bunu korumak için inanılmaz yasalar çıkarıp çok büyük cezalar veriyorlar. Orada bir milli parklara yakın kasabalarda çalıştığınızı kanıtlayamıyorsanız ev alamıyorsunuz. Turistik sebeplerle ev alamıyor, ev yaptıramıyorsunuz. Bu uygulamayı çok beğeniyorum. Bizde birileri bir bölgeyi beğenirse orada hemen bir orman yangını çıkarılıp, beton yığını ve rant yuvası hâline getiriliyor ve bölgenin eski güzelliğinden eser kalmıyor. Kanada’da Banff kasabası dünyanın sayılı kış tatil beldelerinden biridir. Ve ev sayısı son elli yılda minimum değişmiştir. Orada yabani hayatta yaşayan hayvanların geçebileceği özel köprüler var. Her tarafta o hayvanların zarar görmemesi için onları nasıl besleyeceğinize dair tabelalar var. Kanada kedi ve köpeklerin kış aylarında hayat bulabileceği bir ortam değil. Benim yaşadığım bölgede sekiz ay sürüyor ve kış şartları çok ağır. Genelde tilkiler gibi yabani hayata uyumlu olan hayatta kalıyor. Nehir donduğunda onlar da dağlardan iniyorlar. Dolayısıyla bir kedi veya köpek sokakta sahipsizse tehlike yaratacağından barınaklara alınıyor. Ve barınaklar inanılmaz iyi çalışıyor. Yani her gelen köpek anons ediliyor. Birisi köpeğini veya kedisini kaybederse muhakkak orada yirmi dört saat geçmeden bulabiliyor. Ben kendi köpeğimi o şekilde buldum. Eğer sahibi gelmezse o hayvanları da sahiplendiriyorlar. Ve sahiplendirene kadar da çok iyi bir bakım veriyorlar.
İstanbul için çekilmiş kaç tane kedi köpek belgeseli var. Kedinin ve köpeğin insanla bu kadar iç içe yaşadığı başka bir örnek yok. Bugün yaşanan senaryodaki gibi, bir köpek bir insana saldırınca, saldıran türü tamamen yok etme hakkımız doğuyorsa küçücük çocuklar kesilerek öldürülürken çocukların üzerine bombalar atılırken insanlığın da tamamen yok edilmesi gerekir bu denkleme göre. Çıkış noktamız bir türün bir türe verdiği zararsa o hâlde bu insanları toplayalım ki insanlık da doğa da hayvanlar da nefes alsın. Bunun çözümü bu değil.
Tuba Kesim: Eş zamanlı olarak tüm belediyeler barınakları denetleseydi bugün bunu konuşuyor olmazdık. Sayıştay, bu konudaki bütçeyi açıkladı. Bu paralar nereye gitti? Ben vergi veren bir vatandaş olarak bunu sormak zorundayım. Yani eğer hesap verilebilirlik, şeffaflık, demokrasi falan filan diyorsak sen o parayı ne yaptın hesabını bana vermek zorundasın.
Bu kanunun altında yatan toplumsal ve duygusal dinamikleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Sosyal medyada yaratılan algılar ve komplo teorileri bu süreci nasıl etkiliyor?
Tuba Kesim: Bu biraz bizim demokrasimizle alakalı yani. Demokrasinin diğer araçları düzgün çalışsa sosyal medyaya bu kadar muhtaç olmazdık. Birçok konuda örgütlenmeyi başarabiliyoruz ancak bu tarz kolektif çıkışlarda sonuca bakmak lazım. Ceza adaleti sistemi iyi çalışmadığında seslerin yüksek çıkmasının da pek bir anlamı olmuyor. Herkes bir şekilde kendini ifade etmek istiyor, diğer taraftan da manipüle etmek isteyen de onu kullanıyor. Ama kendini ifade etmek isteyenin de tek alanının sosyal medya olması da bir sorun. Sosyal medyada çıkan haberlerin ve hesapların güvenilirliğinin de sorgulanması gereken bir tarafı var. Bir anlamda böyle bir adalet tesisi yani hukuksal adaletin boşluğunu dolduran bir yeri var fakat oldukça riskli tarafları da var. Çünkü bot hesap mı, gerçek hesap mı gibi bilmemezlik durumu var.
Deniz Başıbüyük: Sosyal medya bir araç, bu aracın nasıl kullanıldığı çok önemli. Ne yazık ki bu kadar güçlü bir aracı doğru kullanabilecek bir demografiye sahip değiliz. Geçtiğimiz günlerde hayvan hakları konusundaki bu yasaya karşı adliye önünde bir toplantıya katıldım. Orada “AKP’ye son” şeklinde bir bayrak açıldı. Orası onun yeri değil ki. Benim orada bulunma sebebim de o değil. Siyasi olarak aynı görüşte olabiliriz ancak o an onun için orada bulunmuyoruz. Yani ne yazık ki bu tür istismarlar da insanları ortak bir zeminde bir araya gelmek konusunda çekimser bırakıyor. Eğer Türkiye gerçeği iki tarafsa iki tarafta batsın o hâlde. Bazı meselelerin tarafı olmaz. Ki bu konu tarafı olunmayacak bir meseledir. Yani zayıfın yanındasın, haklının yanındasın. Bu konunun siyasetle hiçbir ilgisi yok.
Sokak hayvanlarının "toplumun bir sorunu" olarak görülmesi sizce hangi zihniyetin ürünü? Bu sorunun temelinde yatan insan-hayvan ilişkileri hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Yani türcülük olarak baktığımızda neden sokak hayvanları sorunu diyoruz? Sokak insanları sorunu da var.
Deniz Başıbüyük: Bu bir tek hayvan sorunu değil, insanın güç tapıcılığı sorunudur. Yani kendinden güçsüz her şeye karşı kibirli ve kendi güçsüzlüğünü o güç gösterisiyle kapatma ihtiyacından kaynaklanan çeşitli sorunlardan sadece bir tanesi diye düşünüyorum. Sokak hayvanlarının "toplumun bir sorunu" olarak görülmesi, büyük ölçüde türcü bir zihniyetin ürünüdür. Türcülük, insanların kendi türlerini diğer tüm canlı türlerinden üstün görerek onların haklarını göz ardı etmelerine neden olur. İnsan-hayvan ilişkilerine dair daha derin bir bakış açısı, aslında bu tür bir sorunun temelinde yatan zihniyetin doğanın bir parçası olan hayvanları, insanlara hizmet etmediği sürece değersiz ya da sorun olarak görme eğiliminde olduğunu gösterir. Yani, sokak hayvanlarını bir sorun olarak ele alırken aslında insan merkezli bir yaklaşım sergiliyoruz. Biz, hayvanların doğası gereği sokakta yaşamalarını bir problem olarak değerlendirirken bu problem algısını aslında insanlar yaratıyor. Kentleşme, çevrenin tahribi, hayvanların yaşam alanlarının daraltılması ve hayvanlara yönelik şiddet gibi insan kaynaklı faktörler, bu sorunun temelinde yatıyor.
Tuba Kesim: Deniz’in de belirttiği gibi tür olarak her konuda önceliği kendimize verme eğilimindeyiz ve bu da türcülüğün bir yansımasıdır. Aslında sorun dediğimiz şeyler, bizim yarattığımız sorunlar. Ancak bu duruma yönelik sistemsel çözümler de yetersiz kalıyor. Demokratik sistemler ve temsil mekanizmaları, halkın beklentilerine cevap veremediği sürece bu tür sorunlar çözülmeden kalıyor. Herkesin bir denetleme mekanizmasının parçası olması, sokak hayvanları gibi meselelerde toplumun daha bilinçli hareket etmesine katkı sağlayabilir.
Hayvanseverler arasında “hayvanseçerlik” olarak tanımladığınız davranışın hayvan hakları mücadelesine etkisi nedir? Sadece belirli türleri veya estetik açıdan "güzel" hayvanları sevmenin, ev hayvanı pazarını nasıl etkilediğini ve bu tutumun hayvan terk etme sorununa nasıl katkıda bulunduğunu düşünüyorsunuz?
Deniz Başıbüyük: Hayvanseçerlik, gerçek hayvanseverlik değildir. Doğa şekilciliği kabul etmez; doğada binlerce farklı tür, şekil ve biçim vardır. Doğayla bağı olmayan insanlar, belirli estetik standartlara göre hayvanları seçer ve bu durum, kendi hayatlarına da yansır. Bu kişiler, sadece hayvanlarla değil insanlarla ve hayatlarındaki diğer unsurlarla da şekilci ve yüzeysel bir bakış açısıyla yaklaşırlar. Örneğin bir çocukları ya da eşleri olsa dış görünüşe ya da belirli kalıplara göre memnuniyetsizlik gösterip onları kolayca gözden çıkarabilirler. Bu, aslında doğayı ve canlıların gerçek değerini tanımamaktan kaynaklanan bir yaklaşımdır. Hayvanseverlikte “hayvan seçiciliği” diye bir şey olamaz. İnsanseverlikte olduğu gibi insanlar arası ilişkilerde seçici davranma mümkün olabilir, çünkü insanlar farklı motivasyonlar ve güdülerle hareket ederler. Bazı insanlar maddi çıkar peşinde koşarken bazıları baskıcı ya da şiddet eğilimli olabilir. İnsanların bu çeşitliliği onları farklı kılar ancak hayvanlar bu tür motivasyonlarla hareket etmezler. Hayvanlar, doğal bir içgüdüyle ve ortak bir dil ile yaşarlar. Doğayı ve hayvanları tanıyan bir insan, bir hayvandan ne bekleyeceğini bilir ve hayvanın içsel değerini takdir eder. “Hayvanseçerlik” olarak adlandırılan, sadece belirli türleri ya da estetik açıdan “güzel” kabul edilen hayvanları sevme davranışı, hayvan hakları mücadelesine önemli derecede zarar veriyor. Bu tutum, aslında gerçek bir hayvanseverlikten uzaklaşıp hayvanları birer moda ya da statü sembolü olarak görmeye dayanıyor. Doğada binbir çeşit şekil, tür ve özellik varken insanlar belirli bir “güzel” kalıbına sığdırdıkları hayvanları tercih ederek aslında doğayı tam anlamıyla tanımadıklarını gösteriyorlar. Bu estetik tercihler, evcil hayvan piyasasında da bir tür metalaşmaya neden oluyor.
Tuba Kesim: Hayvanseçerlik, evcil hayvan pazarında talep edilen türlerin artmasına ve bunların daha fazla üretilmesine yol açıyor. Özellikle petshoplar aracılığıyla bu ticaret daha da teşvik ediliyor. İnsanlar belirli türlerin peşine düşerken sokak hayvanları gibi daha “görünmeyen” ya da daha az tercih edilen hayvanlar göz ardı ediliyor. Petshoplar, arz-talep dengesi üzerinden bu ticareti sürekli kılarak hayvanların birer mal gibi alınıp satılmasını sağlıyor. Bu tür bir yaklaşım, aynı zamanda hayvan terk etme sorununa da katkıda bulunuyor. İnsanlar, ilk etapta estetik nedenlerle ya da geçici heveslerle sahiplendikleri hayvanları, onlarla ilgilenmek zorlaşınca terk edebiliyorlar. Hâlbuki sokak hayvanları, eve alındıklarında son derece uyumlu ve sadık olabiliyorlar. İnsanlar genellikle sokak hayvanlarını tercih etmiyor çünkü bu hayvanlar, popüler türler kadar "güzel" ya da "moda" olarak görülmüyor. Ancak sokak hayvanları, doğru ilgi ve bakım gösterildiğinde sevgi dolu ve uyumlu hâle gelebiliyorlar. Örneğin benim de bir sokak köpeğim vardı, 16 yıl boyunca benimle kaldı ve normal bir şekilde vefat etti. Eve ilk girdiği andaki mutluluğunu görmek inanılmazdı. Onun cinsi sadece sokak köpeğiydi, özel bir tür değildi. Yıllarca iş yerinde ona baktık ve orada, geniş bir alanda yaşadı. İş yerindeki herkes ona ilgi gösterdi, sahip çıktı. Bu konuda iş yerimiz gerçekten çok iyiydi ve biz de elimizden gelen desteği verdik. İnsanlar bu kadar sahip çıkınca, yönetim de olumlu yaklaştı ve herhangi bir sorun yaşamadık. 16 yıl boyunca bizimle kaldı, ancak yaşlandıkça bacakları tutmamaya başladı. Çünkü o kadar uzun süre oraya alışmıştı ki evde farklı bir düzen kurmak istemedik.
Deniz Başıbüyük: Son olarak şunu vurgulamak istiyorum, kesinlikle petshoplar olmamalı. Hayvan ticareti bir sektör hâline getirilmemeli. İnsanlar bireysel olarak daha güzel diye hayvan seçebilir, bu insan doğasında olan bir eğilimdir. Ancak bu eğilim, her konuda bilinçsiz bir şekilde en güzeli arayan kişilerde görülür. Ne olursa olsun, hayvanları birer mal olarak sunan kurumlar var olmamalı ve bu kurumları denetlemeyen bir devlet de kabul edilemez. Bir hayvanın sahiplendirilme süreci, tıpkı çocuk esirgeme kurumları gibi titizlikle yürütülmeli. Her ne kadar o sistem de bazı yönleriyle sorunlu olsa da hayvan sahiplendirme sürecinde benzer bir dikkat gösterilmelidir. Petshoplara tamamen karşıyım, çünkü bu işletmeler hayvanları daha fazla üretip ticari amaçla çoğaltıyorlar. Bu, bir arz-talep meselesi ve ne yazık ki bazen bu talebi de kendileri yaratıyorlar. Ayrıca barınakların iyileştirilmesi ve sokak hayvanlarının rehabilitasyon süreçlerine daha fazla yatırım yapılması, bu mücadelenin sürdürülebilirliği açısından büyük önem taşıyor. Bu bağlamda toplumsal farkındalığın artırılması, eğitim ve bilinçlendirme çalışmalarının yaygınlaştırılması hayvan hakları mücadelesinin daha etkin bir şekilde yürütülmesine katkı sağlayacaktır.
Tuba Kesim: Bizde hayvanların rehabilitasyonu konusu ne yazık ki pek bilinmiyor. Örneğin, köpek davranışı eğitmenlerinin desteğe ihtiyaçları var. Veterinerler bilinirken hayvan davranışlarının eğitilip değiştirilebileceği konusunda yeterli farkındalık yok. Psikolojide hayvan psikolojisi dersleri var, bazı psikologlar bu alanda uzmanlaşıyor ancak veterinerlikte bu dersler yeterince yer alıyor mu, emin değilim. Köpek eğitmenleri, desosyalizasyon gibi davranışsal sorunları çözmede çok önemli bir rol oynuyorlar. Bu alandaki uzmanlar, hayvanları eğitebilir ve rehabilite edebilirler, fakat barınaklar hem yetersiz hem de uygun personel eksikliği çekiyor. Barınaklarda hayvansever insanların görev alması gerekiyor, çünkü mevcut koşullar oldukça kötü. Hayvanlara doğru bakım ve rehabilitasyon sağlanmadığında, bu barınaklar neredeyse birer hapishane gibi işliyor. Bu alanda daha fazla personel ve destekle, hayvanlar için büyük bir fark yaratılabilir.
(97. Sayı)