Nesibe ŞENATLI
Bismillah...
Âdemoğlu meseli -Âdem’in iki oğlu kıssası(!)- rivayetlerle ve çoğunlukla İsrâiliyat’ın etkisiyle şekillenmiştir. Literatürde Hâbil-Kabil kıssası olarak kabul edilmekle beraber, ilk insan(!) ve ilk peygamber Hz. Âdem (as)’ın iki oğlu olarak geçer.
Kuran-ı Kerim’in nüzulünden önce de konu, Hâbil-Kabil kıssası olarak biliniyordu. Ancak Allah, sadece Kur’an’da verilen bilginin Hakk (bil hakk) tek doğru olduğunu beyan ediyor.[1] Öyleyse bize düşen, konuyu doğru ve maksada uygun anlamak için iz sürerken (tilavet /vetlu) Kur’an’ı ölçü almaktır. Aksi halde Allah’ın uyarısına rağmen, bizden öncekilerin ve Resûlullah’tan öncekilerin yaptığı yanlışa düşmüş olacağız.
Âdemoğlu formu başka ayetlerde de geçtiği için[2] Hâbil-Kabil ismi ile meşhur bölümdeki Adem’in, ilk insan ya da ilk peygamber olan Hz. Âdem değil, insanoğlu manasında kullanılan “âdemoğlu” olduğunu düşünmekteyim ve yazıda bunu esas alarak ilerleyeceğim.
Kur’an’da geçen âdemoğlu meselinde, Hâbil-Kabil ismi geçmediğinden, yazıda bu isimler kullanılmayacaktır. Bunun yerine Kuran’da geçtiği gibi, Âdemoğlu (beni âdem) tanımı kullanılacaktır.
Söz konusu pasajda[3] âdemoğluna ait (olumlu-olumsuz) iki farklı temel karakteristik özelliğin işlendiği ve bu iki yönelimin kıyamete kadar da böyle devam edeceğine[4] dikkat çekeceğim. Bunun yanında insanoğlunun olumsuz temayüllülerinin yaşattığı kötü sürecin sonunda, pozitif temayül sahiplerinin duruşunu, olumsuz temayüllülerin, olumluları katletme (!) karakteristik zihniyetini, bunların tövbe ile yenilenmesine dair görüşlerin altını doldurmaya çalışacağım.
Meselin ilk bölümünde; âdemoğlunun Allah’a birer kurban sundukları, birinden kabul edildiği, diğerinden kabul edilmediği ve kurbanı kabul edilmeyenin, kurbanı kabul edilene düşmanlık yaptığı anlatılarak, bu iki ana temayüle dikkat çekiliyor.
Konunun odağında bulunan kurbanın doğru anlaşılması gerekmektedir. Kurban, literatürde Allah için bir hayvan kesmek şeklinde anlaşılmıştır. Oysa “Kuran’da kurban” kavramı, Allah için ve yaratılış amacı doğrultusunda, takva duyarlılığı ile, Allah’ın emir ve nehiyleri dikkate alınarak yapılan, dolayısıyla Allah’a yakınlığa (kurbiyete) vesile olan tüm ameller için kullanılıyor.
Ayette “şeairillah” olarak geçen kavram ‘hac kurbanı’dır. Hacda kesilen hayvana, kurban değil “hedy” [5] deniliyor. Hedy büyükbaş hayvan anlamına gelmiyor ama bu türü de -hacda olmak kaydıyla- kapsar. Daha özel bir ifade ile hedy, Allah’ın şeâiri (şeâirillah) denen hacı ya da hac kurbanı demektir.[6]
Bir de budn (bedene) var ki, o da yine kurbanlık hayvana denir ama semizleşen iri yarı ya da büyükbaş kurbanlık veya deve anlamında kullanılıyor. Budn’un, hedy gibi, hacda kesimle veya hacca gidenle direk ilgisi yoktur.
Kevser sûresindeki nahr kavramı, kurbanın boynunu kesmek manasında genel kabul görmüş ve sadece Allah için kurban kes şeklinde meallendirilmiştir. Oysa Kevser ile İnşirah ve Duha sureleri birlikte değerlendirildiğinde görülecektir ki Allah, Hz. Peygamber’in hayatını vahye yaslayarak (fesalli), Allah’a adanmış şekilde yaşamasını (venhar) istiyor. Dolayısıyla Kevser suresini kurbanla ilişkilendirmek, Metinle örtüşmeyen bir te’vildir. Ayrıca Allah, Hz. Muhammed’in (as) risâleti benimseyerek içselleştirmesini ve resullüğünün gereği olan tebliğ görevine hazırlamaktadır. Esasen Allah, Resulünü içsel /kişisel sıkıntılardan veya zincirlerinden kurtarmak için vahiyle eğitiyor. Bu ilahi terbiye kapsamında, Müzzemmil suresinde[7] özellikle 8.ayette geçen,“tüm benliğinle Allah’a yönel” ve “Allah adına, Allah’ın adıyla hareket et” ile Müddesir suresinde[8] de Resulullah’ın ( as) eğitildiğini açıkça görmek mümkün. Dolayısıyla “nahr” kelimesinden hareketle, Kevser sûresinin kurbanla ilişkilendirilmesi, zorlama bir yorumdur.
Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail’i kurban etmesi şeklinde anlaşılan ayetlerde[9] de bir kurbandan bahsetmek mümkün değildir. Ancak ilgili pasajda, Allah’a teslimiyet ile yönetişim kodları ya da felsefesinden bahsedilebilir. Lakin bu konunun müstakil çalışılması gerektiğinden sadece bu kadarla yetineceğim.
Âdemoğlunun (insanoğlunun) iki yönelimine gelecek olursak; kurbanı kabul edilenin, kurbanı kabul edilmeyene “Allah muttakilerin kurbanını kabul eder” demesi, konu ile ilgili verilmek istenen temel mesaja ve konuya çok önemli bir boyut kazandırmaktadır. Görünen o ki, kurbanı kabul edilmeyen de Allah’a bir kurbiyette bulunmuş ama amelinin takvası eksik olunca, Allah tarafından kabul edilmemiştir. Bu durum insanın yaratılış amacını bildiren “ben insanı ve cinleri[10] sadece bana kulluk etmesi için yarattım” ayetini[11] hatırlatıyor. Takvasız amel, sahibini müstekbirleştirmiş ve muttaki olanlara karşı da aktif bir zalime dönüşmesine sebep olmuştur. Âdemoğlunun olumsuz temayülü bu manada önemli mesajlar içeriyor. Müstekbir zihniyetliler kaybettiklerini anladıklarında, kendini değil, başkalarını suçlarlar. Hatta işi daha da ileri götürerek Allah’ı bile suçlayabilirler. Bu bağlamda temsili âdem-iblis kıssasına bakılabilir. [12]
Allah’ı tek ilah kabul etmeyip O’nun belirlediği şekilde yaşamayanların ne malları ne de çocukları (sahip oldukları tüm imkanlar) Allah katında yakınlığa ulaştıramayacak, kurbiyete vesile olmayacaktır. Ancak imanda sebat ederek imana uygun sâlih amel işlemek, yüksek bir dereceye sebep ya da vesile olur.[13] Nitekim bu duyarlılığa sahip olmayanların amellerinin, kendilerini Allah’a yaklaştırmaya değil, uzaklaştırmaya vesile olduğu görülmektedir. Öyleyse takva, imanda sebat üzere olmak, imanına uygun ıslah edici ve hayrı kendi dışındakilere de dokunan sâlih amelleri işleme duyarlılığına sahip olmak ve bu bilinçle hayatı yaşamaktır denilebilir. Bir amelin takva ile yapılması, o amelin Allah’ın bildirdiği sınırlara dikkat edilerek yapılması demektir. Takva ile yapılan ameller, sahibini mukarrab (kurban ile aynı kökten) yapar, yani Allah’a yaklaştırır.
Allah sadece muttakilerin kurbanını kabul eder, takva ile yapılmayan ya da Allah’a karşı duyarlı davranılmayan amelleri (kurbanı), kabul etmeyeceğini açıkça bildiriyor. Böylelerinin kurbanını “ateşin yediği kurban” olarak ifadelendiriyor.[14]
Bu itibarla kuranda bedevi zihniyetlilerden bahsedilirken deniliyor ki: Bazı bedeviler vardır ki; Allah indinde kurbiyete vesile olması ve resûle de destek (salavat!) için infak ederler. Bu bir kurbiyyettir/yakınlıktır (kurbandır). Allah böylelerini rahmetine[15] koyacaktır ve önceden yapıp ettiklerinden dolayı da, onlara karşı ğafûr ve rahîm şekilde muamele edecektir. Muttakiler amellerini, Allah ne der kaygısıyla (takva) ve ihlas ile yaptığından, amelleri kurbiyete vesile olacaktır. [16]
Ama Allah’tan başka ilah edindikleri için O’nun belirlediği sınırları dikkate alınmayanların amellerini (kurbiyetini) kabul etmediğini bildiriyor. Çünkü bunlar yaptıklarını, (ğarame) eza, sıkıntı, mahrumiyet, kayıp, zarar ve ziyan olarak görürler. Esasen bu zihniyetliler (ki Resulullah ile müttefik olanlar ya da münafıklardır) yapıp ettiklerini mecburiyetten yaparlar, gönüllü yapmazlar. Yani bunlar, “infak ahlakı” da diyebileceğimiz takvadan yoksun kimselerdir. Bir nevi vermiş olmak ve kurtulmak için verirler. Dolayısıyla en kötüsünü yapar ya da verirler. Yaptıklarına zaten angarya olarak bakarlar. Üstelik verdiklerinde de gözü kalmıştır ve verdiğini alanların başına kötü şeyler gelmesi beklentisi içindedirler.[17] Aslında bu durum cehennemi dünyada yaşamaktır. Bu ise, bir tür helaktır. Muttaki mü’minler hem pratikte hem de teorikte böyle bir felaketin kıyısından dahi geçmedikleri gibi, bundan Allah’a sığınırlar.[18] Âdemoğlu meselinde kurbanı kurbiyete vesile olmadığı için kaybedenler, mantık olarak bahse konu edilen bedevi zihniyetliler gibidir diyebiliriz. Zira böylelerinin yapıp ettiklerinin Allah tarafından kabul edilmesinin temel şartı olan takva, gözardı edilmiş ve hevâ ilah edinilmiştir. Bunların muttakiler için istedikleri veya umdukları kötü belalar, asıl kendilerini kuşatacaktır. Çünkü Allah her şeyi işitir ve her şeyi bilir. [19]
Sözün burasında Mâide suresinde geçen “ateşin yediği kurban” dan bahsederek, âdemoğlunun kaybedenlerinin konu edildiği bölümün daha da detaylandırabiliriz. Cehennem ehli (bunlar bir inanca sahip olan ama aslında iman etmeyen müşriklerdir) dünyadayken, cennete girmeyi umdukları bozuk inançlarıyla yaşadıkları, ama yaptıklarının ateş tarafından yenilip yutulacağı ve kendilerinin cehennem ehli olup kaybedenlerden olacakları haber veriliyor.[20] Allah’ın bildirdiği şekilde inanmayıp kendilerini israf edenler, hüsrana uğrayanlardır. Bu âdemoğlunun kaybedenlerinin düştüğü vahim durumdur.
Kaybedenler bir de fâsık başlığı altında dikkatimize sunulur: Allah fâsıklardan (yoldan çıkmışlardan), ister gönüllü ister gönülsüz harcama yapsınlar! bu infaklarını kabul etmez. Böyleleri nar ashabıdır (ashabun-n nar) ve bunlar, amellerini ateşin yediği kimselerdir.[21] Bunlar hayatını Allah’a, ya da vahye değil, Allah dışında birilerine veya bir yerlere (tağut) yaslayan, ya da dayandıran kimselerdir.[22]
Ateşin yediği kurbana bir izahatı da Ahkaf suresinde bulmak mümkün: Allah’ı bırakıp, O’na yakınlık sağlaması için başka ilahlar edindikleri, ama o ilahların kendilerini yüzüstü bıraktığı, uzaklaştığı haber verilir. Bu durumun onların uydurması ve yalanları sonucu olduğu beyan ediliyor.[23] Böyleleri ateş ehlidir ve ebedi kaybedecek olanlardır deniliyor.
Zümer suresinde “halis din sadece Allah’a aittir” beyanından sonra, Ahkaf’dakine benzer mesajlarla, umutların nasıl hezimete dönüştüğü ve geri dönüşsüz kaybetmenin nasıl yürek yangınına sebep olduğunu açıkça görebiliyoruz.[24]
Âdemoğlu meselinde kurbanı kabul edilmeyenin, kurbanı kabul edileni öldürmesi şeklinde anlaşılan bölümün de, iki ayrı temayül olarak anlaşılması, daha doğru olacaktır. Birincisi manevi katletme iken, ikincisi de gerçek öldürmedir.
Metinde geçen “katele” kavramı, öldürmek manasına geldiği gibi, itibarsızlaştırmak, izzet ve şereften yoksunlaştırmak, manevi açıdan birini bir şeyden yoksun hale getirmek anlamlarına da gelir. Üstelik ilk anlamıyla kuranda da kullanılır. Âdemoğlunun övülen, izlenilmesi istenen muttaki modelin zihniyeti ya da karakteristik özelliği, kendisini katlederek saldırana, eli kolu bağlı göz yumduğu ve teslim olduğu,[25] dolayısıyla muhatabına el kaldırmayıp öldürüldüğü manasına gelmemeli kanaatimce. Çünkü bu durumdaki birinin kendini kurtarmak için, gerekirse öldürmek de dahil kendini savunma hakkını kullanmaya Kur’an’da izin vardır.[26] Bu manada “katele” kavramını, konunun bu bölümünde öldürmek şeklinde değil de kelimenin birinci anlamı olan, muttaki insan kardeşini itibarsızlaştırmak anlamını vermek daha isabetlidir. Kur’an’dan örneklendirecek olursak, Yusuf’un (as) kardeşlerinin Yusuf’a yaptıkları bu bağlamda anılabilir. Böyle anlaşıldığında muttaki olan tarafın, kaybettiği için düşmanlık duygularının esaretine giren insan kardeşine, “sen beni öldürmek için bana el uzatsan da ben yine sana el uzatmayıp kendimi savunmayacağım” değil; ‘tüm gücünle üzerime gelsen, beni kuşatmak için mücadele etsen ve imkanlarımın üzerine yayılsan da (yed kelimesi güç manasına, beseta da yayılmak ya da etki alanını genişletmek manasınadır), ben senin bana yaptığını sana yapacak değilim’[27] şeklinde anlaşılmalıdır. Böyle anlamamızın sebebi, muttakiler kendilerini yönetebilecek kudrette kimselerdir. Dolayısıyla onlar, öfke ve korku (duygularıyla) ile değil, tavrını muhatabın belirlemesine izin vermeden ilkesel davranırlar ve hududullahı aşmaktan korkarlar. Burada müstekbirlerin ehli takvaya “el uzatması” onlara haksızlık yapması, itibarsızlaştırarak etkisizleştirmesi manasına geldiğini söyleyebiliriz.[28]
Meselenin klasik kabuldeki öldürme/katletme olmadığı açıktır. Bu konudaki tercüme “insanın yaşam hakkının savunulmaya değer” temel ilkesiyle bağdaşmıyor.[29]
Metinde geçen ikinci olumsuz anlamdaki katele de gerçek öldürme ya da katletme temayülüdür. Bu durumdaki müdahaleye maruz kalan muttaki müminöin, meşru savunma hakkını kullanmasına bir engel yoktur.
Sadece Allah’a kul olanlar ve O’na dayananlar, Allah’ın belirlediği sınırların dışına çıkmazlar. Bunlar korkabilirler ama insani olan bu korkularının, kendilerini esir almasına asla izin vermezler. İman iddialarıyla çelişecekleri durumlara düşmezler. Aslında bu tavrı Yusuf’un (as), kardeşlerine karşı duruşunda ve onlara muamelesine görebiliyoruz. Zira kardeşleri Yusuf’a el uzatmışlar, her tür zulmü yapmışlar ama Hz. Yusuf, Allah’tan yana dik duruşunu bozmamıştır. Bu duruş, nurlu insanların, mü’minlerin tavrıdır. Onları hiçbir alış-veriş (kayıp ya da kazanç) Allah’ın zikrinden (!) alıkoyamaz.[30] Muttaki oldukları için ibadurrahman olanlar, kendilerine her tür kötülüğü reva görenlere, aynısını yapmaya güçleri yettiği halde tevessül etmezler ve sabrederler. Hz. Muhammed’in (as) müstekbir ve müşrik kavmine karşı sergilediği ilkeli duruşu da bu bağlamda zikretmek gerekir.
Ayette “alemlerin rabbinden korkarım” formuyla geçen havf kelimesi, gelecekle alakalı, müphem gelecek ve bilinmezlik durumlarında kullanılır. Ayette “senin bana yaptığının aynısını yapmak, senin durumuna düşmektir” şeklinde anlamak daha doğrudur. Müstekbirlerin yaptıklarını yapmak, takva ehli için Allah’tan uzaklaşmaya sebep olacaktır. Dolayısıyla muttakilerin havf’ı (korku), mazlum iken zalimler gibi davranmaktan ve onların akıbetine uğratılmaktan korkmaktır.
Maide 29.ayette “tebuue” kelimesi (kuranda genelde bu dünyadaki değer merkezli hayatın kodlarını içeren yerleşme/ikame, ya da değersizleşerek tüm bunları kaybetme manasında iki zıt anlamı içerir), benim günahımı üstlenesin şeklindeki genel kabul, Kur’an’ın ”kimse kimsenin günahını yüklenmez”[31] kurucu ilkesine terstir. Söz konusu meselde, takvadan yoksun iş tutan veya Allah’ın bildirdiği şekilde değil de nehyettiğini benimseyenlerin düştüğü reddedilme veya kabul edilmeme durumunu anlatılıyor. Bu, İsrailoğullarının Hak olanı nahak olanla değiştirmeleri sonucu, Allah’ın gazabına uğramaları gibidir.[32] Bunun dışında başka ayetler de bu görüşü teyit eder.[33] Onların amellerine karşılık uğratıldıkları gazab ve azab, akibeti hüsran olmakla beraber, bu dünyada da cezalandırılmaları demektir. Allah’a tutunanların/dayananların (salli) ise dünyaları, razı olacakları hasen bir hayat olacaktır. Böylelerinin ahiretteki ecirleri ise, daha büyük olacaktır.[34]
Âdemoğlunun muttaki olanları, takvadan yoksun istismarcılar gibi davranmazlar. Böylece onlar, “benim günahıma (hakkıma) girerek ve kendi günahınla, bu dünyada kötü anılacak ve akıbeti cehennem olanlardan olacaksın” demektedirler. Dolayısıyla zalimler hem bu dünyada kötü anılacak hem de ebedi hüsrana uğrayacaklardır.[35]
Muttaki mü’minler sorumluluklarının şuurunda oldukları için, Allah’ın kitabında bildirdiği sınırları aşmazlar. Esasen nerede nasıl davranacaklarına düşmanlarının ya da rakiplerinin belirlemesine izin vermezler. Çünkü Allah katında kaybedenlerin, cahil [36] kimseler olduğunu bilirler. Allah mü’minlere, cahillerin ayartmalarına selam (!) ile muamele etmelerini tavsiye eder.[37] Gündemini ve neyi nasıl yapacağını düşmanlarının belirlemesi, kabul edilemez. Selam değerini benimseyenler, eylemlerini tercih edilmiş ilkeler doğrultusunda belirleyerek hareket ederler. Âdemoğlunun zulme uğrayan mustazaf ve muttaki örneğinde, Allah ne der kaygısı ile belirlenmiş tavır ve eylemlerin kodlarını ve formüllerini bulmak mümkün.
Yazının konusu olan meseli, ademin iki oğlu şeklinde değil de iki temel yönelim şeklinde anladığımızda, olumsuz karakteristik özelliğin ikincisi olan takva nimetiyle nasiplenmeyi reddedenler, kıskançlık duygusuyla kötülüğü daha da büyüterek, insan (muttaki) kardeşini öldürenlerdir (katele). Kendini israf edenler, muttakilerin takvasını kıskandıklarından, hased ettiği insanı öldürmeyi, nefsinin istediğine ulaşmak için yeni bir başlangıca[38] vesile olarak görürler. Ama bu yaptıkları böylelerin hüsranının başlangıcından başka bir işe yaramayacaktır.[39]
Burada bir değer olumlu olumlu yönelim olan Âdemoğlunun, işlediği suçlardan sonra tevbe ile arınanlarına söz getirilir. Takvadan yoksun olanların bir kısmı da muttaki insan kardeşlerine karşı işlediği suçlardan sonra, uyanacak ve hatalarını idrak edeceklerdir. Allah böylelerinin tevbelerini kabul ederek, onları küllerinden diriltir (abese/fe abesallah).[40] Yeni başlangıçları da[41] derin pişmanlıkları[42] olmuştur.[43] Hata ve yanlışlarından pişman olmak güzeldir ama o hataları işlememek en doğrusudur. Bu da ancak sorumlu davranmakla (takvallah) mümkündür. Burada günahkarın ahlakından bahsedilecekse eğer, hatalarını ve günahlarını sonlandırmak, tevbe ile dirilmek ve düştüğü yerden kalkabilmektir denilebilir.[44]
Pasaj, İsrailoğullarına geçmişte verilen tavsiyelerle bitiyor ama mesaj tüm insanlar içindir. Bir can ancak bir cana karşılık, ya da yeryüzünde fesat çıkarma durumunda alınabilir. Aslolan insanı yaşatmaktır. Bir insanı yaşatmak tüm insanları yaşatmak gibidir. Hakeza bir canı haksız yere öldürmek de tüm insanlığı öldürmektir. Resuller beyyinat getirdiler ama çoğu bundan sonra bile yeryüzünde müsrif oldular. İhtiyatsızlık, hadsizlik yaparak aşırı gittiler.[45]
Sahibimiz olan Allah, bize muttakilerin izini sürenlerden olmayı kolay kılsın. Vesselam.
[1] Maide 5/27
[2] Araf 7/26,27,31,35,172,17/70,36/60
[3] Maide 5/27-31
[4] Saffat 37/113 (Muhsinler ve zalimler)
[5] Hacc 22/36
[6] Maide 5/2
[7] Müzzemmil 73/1-8
[8] Müddesir 74/1-7
[9] Saffat 37/102-107
[10] İnsanın; görünür- görünmez, soyut-somut ya da maddi-manevi tüm yönleriyle ve imkanlarıyla, sadece Allah’a kul olması.
[11] Zariyat 51/56
[12] Hicr 15/39,40
[13] Sebe 34/37
[14] Maide 5/27
[15]Rahmet: İlgi-alaka,şefkatve merhametiyle kuşatmak manasına.
[16] Tevbe 9/99
[17] Tevbe 9/98
[18] Furkan 25/65
[19] Tevbe 9/98(ayetin son bölümü)
[20] Ali imran 3/183
[21] Tevbe 9/53
[22] Maide 5/29
[23] Ahkaf 46/28
[24] Zümer 39/3
[25] Maide 5/28
[26] Maide 5/32
[27] Hz Yusuf (as) da böyle yapmıştı.
[28] Maide 5/28
[29] Furkan 25/68
[30] Nur 24/35-38
[31] Fatır 35/18
[32] Bakara 2/61
[33] Ali imran 3/112, 162, 2/90,
[34] Nahl 16/41
[35] Maide 5/29
[36] Cahil: haddini ve sınırlarını bilmeyen yozlaşmış kimseler.
[37] Furkan 25/63
[38] Sabaha /fe esbaha: yeni bir sabah.
[39] Maide 5/30
[40] Maide 5/31
[41] Saffat 37/17 ile beraber, Yeni sabahlara uyanmak, esbaha kelimesiyle.
[42] Nedeme/nedimin kelimesi: derin pişmanlık.
[43] Enbiya 21/97
[44] Maide 5/31
[45] Maide 5/32
ANALİZ
Sayı 60 (2018)