Hattat Yusuf Sezer ile “Sanatın Hası” Üzerine
Muharrem BAYKUL
2008 Kasım-Aralık (Sayı 3)
Hocam öncelikle Hattat Yusuf Sezer kimdir? Kendi ağzınızdan sizi kısaca tanıyabilir miyiz?
İnsanın kendini tanıtması en zor iştir. Siz tanıtabilirsiniz ama bizim kendimizi tanıtmamız oldukça zor. Memleketim Kastomonu. Devrekani ilçesi Baltacak Köyü’nde 1961 yılında rençber bir aileye mensup olarak dünyaya gelmişim. 1972 yılında İstanbul’a gelip Sümbül Efendi Kur’an Kursu’nda Kur’an eğitimimi tamamlayarak 14 ayda hafızlık belgemi aldım. Daha sonra İstanbul Gazi Osman Paşa İmam Hatip Okulu’nda yatılı kalarak tahsil hayatımı tamamlamaya gayret ettim. Şu anda da mesleğimi de hattat olarak devam ettiren bir kişiyim.
Hat sanatına başlama serüveniniz nasıl oldu?
Cenab-ı Hak kuluna ne yapacağını daha çocukluğunda gösteriyor. Hakses dergileri vardı bilmem hatırlar mısınız? Onun kapaklarında bir takım hatlar olurdu. Daha ilkokula belki gidiyorum belki gitmiyorum. O yazıları patlıcan moru kopya kalemleri vardı o zaman, o kalemle kapağın üst boş kısımlarına taklid ederek yazıyordum. Ama bilmiyordum ki bu bir hat sanatı. Ben sadece bu bir Kur’an yazısı diyerek taklid ediyordum. Meğer Rabbim bunu daha çocukken gönlümüze nakşetmiş. Eğitimim ilk böyle başladı. Ağabeyim 1965’li yıllarda Kastamonu’da İmam Hatip Okulu’nda okurken Hattat Emrullah Demirkaya’dan hat dersleri alıyormuş. Ben reçeli çok seviyorum. Reçel o zamanlar ramazanlarda köy hocası için hazırlanırdı. Doyasıya reçel yiyemezdik. Bir yaz ağabeyim köye geldiğinde meraktan ağabeyimin çantasını karıştırdığımda bir kavanoz vardı. Ben de reçel zannedip parmağımı batırıp ağzıma götürünce simsiyah bir şeyle karşılaştım. Ama mürekkep olduğunu da bilmiyorum. Bir de yanında defter var. Siyah siyah kamış kalemler var. Kavanoza batırıp yazmaya çalıştım. Demek dedim bu mürekkep bunlar da kalemi. Daha ilkokul yıllarım. İşte o mürekkebe elimi batırıp ağzıma götürmemle hat mürekkebiyle, is mürekkebiyle tanışmam başladı.
1972’de Koca Mustafa Paşa’daki Sümbül Efendi Kur’an Kursu’nda okurken Kur’an hocamız Hafız Mustafa Yılmaz’ın misafiri olarak Nuru Osmaniye Camii’nin baş müezzini Hattat Recep Berk hocaefendi ziyaretine gelmişti. Dershanemizdeki siyah tahtaya tebeşirle çok muntazam bir besmele yazdıktan sonra bize döndü. Çocuklar dedi, bakın bakalım Kur’an-ı Kerim’in başlangıcındaki besmelelere. Baktık ki tahtadakiyle aynısı. Dönüp bize “Ben bu yazıyı size öğretmek istiyorum. Öğrenmek ister misiniz?” dedi. Talebelik heyecanıyla 74 talebe hepimiz elimizi kaldırmıştık.
İlk olarak 14 Mayıs 1972’de hat sanatına başlamış oldum. Takdir-i ilahi Recep hocamızın ömrü kısaymış. Biz 72’de başladık. 78 yılı haziran ayında Recep hocam vefat etti. Ancak yine bir tarih bilgisi saikasıyla ben İmam Hatip Okulu’nda okurken bir gün Milli Gazete’nin arka sayfasında hattat Hamit Aytaç hocayla iki gün tam sayfa röportaj yapılmıştı. Onu okumuştum. Hafta sonu derse gittiğimde Recep hocama merakla sordum: “Hocam Hattat Hamit hoca kimdir?” O da “Evladım o bu sanatta bizim dedemizdir,” demişti. “Benim hocam Mustafa Halim Özyazıcı’nın da hocasıdır,” dedi. “Peki hocam bu zatı tanımak, elini öpmek istesem müsaade eder misiniz?” dedim. Ama bakınız o zamanki bir Kur’an talebesi, bir imam hatip talebesi olarak müsaade alış tarzımız vardı. Bunu bugünün gençliğinin askerlik sonrasında bile bilemediği, yapamadığı bir usül. Henüz 13-14 yaşındayız. Ve “Hay hay evladım,” dedi. Kurban bayramının yaklaştığı günlerdi. “Arefe günü ikindi namazını kılar üstadı ziyaret ederiz,” dedi.
16 Kasım 1976 tarihinde hattat Hamit hocamla tanışmış oldum. Ziyaretin sonuna doğru hattat Recep hocamın Hamit hocama teklifi şu oldu: “Üstadım,” dedi, “hepimiz sizden öğrendik. Bu hafız Yusuf Efendi’nin kabiliyeti istidadı çok güzel, istiyorum ki bu sanatı sizden tamamlasınlar ve icazeti yani bugünkü anlamıyla diplomasını sizden alsınlar. Ümit ediyor ve inanıyorum ki bu sanata hizmet ederler. Siz yetiştirin sizde bitirsinler,” dediyse de Recep hocam saygı ve ısrarla takdim etmesi o kadar güzel referans oldu ki unutamam. “Üstadım hem sizin namınızı hem bu fakirin ismini yaşatsın bu Yusuf Efendi,” dedi. Hamit hoca da “Evlat,” dedi, “Cumartesi kamış kalemi, mürekkebi, defterini alıp gel.” “Üstadım müsaade ederseniz,” dedi Recep hocam, “talebemizin kalemi, defteri yanındadır.” “Ver bakayım,” dedi Hamit hocam.
Ve 16 Kasım 1976’da Cumartesi günü Sülüs dersinden “Rabbi yessir” duasını Hamit hocam o nazik, narin kalemiyle bize güzelce yazıverdi. Ve ben de o günkü bu heyecan ve istekle çalışmaya başladım. Ve 24 Temmuz 1980’de hattat Hamit hocamdan öğrenilmesi gereken hat sanatı usullerini tamamladım. Üstadım bir gün dedi ki: “Sana icazet verelim. Artık yaşım ileri. Emeklerimiz zayi olmasın. Sizin de bu sanata hizmet etmenizi umuyoruz. Bir eser hazırla da altına biz de dua kısmını yazalım, sizi de mezun edelim,” dedi. O zaman anladım hattatlıktan mezun nasıl olunuyormuş. Ben hazırlığımı yaptım, Hamit hocam da alt kısımlarına dua temenni ve izin kısımlarını yazdılar. İcazetimi alırken Hamit hocama dedim ki: “Hocam altı yıl bize emek verdiniz, zahmet çektiniz. İstirahatinize dahi mani oldum. Derslerimi öğrenmem için yardımcı oldunuz. Üzerimizde hakkınız çoktur. Bize hakkınızı nasıl helal edersiniz?” “Evlat…” dedi, “…hat sanatına hizmet edersen hakkımı helal ederim, bırakırsan kıyamette on parmağımla davacı olurum.” Bir nevi vasiyet yapmış oldu.
İcazetten sonra da birtakım kitap kapakları, kompozisyonları yaparak hocama onların tashihlerini yaptırıyordum. Bir gün 10 cm çapında yaptığım altında imzamın olduğu bir kapak çalışmasını tashih için hocama götürdüğümde dedi ki: “Evlat bu imza çok kalabalık. Bak ben de imzamı sadeleştirdim. Sana bir imza bulalım.” Önce Hamit imzasını, o bilinen maruf imzasını yazdıktan sonra tire koydu. Hafız. Bu günkü imzam. “Evlat,” dedi. “hem benim imzamın şekli kaybolmasın hem de benden sana bir hatıra olsun. Senin bu sanata hizmet edeceğinden hiç kuşkum yoktur. Beni hatırlarsın,” dedi.
Bunun içindir ki insan bir hüneri öğrendiği zaman Kur’ani çerçeveden hareket etmeli. Bu açıdan da Rabbime ne kadar hamd etsem azdır. Bugün 36 yıldır hat sanatıyla meşgul olan bir kardeşiniz olarak ve 9000’i aşan talebe sayımızla bütün dünya coğrafyasında ve her ilde bir sergi her evde bir eser düşüncesiyle Anadolu’nun her köşesinde bu sanatı tanıtma gayretinde olmaya çalışıyorum. 2008’in ilk yarısı itibariyle 42 sergiye ulaşmış olduk elhamdülillah.
Hat sanatının ilk ortaya çıkışı ve tarihi sebepleri üzerine neler söylersiniz?
Hz. Âdem’den (as) Peygamber’imize kadar gelen süreçte birçok şekiller, motifler denenmiş. Fakat Kur’ani usülde ilk yazının talimi de Cenab-ı Hak tarafından Cibril-i Emin vasıtasıyla Peygamber Efendimiz’e aktarılıyor. Talim ediliyor. Tarif ediliyor. Yani vahiyle başlayan bir yazı yolculuğu var. Bunun ilk örneklerini Topkapı Sarayı’nda ve önemli müzelerde görmek mümkün. Gerek Peygamber’imizin mektuplarındaki yazılar gerekse mühr-i şerifleri olsun, ilk yazı örneklerinde oralarda görebiliyoruz. Ama bu sanata ilk olarak Hz. Ali efendimizin hilafeti döneminde kendisinin de yazıya olan vukufiyeti, kabiliyetiyle yaptığı o ilk Kufi denemelerde rastlamak mümkün. Bunun üzerinden üç dört asır Osmanlı’ya gelene kadar belki daha fazla bir süre çok çeşitli yazı denemelerine girişilmiş fakat çok fazla bir örnek çıkarılamamıştır. Bunu tarihi müzelerde kalabilen örneklerinden görüyoruz.
Kitaplardan öğrendiğimiz kadarıyla ilk örnekleri Yıldırım Bayezit Amasya valisiyken tanıştığı ve ondan Osmanlı’yı yansıtan birtakım çalışmalar yapmasını istediği Şeyh Hamidullah Efendi ile başlayan bir süreç var. Ve onun yazdığı Kur’an-ı Kerim’ler olsun ve diğer eserler bize kadar gelenlerin Osmanlı’daki ilk köprüsü, kapısı oluyor. Ama bugün İslam coğrafyasında ve Türkiye’de genel olarak kullanılan 12 çeşit hat sanatı numuneleri değişik yazı çeşitlerinde eserler verilebilir haldedir. Osmanlı’da hat sanatına ve hattata çok önem veriliyordu. 36 padişahın 18’inin devlet hizmeti yanında hat sanatıyla da fiilen meşgul olduğunu görmekteyiz.
Osmanlı sonrası yazı inkılâbıyla yaşanan zorluklar nasıl aşılmış?
Mutlaka bu sanatın yayılması bu sanatın sanat olarak icra edilmesi bize gelen mabetlerin içerisindeki eserlerin tamiri yine o ilk yılların aklı eren insanların bu sanatın Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Şark Tezyini Sanatları adı altında tedrisatının devamına müsaade edilmiş, Salah Cimcoz isimli önemli bürokratlardan birisinin gayretleriyle. Mabet ve müzelerimizdeki o âyetleri ve yazıları tamir ettirmek için yurt dışından mı sanatkâr arayacağız, kaldı ki bulamayız. Bizim sanatkârlarımız şu anda bu hizmetlerden akamete uğradıkları için yazı yazamıyorlar, bu sanatlarını icra etsinler diye böyle bir teklif sunularak Güzel Sanatlar Akademisi’nde bu sanatların devamı için bir hizmet başlatılıyor.
Bugün Allah’a çok şükür devam ediyor. Tabii o yıllarda Hamit hocamızın rolü çok büyük. Gerek Yıldız Porselen’de, gerek Paşabahçe’deki vazoların, porselenlerin üzerine hatlar işlemesiyle bu sanatın kültür amaçlı bir başka şekilde taşınmasına gayret etmişler. Ve bugün de elhamdulillah hat sanatına hizmet eden ne kadar hattat varsa mutlaka Hattat Hamit hocamızın rahlesinden, kaleminden, dersinden nasip almıştır. Şükürler olsun o sıkıntıların üzerinden uzun yıllar geçmiştir. Mücadele edilmiş, çıkış yolu aranmış ve bugün hat sanatı çalışmaları İstanbul’umuzda vakıf ve tüzel kişilerin gayretiyle devam ediyor. Bizler de aldığımız icazetimizin bana verildiği o gün hocamın aktardığı nasihatler ve vasiyeti doğrultusunda hizmete devam etmekteyiz. Cuma ve cumartesi günleri hat kursumuz Fatih’deki atölyemizde devam etmektedir.
Hat ile Kur’an arasında nasıl bir bağ var?
Konunun kendisi Kur’an zaten. Hat sanatı dendiği zaman Kur’an harfleri, alfabesi ile yazılan sanat demektir. Buna ecdadımız Arap alfabesi de demiyor bakın. “Hüsn-ü hat” diyor, güzel yazı sanatı. Yani Kur’an harflerinin en güzel bir şekilde biçim ve kompozisyon tertibini yaparak farklı güzellikleri, mesajları ayetleri insanlara daha güzel bir anlam ifade etmesi için özen göstermişler. Öyle hat sanatkârları yaşamış ki Kur’an-ı Kerim’i yazarken “Rabbim ben senin kelamını yazmaya layık mıyım, bana böyle bir lütuf ve ikramda bulunmuşsun,” diyerek yazıp bitirene kadar gözlerinden yaş akıtırlarmış. Bu huşu ile bu tevazu ile yazdıklarından bugün her müzedeki o eserlere ağzımız açık hayran hayran bakıyoruz. Yani bizi biz yapan değerler bunlar.
Kur’an’la yaşayarak sanatımızı icra edersek Kur’anileşmiş oluyoruz. Bugün hat sanatına hizmet eden hem hanım hem bey kardeşlerimiz var şükür. Ne kadar hamd etsek azdır. Demek ki Cenab-ı Hak kullarına kelamını hem yazdırarak hem de okutarak korunmasına yardımcı oluyor. “Onu biz indirdik koruyacak olan da Biziz,” buyuruyor. Bütün Dünya’da da Kur’an-ı Kerim en güzel bir şekilde yazılmak için emek sarf edilir. Yazılanların en güzelinin Kur’an olması için uğraşmışlar. Şeyh Hamdullah Efendi’nin bin adet civarında Kur’an-ı Kerim yazdığını kitaplardan okuyoruz. Hamit hocam en son iki Kur’an-ı Kerim yazıp okunması için bu ümmeti Muhammed’e bırakan bir insandır. Hafız Osman. İki tane Hafız Osman var. Büyük Hafız Osman ve Burdurlu Kayışzade Hafız Osman, Merkez Efendi mezarlığında yatmaktadır. “Kur’an-ı Kerim’ini yazarken Yusuf Sûresi’ndeki ‘ersilhu maane ğaden yerta’ ve yel’ab’ âyetini tashih eden, teravih namazında rüku esnasında Hakk’a yürüyen hattat” diye yazar mezar taşında.
Arayış içerisinde yol bulup hat sanatını TRT ekranlarında ve daha sonra özel televizyonlar, radyolar aracılığıyla duyarlı olanların gündemine taşımaya yönelik gayretim hâlâ devam etmektedir. Ve en son Hilal Televizyonu’ndaki “İnce Bir Dokunuş” programımız hali hazırda beşinci tekrarı yayınlanıyor. Ve ayrıca 36 ders 12 cd halinde toplandı bu çekimler. Her cd’de üç ders, bir de bütün eserlerden oluşan bir kitapçık halinde talep edenlere ulaştırılıyor.
Hat, yazarken göze şifa. Beynin yorgunluğunu gideriyor. Hafızanın yükünü hafifletiyor. Daha çok düşünme fırsatı tanıyor. Kalbi dinlendiriyor. Beynin çalışmasını, ufkun gelişmesini, sanatta yeni yeni arayışların daha çabuk tecelli etmesi için insana kapılar açıyor bu sanat. Bununla ilgili bir göz doktorunun tesbiti şudur: Gözlük kullanmak istemeyenler Kur’an hattıyla meşgul olsun, diye yazıyor ve muayenehanede görülecek şekilde duvarına asıyor. İşte reçete bu.
İki dönem mezun verdik. 26 talebe. 13 hanımefendi 13 beyefendi. Şimdi de 17 talebe var. 20’ye yaklaşacak inşallah 3. dönem icazet töreni için hazırlık yapıyoruz. Bu talebelerden 11 talebemiz Kur’an-ı Kerim’in yazımını bitirerek icazet alacak. 11 ayrı Kur’an-ı Kerim çıkacak. Bu 11 Kur’an-ı Kerim’in 8’i bayan hattatlarca ve 3’ü de sol elle yazılmış. Ve inanın asr-ı saadetten günümüze Kur’an-ı Kerim yazarak icazet alınacak ilk tören olacak. 3. dönem talebelerimiz için Aralık 2009 icazet dönemidir.
Bu bağlamda her hattatın gönlünde bir Kur’an-ı Kerim yazmak düşüncesi mi yatıyor? Sizin bu konuda yaptığınız çalışmalar nelerdir?
Bu murattır. “Rabbim bu kelamı yazmayı bana nasip ettin. Bu kamış kalemini bu is mürekkebini tanıttın. Ne olur kelamını yazayım da kulun olarak huzuruna geleyim.” Talebelerime şunu da diyorum: “Belki dünyada yaşadığımız sürece hiçbir amelimiz kabul olmayabilir. Fakat bu yazdığımız Kur’an bize mahşerde şahitlik eder de her şeyiyle bizi orada rezil u rüsva olmaktan korur.” Ne olur “Ben yazdım,” demekten kurtulalım. Ben yazdım demek için değildir Kur’an-ı Kerim. Kur’an-ı Kerim’e hizmet içindir yazılan hat. O kadar çok Kur’an-ı Kerim yazan hattatlar var ki çoğunun imzası bile yoktur. “Allahu a’lemu bissavab”, “Allahu a’lem bimuradihi” diye bitirmiştir.
Hat kursu bir ağabey kardeş sevgisiyle olur. Sanatta sevginiz, sabrınız, sebatınız yoksa başarıya ulaşamazsınız. Bu sanat para için yapılmaz. Bu sanat şöhrete kavuşmak için hiç denenmez. Çünkü şöhret bu sanat için afettir, uçurumdur. Bunun için de başında tevazu, ortasında tevazu, sonunda tevazu ile biter bu iş. Böyle olması lazım.
Mushaf yazmaya gelince, hâlihazırda bir çalışma başlamış değil benim için. Niye diyecek olursanız talebelerimi çalıştırıyorum. Talebelerime yazdırıyorum. Bunda da ısrarla kitap sanatları dediğimiz Kur’an yazımına ağırlık veriyorum ki her hat talebesinin hatta başladığında Kur’an’ı yazan arkadaşlarını gördüğü zaman ben de yazayım, ben de bu sanatla Kur’an-ı Kur’an-ı Kerim’i yazayım hevesiyle o içindeki sanat aşkı alevlensin.
Biz ömrümüz yeterse zaten bu hizmeti yerine getirme gayreti içinde oluruz. Bunun bir başlangıcını yaptık. Hem ülkemiz için hem ümmet-i Muhammed’in istifadesi için düşünmüyor değilim. Fakat talebelerimin ve işlerimin yoğunluğundan fırsatım olmuyor. Yani vakit içerisinde vakit bulmaya çalışıyoruz.
Son zamanlarda bilgisayarla yazılan Kur’an-ı Kerim’ler hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Bilgisayarla yazılan Kur’an-ı Kerim’ler elbette ki bir hizmettir. Bir şey diyemem. Fakat sanat zaviyesinden baktığımızda insanlarımız sanattan uzaklaşıyor. Bunun için de biz Kur’an-ı Kerim veya talebelerimizin kapasitelerine göre değişik eserler yazdırarak bu sanatla mezun etmeye çalışıyoruz. Orijinal Kur’an-ı Kerim’lerin yazılması çoğalması gerekiyor. Yani elle yazılmış Kur’an-ı Kur’an-ı Kerim’leri de bugünün insanının kolayca okuyabileceği şekilde harekelerini, harflerini alâmetlerini uygun bir şekilde geliştirerek, değerlendirerek yazdırıyoruz.
Hat çeşitlerinden kısaca bahsedebilir misiniz?
Yazı çeşitlerini şöyle özetleyebiliriz: İlk dönemden Osmanlı’ya gelinceye kadar altı çeşit yazı gündemimizde olmuştur. Hat kitaplarına baktığımızda en çok yazılagelen sülüs, nesih, muhakkak, reyhani, tevki ve rik’a olmak üzere altı temel yazı. Aklam-ı sitte dedikleri. Altı çeşit kalem. Altı çeşit yazı. Bugün Osmanlı’daki 43 çeşitten süzülerek, özetlenerek en çok rağbet gören 12 çeşit de bu yazıların inceltilmişleri oluyor. Kur’an-ı Kerim ve hadislerde kullanılan kitabet yazıları nesih, bugün mektup yazısı dediğimiz rik’a, yazılarda süslemelerde kullandığımız daha latif daha zarif görünmesini sağlayan reyhani, sülüs ve celî sülüs dediğimiz üç metre ve daha uzak mesafeden çıplak gözle görülebilen saltanat yazıları, bizim ecdadımızın geliştirdiği yazı çeşitleridir.
Bir de divan edebiyatında kullanılan farsça metinleri, beyitleri yazabilmek için ta’lik dediğimiz ve İranlıların kullandığı güzel bir yazı var ki bizde de geliştirilmiştir. Bunun örneklerini değişik hatlarda görmekteyiz. Yani biz bugün bu 12 çeşit yazıyı kullanabiliyoruz.
Geçmişten bugüne baktığımızda gençlerin ilgi alanları da değişmekte. Her şeyin bir anda olmasını isteyen insan portresi var karşımızda. Bu bağlamda aynı zamanda sabır sanatı da denen geleneksel hat sanatına ilgi nasıl? Ve bu ilgiyi/ilgisizliği neye bağlıyorsunuz?
İlgi ve ilgisizlik iki sebepten doğar. Biri ailenin bilinçli olmasından veya bilinçsiz olmasından. Bugünün gençliğinin zaten akıbeti, tehlikesi de yarışmacı, yakıştırmacı ve yakınmacı gençlik olması. Üretmek diye bir şey yoktur. Sanatı bugünün gençliğine öğretmek için sıkça ekranlarda gösterilmeli, radyolarda anlatılmalı, gazetelerin, dergilerin kültür ve sanat sayfalarında geniş yer verilmeli. Sanatkârlar da çalışkan olup eserlerini her zaman her platformda uygun zeminlerde sergileyerek insanlara sunmalı. İşin başında da sanatkâra iş düşüyor, ortasında da, sonunda da. Başında tevazu, ortasında tevazu, sonunda tevazu derken birbirine bağlıyoruz. Bakınız biz hat kursumuzda 9000’e yakın talebeye ders verdiğimizden bahsettik. Bu talebelerin her biri hattat olamamıştır. Olması da mümkün değildir. Fakat tahsil hayatınızın gereği olarak mutlaka bitirdiğiniz okullardan sonra iş hayatına geçeceksiniz. Kiminiz bir radyonun sanat editörü, kiminiz gazetenin sanat köşesi yönetmeni olur, televizyonun sanat danışmanı olabilirsiniz. Yerinize bu sanatı da taşırsınız. Avrupa’da ve Amerika’da yaşayan talebelerimiz var. Sanatla ilgili radyo programları yapacakları zaman bizi arıyorlar, bilgisayardan, fakstan neler yapabiliriz diye bize danışıyorlar. Yani sevdirdiğiniz zaman sevgi, sabır, sebat böyle işliyor.
Hat sanatı gönül işidir. Ağabey kardeş sevgisiyle başlayacaksınız. İzzet ve ikram sahibi olacaksınız. Buraya gelen bir hat talebesinin önce manevi yapısını, moral yapısını tamir etmelisiniz. Bir sanatkârın yeri tahrip atölyesi olamaz. Tamir atölyesi olur. O zaman zerrece kalbinde Kur’an’a yer yoksa da bu sanatı gördüğü hocadan duyarak yarın sevdalısı olur. Reklamını yapar, duyurusunu yapar. Hattat Yusuf Sezer olarak sorumluluğum şudur. Kartvizitimdeki amblemimden düşününüz. Bir dünya küresi içerisinde hattat Yusuf Sezer. Ve zemin lacivert. Gecenin zifiri karanlığında dahi Kur’an harfleri ışıl ışıl parlasın. Ve dünya küresi. Nerede insan yaşıyorsa oraya hat sanatı hizmeti götürülmelidir.
Bir Müslüman olarak sanatçı olarak hedef koymalıyız kendimize. Tıpkı Fatih Sultan Mehmet’in hedef koyması gibi. “Ya Bizans beni alır ya ben Bizans’ı,” diyor. Üçüncü şıkkı yok. “Cayarım, vazgeçerim, korkar kaçarım,” demiyor. Ve hedefine inançla iradeyle çalışarak ulaşıyor. Gönlümüzü açacağız. Gönül kapısı açık olmayan sanatkârdan hizmet bekleyemezsiniz. Onun için önce alnı secdeye değecek. Hattatın en büyük vasfıdır bu. Kur’an’la yaşayan hattat olmalı. Kur’an’sız yaşayarak hattat olunmaz. Bunun için biz âyetleri, hadisleri yazarken önce kendi nefsimizi ıslah etmek, terbiye etmek, eğitmek için yazarız.
Modern resmin öncülerinden Picasso’nun “Benim resimde varmak istediğim son noktayı İslam yazısı çoktan bulmuş” dediği rivayet edilir. Bu bağlamda Batı sanatıyla İslam sanatı arasındaki ayrışma noktaları nelerdir? Bir Müslüman’ın sanata yaklaşımı nasıl olmalı?
Hat manaya yöneliyor, resim göze hitap ediyor. Birinde eksenler harflerin aldığı şekillerle derinlik kazanırken diğerinde görüntüyle şekillerin ortaya çıkışı ancak sağlanabiliyor. Her resmin alt yapısı hat sanatıdır. Hattın enginliğinde bir defa mana öncelikli yer tutar. Manadan da zaten insan hakikate doğru giderken kendinde inancının olgunlaşmasına, kendinin de derlenip toparlanmasına vesile olur. Hatta ise harflerin yumuşak, homejen duruşları estetik yapılarının her çeşit yazıda kompozisyon yapılmasına müsait olan Kur’an alfabesiyle zenginleşen sanat eserlerindeki derinlik, üç boyutluluk resimde belki renklerle sağlanabiliyor. Hatta sadelikle sağlanırken üç boyutluluk, baktığınız zaman önce eser size hareket eder. Tekrar bakmanızdaki yoğunluk arttığında siz esere doğru kendinizin hareket ettiğinizi hissedersiniz, sonra da üçüncü bakış devam ederken karşılıklı ilgi terapi dediğimiz konuşmalar başlar. Beyinden hat eserine hat eserinden beyine doğru karşılıklı bir muhabbetleşme başlar. Arasındaki fark budur.
Bunun Latinceyle de mukayesesi mümkündür. Biri sağdan sola yazılırken diğeri soldan sağa yazılmakta. Hattın kendisine has özelliklerinden birisi de insanın hem ruhunu hem beynini dinlendirmesi. Yani kalbiniz de yorulmaz gözünüz de yorulmaz. Düşünün, bir Kur’an-ı Kerim’i okumaya, hatime başlıyorsunuz. Vaktiniz müsait okudukça okuyorsunuz, bıkmıyorsunuz. Okudukça daha çok okuma heyecanı, lezzeti alıyorsunuz. Yani birinde galaksilerin sağdan sola hareketleriyle, hacıların Kâbe-i muazzamada sağdan sola tavaflarıyla, gözün de sağdan sola hareketinin hızlı olmasıyla, kalpteki temiz kanın sağdan kirli kanın soldan gitmesiyle hilkate uygun ahengin hat sanatıyla kendini göstermesiyle bir bütünlük kazanıyor.
Hat sanatkârı eğer hakikaten Kur’an-ı Kerim’e güzel bir şekilde hizmet etme şuuruyla yaşıyorsa birçok bedeni arızalara müptela olmaz. Sağlıklı bir hayat yaşar. Çünkü Kur’an-ı Kerim yazan insan manasına da nüfuz etmek ister, vücudumuza, sağlığımıza sıhhatimize neyi aykırı görmüşse onu yapmaz. Neyi faydalı görmüşse ona tabi olur. Hem tıbb-ı nebeviye, hem de Kur’an’ın fiili, kalbi ameli sünnetlerini yaşadığımızda Kur’an’la yaşayan insanın hayatı garanti ediliyor.
Hat bağlamında sanata yaklaşımda tavrımız, bakış açımız nasıl olmalı?
Bir hat sanatkârı çok cömert olmalı. Tevazu, ahlak sahibi ve sakin olmalı. Sanatta sükunet esastır. Anlatırken de bu işin, âyetin manasını, eseri yaparken hedeflediği amacını anlatırken çok zarif, tatlı anlatmalı. Ve bilgilendikten sonra görüyoruz ki insanların sanata yaklaşımı daha bir huzur verici oluyor. Sanatkârlarımızla çokça hemhal olmak, yakın durmak zorundayız. Sanatkârlar da kaprisli insanlar olmamalı. Erişilmez, Kaf Dağı’nın ötesindeki insan tiplemesinde olmamalı. Yürüyüşümüzle, her halimizle secde mahalline bakar durumda tevazu sahibi olmalıyız ki insanların içinde olalım.
İslam’ı yaşayan insanın, İslami sanatlarla meşgul olan insanlara insanımızın candan yaklaşımı gerçekten bize haz veriyor. Neden on yıl öncesinden on beş yıl öncesinden Anadolu sergilerine başlamadım diye şimdi kendi kendime bir ceza veriyorum ve her ilde bir sergi açmayı, ömrünüm sonuna kadar, nefesimin yettiği kadar görev addettiğimi belirtiyorum.
Hocam gençlerimize bir takımın 11’ini say desek sayar, fakat tanıdığın hattatları say desek her halde alacağımız cevap olumsuz olacaktır. Biz size sorsak bu işin erbabı, üstadları, ilk akla gelenleri kimler desek?
Yaklaşım çok önemli. Sanatkâr dendiği zaman çok alçak gönüllü insan demek olmalıdır. Ve bir sanatı anlatırken de insanların anlayacağı dilden anlatmalıyız. Teknik ifadelere boğmamalıyız. Röportajda bile dikkat edersen hep kitaplara veyahut da internet sayfalarına havale ediyorum.
Biz sergilerimizi uygulamalı yapıyoruz. Tüm alet edevat, kamış kalem, mürekkebimizle açtığımız sergi mekânında sergi süresince yazıyoruz, anlatıyoruz. Yazarken görüyor insanlar ve bu sanatın ne kadar zahmetle, emekle, işle, malzemeyle yapıldığını görüyor. Bilgi sahibi oluyor.
Hafız Osman Efendi’yi, Şeyh Hamdullah Efendi’yi, Mustafa Rakım Efendi’yi, Kazasker Mustafa İzzet Efendi’yi, Hacı Kamil Aktikler’i, Bakkal Arif Efendi’yi, Hulusi Yazgan Efendi’yi, Neyzen Emin Efendi’yi, Hacı Necmettin Okyay’ları, hattat Kemal Batanay Efendileri, ve Hamit Aytaç hocamın bu kadar hizmetlerini unutmamak lazım. Biz de bu şekilde genç kardeşlerimize, bugünün bazı fantezilerini sporu da bilsinler ama manevi değerlerlerimizi tanımaları için de kendilerine yakışan şekilde sunmalıyız. Tek eksikliğimiz mütevazılık.
Çok kibirli, gururlu bir yapıya sahibiz. Yani hat sanatının edebine, ahlakına yakışmayan tavırlarımız yüzünden insanımız bu sanatı maalesef çok geç tanımışlar. Bunu kendi mesleki hayatımdan tecrübe ederek söylüyorum. Ben bilirim, ben yaparım edasından sıyrılmadıkça hiçbir şey veremeyiz. Onun için de hat sanatında “hiç” levhası zaman zaman yazılmalı, göz önünde bulundurulmalı. Manevi iklimimizin yarın Cenab-ı Hakk’ın huzurunda bir hiç olmasına fırsat vermemek için çalışmalı, aklımızı başımıza almalıyız. Mademki eseri olan anılıyor. Biz eser üretmesek anılamayız. Tarihe bakalım. İnsanlık var edildiğinden bu yana milyarlarca insan yaşamış. Bunların kaçı anılıyor acaba? Peygamberler anılıyor. Kur’an’a hizmet edenler anılıyor. Eseri olanlar anılıyor. İnsanlığa Kur’ani çerçevede hizmet edenler anılıyor. Bir Hattat Hafız Osmanlar seviyesinde ya da Hamit Aytaç hocamızın seviyesinde güzel hattatlar yetişir. Veya bir hattat ve aynı zamanda ebru sanatkârı da olan Necmettin Okyaylarımız seviyesinde ebru yapan sanatkârlarımız yetişir. Bir tezhip sanatkârını Rikkat Kunt hanımefendi, Muhsin Demir Onat seviyesinde Kur’an-ı Kerim’in etrafını süsleyen tezhip sanatkârlarımız yetişir inşallah. Bu vesileyle alt yapıyı, zemini hazırlamalıyız. Hz. Ali’nin “Bilenin bilmeyene, olanın olmayana borcu vardır,” sözünün gereğini yerine getirmeliyiz.
Allah hizmetinizi daim eylesin hocam. Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.
Ben de teşekkür ederim. Yaptığımız bu sohbetin hayırlara vesile olmasını niyaz ederim.