Sevtap MENDİ
Alman kökenli Amerikalı antropolog, sosyal felsefeci, tarihçi ve psikanalist Erich Fromm, eserini, ahlâk psikolojisi üzerine bir inceleme olan Kendini Savunan İnsan eserinin bir uzantısı olarak tanımlar ve bu eserinde daha çok din konusu üzerine odaklandığını belirtir. Ahlâk ve dinin birbirleriyle yakından ilişkili olduğunu dile getiren Fromm, kendi yaklaşımının psikanalist ve din arasındaki çatışmacı ve uzlaşmacı tutumlardan farklı üçüncü bir yaklaşım olduğunu söyler. İnsanı yeme, içme, eğlenme ve kendi ahlâk kuralları doğrultusunda yaşamanın ötesinde varoluşsal derinliği ile ele alan Fromm'a göre asıl mesele, bir Tanrı'ya inanıp inanmamak değil hayatın anlam ve amacına yönelerek sevgiye dayalı varoluşsal bir farkındalık kazanabilmektir. Bu çerçevede şekillenen eser beş ana başlık altında sunulmaktadır.
SORUN
Fromm bu bölümde insanlığın bilimsel ve teknolojik alanda gelişmişliğine rağmen aynı gelişimi insani değerler noktasında gerçekleştiremediğine dikkat çeker. Dünyayı kusursuz bir yer yapmaya çalışırken insanın kusursuzluğunu gerçekleştiremediğini vurgular. İnsanlık adeta görkemli bir dünyada kardeşliğin, hoşnutluğun, mutluluğun unutulduğu bir delilik durumu yaşamaktadır. Bu şizofreni durumunun altında yatan neden ise insanın ruhsal karmaşasıdır. Din adamları ve filozoflar insanlık tarihi boyunca insanın ruhsal yönüyle ilgilenmişlerdir. Katolik ve Protestan kilisesi rahipleri kendilerini insan ruhuyla ilgilenen tek profesyonel grup olarak görmüşlerdir. Mısırlılarda da rahipler aynı zamanda “ruh hekimleriydi.” Yunan kültüründe bu görevi Sokrates, Platon, Aristo gibi filozoflar üstlenmişlerdir. Aydınlanma çağı filozofları, insanın akılcılığını tek araç görerek sadece maddi refahın sağlanmasına ve doğayı kontrol altına almaya yönelmişlerdir. Fromm, aydınlanma çağı filozoflarının bu tür akılcılığını eleştirerek psikolojinin insan ruhundan yoksun bir bilim dalı hâline getirildiğini belirtir. Fromm, insanın vicdani ve ruhsal yönünün laboratuvar aletleriyle ölçülemeyeceğine değinerek kuramsal psikolojiyi eleştirir ve bu eleştirisinde şu ifadelere yer verir:
''Nietzsche ve Kierkegaard gibi ayrıksı kişiliklere rağmen psikolojinin insanın değeri ve mutluluğuyla ilgilenen bir ruh incelemesi olarak görüldüğü gelenek terk edildi. Doğa bilimlerini ve ölçüp biçmenin, hesaplamanın laboratuvara özgü yöntemlerini taklit eden kuramsal psikoloji, ruh dışında her şeyi ele aldı. Yalnızca laboratuvarda incelenebilecek insana özgü durumları anlamaya çalıştı ve vicdanın, değer yargılarının, iyi ve kötü bilgisinin metafizik kavramlar olduğunu, bu nedenle de psikoloji konusu dışında kaldığını ileri sürdü; insanın önemli sorunlarını incelemek üzere yeni yöntemler tasarlamak yerine daha sıklıkla sözde bilimsel yöntemlerle incelenebilecek önemsiz sorunlar üzerine eğildi. Psikoloji böylelikle temel araştırma konusundan -ruhtan- yoksun bir bilim hâline geldi; mekanizmalarla, tepki oluşumlarıyla, içgüdülerle ilgilendi ama insana özgü olgularla -sevgiyle, akılla, vicdanla, değerle- açık seçik bir biçimde ilgilenmedi.''
Aydınlanma çağının sadece aklı yücelten söylemleri Freud'un ortaya çıkmasıyla son bulur. Freud, aklın yanı sıra insanın tutkularını ve zayıf yönlerini de göstermeyi başaran bir psikanalist olmuştur. Psikanalist tam olarak tanrı bilimci ve filozof olmasa da tanrı bilimi ve felsefeyle aynı alanda buluşmaktadır. Psikanalistler de tanrı bilimci ve filozoflar gibi insanın ruhu ve insan ruhunun tedavisyle ilgilenirler. Fromm, bu noktada aydınlanma çağının insanda yarattığı ruhsal sorunlardan kaçış olarak geleneksel dine dönüş çabalarını olumsuz görür. Fromm'un geleneksel dinden kastı, Katolik ve Protestan kilisesidir. Katolik ve Protestan kilisesi rahipleri insan ruhuyla ilgilenirken insanları içgüdüsel temel gereksinmelerden ve maddi refahtan yoksun bir seçime zorlamaktadırlar. Psikanalistler ise rahiplerden farklı olarak insanı tüm gereksinmeleriyle bir bütün olarak tedavi etmeye çalışırlar.
FREUD VE JUNG
Fromm bu bölümde Freud ve Jung'ın dine yaklaşımlarını kısa bir özetle aktarır. Freud'un din karşıtı, Jung'ın ise din yandaşı olarak görülmesinin çok basit ve sığ bir değerlendirme olduğunu öne sürer. Freud'a göre dinin kökeni insanın acizliğinde yatmaktadır. Bu nedenle din, bir çocukluk deneyeminin yinelenmesidir. İnsan çocukken kendi dışındaki tehdit edici güçlere karşı baba figürü ile kendisini korumaya çalıştığı gibi yetişkinlikte de Tanrı figürü ile korumaya çalışır. Bu anlamda din aslında çocukluk nevrozuna benzer bir duruma yol açmaktadır. Freud'a göre Tanrı düşüncesi bir yanılsamadır. Freud, çürümüş kurumları kutsama eğiliminde olduğundan dini aynı zamanda bir tehlike olarak da görmektedir. Din eleştirel düşünceyi yasaklayarak insanın zekasını da geriletmektedir. Freud'un dine karşı olduğu başka bir konu da ahlâkın dine dayandırılmasıdır. Dine bağlılıklar giderek azaldığından ahlâkın dinle temellendirilmesi insanlık için tehlike arz etmektedir. Freud'a göre hayırseverlik, hakikat ve özgürlük ideallerine bağlanabilmek için babacan bir Tanrı tasavvuruna gerek yoktur. Jung'ın din konusundaki görüşleri ise Freud'dan farklıdır. Jung'un bakış açısı daha çok olaylarla ve deneyimlerle ilgilidir. Jung'a göre insana ait din gibi bir düşünce varsa bu düşünce öznel bir gerçekliktir ve bu düşünce aynı zamanda toplum tarafından da onaylanıp resmileştiriliyorsa psikalanitik açıdan nesnel bir gerçekliktir. Jung'a göre bir düşünce var olduğu sürece psikanalitik açıdan doğrudur ve dinsel deneyim insanın kendi dışındaki bir güç olan kolektif bilinç tarafından denetim altına alınmasıdır. Jung bu noktada bilinçaltını da dinsel bir kavramla açıklamaya çalışır. Jung'a göre bilinçaltı insanın kontrolünü aşan ve insanın zihnine dışarıdan zorla dalan bir güçtür.
BAZI DİNSEL DENEYİM TÜRLERİNİN BİR ÇÖZÜMLEMESİ
Fromm bu bölümde öncelikle kendi din tanımını yapar. Ona göre din, “bir grup tarafından paylaşılan ve kişiye kendine bir yön bulmasını sağlayacak bir zemin ve bir tapınma nesnesi sunan bir düşünceler ve eylemler sistemidir.” Fromm bu din tanımı kapsamında dinin sadece bir Tanrı ile ilişkilendirilmemesi gerektiğini belirtir ve Budizm, Taoculuk, Konfüçyüsçülük gibi Tanrısız dinlerin varlığına da dikkat çeker ve modern laik sistemleri de psikanalitik açıdan din olarak kabul eder. Bu din tanımı kapsamında her toplum bir dine sahip olmuştur ve gelecekte de dinsiz bir toplum bulunmayacaktır. Fromm din konusundaki asıl sorunun bir dinin olup olmaması değil ne tür bir dinin olduğunun altını çizer. İnsan gelişimine katkıda bulunan bir din mi yoksa insanın gelişimini felce uğratan bir din mi? Bu konuda bir dindarın ve psikanalistin ilgi alanı aynıdır. Fromm'a göre insan varoluş açısından benliğinde çelişik bir varlıktır. İnsan bir taraftan doğanın bir parçası olarak fiziksel kurallara bağlıyken diğer taraftan özfarkındalığı ve düş gücü ile fiziksel dünyanın üstündedir. İnsan bu yönüyle varlığına yön vermesi zorunlu olan doğadaki tek varlıktır. Bu nedenle de dinsel gereksinimi olmayan hiç kimse yoktur. Bu durumda bir psikanalist nevrozu incelerken aslında dini inceler. Fromm'a göre iki tür din vardır; yetkeci din ve insancı din. Yetkeci dinlerde insan her zaman kendi dışında bir güç tarafından denetlenir. Yetkeci dinlerde insanın acizliği, güçsüzlüğü ön plandadır. İnsan ancak güçlü bir yetkeye teslim olduğunda çıkış yolu bulur. Tanrı, baskının ve gücün simgesidir. Sadece Tanrı merkezli dinlerde değil bir önderin tapınma nesnesi hâline getirildiği laik dinlerde de yetkecilik hâkim olabilir. Hristiyanlık ve Yahudilik gibi dinler başlangıçta insancı bir din olarak başlamışlar fakat daha sonra yetkeci bir din olmuşlardır. Kutsal metinlerin içinde de hem insancı hem de yetkeci bir din dili bulunmaktadır. Yetkeci dinlerde insan gerçek hayattan kopuktur ve çok uzak bir ideal uğruna yaşar. Yetkeci dinlere yönelen insanların ruh hâlinde keder ve suçluluk duygusu hâkimdir. İnsan önemsiz ve değersizdir. Böyle bir ruh hâlinde insan kendisine yabancılaşır, yeteneklerinden uzaklaşır ve ahlâksızlaşır çünkü artık sevme, düşünme, akletme gibi üstün yetilerini kullanamaz ve başkalarını da bu şekilde gördüğü için ahlâklı, sağlıklı ilişkiler kuramaz. Fromm, insanın bir yetkeye boyun eğme durumunu insanın gerçek düşüşü olarak yorumlar. İnsancı dinlerde insanın amacı en büyük gücü elde etmektir. İnsan akıl gücünü geliştirmek zorundadır. Fromm'un ifadesiyle, “insancı dinlerde Tanrı insanın üst benliğinin suretidir, insanın potansiyel olarak ne olduğunun ya da ne olması gerektiğinin bir simgesidir. Tanrı aslında insana ait olanların biricik sahibidir; aklın ve sevginin.”
Fromm bu bölümde yetkeci ve insancı dinlerin çözümlemesini yaparken aynı zamanda psikanalitik değerlendirmelerde bulunur. Her dinsel yönelim aslında insanın duygu ve düşüncelerini derinden etkileyerek yaşamını düzenler. Fromm bu noktada en etkili unsurun toplumsal yapı olduğunu da dile getirir. Bir toplumun sosyoekonomik ve siyasal yapısı ile toplumdaki bireylerin dinsel deneyimleri birbirinden bağımsız düşünülemez. İnsan topluma bağlı koyun doğasından, sürüyle beraber hareket etmekten ancak aklının gücüyle kurtulabilir.
''RUH HEKİMİ'' OLARAK PSİKANALİST
Psikanaliz başlangıçta bir tıp dalıydı. Saplantılı düşüncelere, fobilere, paranoyak düşüncelere sahip kişiler psikanaliste gidiyordu. Bu tür hastaların diğer hastalardan farkı, hastalığın fizyolojik değil ruhsal olmasıydı. Yine de tedavileri tıp bilimiyle çözülmeye çalışılıyordu. Freud ve çalışma arkadaşları bu tür hastalıklardaki tedavi yönünü kişiliğin çözümlenmesine çevirdiler. Psikanaliste giden kişiler aslında hasta değildi, yani çevresi tarafından delirmiş görünmüyordu. Bu kişilerin asıl sorunu “yaşama güçlüğü” çekmeleriydi. Freud bu tür sıkıntısı olan kişiler için ilk kez kapsamlı bir kişilik kuramı geliştirmiş ve tedavi yöntemini kişilik kuramı üzerinden gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu tür bir tedavi yöntemi çok zor olduğu için Freud'un tek bir hastasıyla çok emek ve uzun zaman harcaması gerekmiş, bu durum eleştiri konusu olmuştur. Zamanla psikanaliz ekollerinin sayısı artmış ve kendi içlerinde farklılaşarak kullandıkları yöntemler de değişmiştir. Psikanalistlerin tedavi sürecinde kullandıkları yöntemlerden birisi, uyma yöntemidir. Bu yöntemde kişinin toplumun onayladığı davranışlara uyması hedeflenir. Kişilerdeki nevroz topluma uyma modeli ile giderilmeye çalışılır. Bir başka yöntem ise kişinin bireyselliğini gerçekleştirmesini sağlamaktır. Fromm bu yöntem üzerinde oldukça durarak psikanalistin bir uyum danışmanı değil, ruh hekimi olduğunu beliritir. Kişi ancak ruhsal sağlamlık ve bütünlük kazanabildiğinde yeteneklerini geliştirip, yapıcı işler için kullanabilir. Fromm'a göre aslında bir çok dini öğretide de hedeflenen şey budur.
PSİKANALİZ DİNE KARŞI BİR TEHDİT Mİ?
Fromm bu bölümde dine karşı tutumun psikanalizden veya herhangi bir bilim dalından değil dinin çeşitli yönelimlerinden kaynaklandığını aktarır. Özellikle dini grupların içerisinde ortaya çıkan “pazarlama yönelimi” dinsel tutumu en çok tehlikeye atan yönelimdir. Pazarlama yönelimi, kişinin kendisini mükemmel olarak göstermeye çalışarak metalaştırmasıdır. Pazarlama yöneliminde olan kişi kendini başkalarına beğendirmeye çalışırken farkında olmadan kendine yabancılaşır ve kayıtsızlaşır. Fromm bu durumu şu şekilde aktarır:
“En yüce değer başarıysa ve sevgi, doğruluk, adalet, yumuşak başlılık, merhamet insanın bir işine yaramıyorsa insan bu idealleri öğretir ama onlar için mücadele etmez. İnsan sevgi tanrısına taptığını düşünebilir ama aslında kökleri pazarlama yöneliminde yatan sahici hedeflerinin ülküleştirilmesi olan bir puta tapar. Yalnızca din ve kilise geleneğinin hayatta kalmasıyla ilgilenenler bu durumu kabullenebilir. İnsan kilisenin limanına sığınır, çünkü içindeki boşluk onu bir tür sığınak bulmaya zorlar. Ne var ki dini öğretmek dindar olmak anlamına gelmez.”
Psikanaliz ve din karşıtlığı meselesinde asıl konunun insan ruhunun iyileştirilmesi olduğunu vurgulayan Fromm, eserine şu çarpıcı cümlelerle son verir:
“Şimdi Tanrı üzerine tartışmaktan vazgeçip bunun yerine putperestliğin çağdaş biçimlerinin maskesini düşürmek üzere bir araya gelmenin zamanı değil mi? Bugün insanın en değerli ruhsal varlıklarını tehdit eden Fenike Tanrısı ya da Kibele değil yetkeci toplumlarda devletin ve yetkenin, bizim toplumumuzda da makinenin ve başarının tanrılaştırılmasıdır. Dindar olalım ya da olmayalım, ister yeni bir dinin ya da dinsizliğin dininin gerekliliğine, isterse Yahudi-Hıristiyan geleneğinin sürekliliğine inanalım; kabukla değil de özle, sözcüklerle değil de deneyimle, kiliseyle değil de insanla ilgilendiğimiz sürece putperestliği kesin bir biçimde olumsuzlamak üzere bir araya gelebiliriz ve belki de Tanrı’nın olumlanmasındansa bu olumsuzlamada ortak inancın daha fazlasını buluruz. Üstelik alçakgönüllülüğün ve hayırseverliğin daha fazlasını bulacağımıza da hiç şüphe yok.”
87. Sayı (2023)
Kitaplık