AHMET POLAT
İnsanca yaşamak uğruna asgari ücret karşılığında emeğini, zamanını, sağlığını verenler ve düştükleri kuyunun derinliğinde boğulan, nefes almak isteyen milyonların kendi hikayesini yazdığı, kendi kalbinden başka sığınacak limanı kalmadığı zamanlardayız. Kalabalık şehirlerin ıslak kaldırımlarında sebepsiz bir hüzünle yürüyenler, gecenin karanlığında uyanıp saatlerce yol giderek ulaştıkları iş yerlerinde güneşi karşılayanlar, otobüs camından başka omzunu yaslayacak kimsesi olmayanların çağı bu yüzyıl. Derin yoksulluğun ahlâki yoksunlukla bir araya geldiği anlarda insanın adalete, merhamete, eşitlik ve özgürlüğe olan inancı ve arayışı daha da artıyor. Toplumun büyük çoğunluğu azınlık burjuvaya revâ görülen hayatı yaşayamıyor ve onların daha da zenginleşmesi için emeği sömürülüyorsa, sahipleneni giderek azalan hakikatin yerini sahte kelimeler almışsa, adalet yalnızca bir sınıfın haklarını korumak uğruna feda edilmişse orada mutsuz insan yüzleri görebilirsiniz. Birileri görmek istemeyebilir fakat çok uzak değil hayatın yükünü omuzlayan kederli yüzler... Üstelik bazı şehirlerde yüksek binaların, ötekini göremeyen duygusuz bakışların hemen yanı başındaki gecekondularda, kömür kokulu sokaklarda… Metroda kendi dünyasına kapanmış, ruhu başka yolculuklara çıkmış hissiz yüzler, istediklerini alamadığı çocuklarına karşı hissettiği mahcubiyetten dolayı intihar edenler, herkes derin uykuda iken sokaklara çıkan kağıt toplayıcıları, gidecek bir yuvası olmayan, gökyüzüne hayaller çizen, sayıları her geçen gün artan evsizler bu toplumun yorgunluğunun, geleceğe dair umudunun tükendiğinin göstergesidir.
İnsan insanla teselli bulur değil mi? Ortak iyiliklerde, ortak sevinçlerde buluştukça hayata verdiğimiz anlam da değişir. Öyle çok mesafeler açıldı ki aramızda, ülfet ve merhametle gönül birliği kurup yol yürüyebileceğimiz, derdimizi paylaşacak insanları, hayatın koşturmasından uzaklaşıp anlamak ve anlaşılmanın bizi muhabbetle onardığı zamanları özlüyoruz. İdeolojiler, politik görüşler, her türlü farklılıklar nasıl uzaklaştırabilir iki insanı birbirinden? Makro âlemde mikro düzeyde yer edindiğimiz halde nasıl olur da insanlığımızın kalitesine hiçbir artı değer katmayan kendi doğrularımızı birlikte yaşama bilincine kurban edebiliyoruz? “İnsan insanın cehennemidir! Bizi öldürecek belki yüzlerce hastalık, yüzlerce vaziyet vardır fakat başkasının yerini hiçbiri alamaz,” diyen Tanpınar 60’lı yıllarda ne yaşamıştır da böylesi umutsuzluğa sürüklenmiştir? Bugün aramızda açılan uçurumları, zulmedenler ve zulüm görenleri görse bunu hangi cehennemle izah edebilir? Kötülüğün kaynağı olmak, Tanrı’nın emeği olan insana nefretle bakmak, başkalarına dair kaygıları, haset duygusunu, olumsuz düşünceleri bir yük olarak taşımak bizi daha çok yaklaştırmaz mı cehenneme? Zira herkes cennetini de cehennemini de içinde taşır. Gönül kapılarını iyiliğe, güzelliğe açanların, insana sevgiyle bakanların ruhları baharı yaşar; gittikleri her yeri cennete dönüştürürler. Fakat hep kötülüğü düşünenler, sevgisizliği ve merhametsizliği davranışlarına yansıtanlar, estetiksiz ve ruhsuz bir hayatı gürültüyle, yaşadığını anlamadan biyolojik bir canlı olarak sonlandırırlar. Bakınız olumsuz kelimeleri yazmak ve okumak dahi insanı yoruyorken hayatımızda yer açmak anlamlı olabilir mi?
“Tanrı’nın elinden çıkan her şey bizatihi güzeldir, iyidir. Bozulma insanın müdahil oluşuyla başlar,”[1] der Rousseau. İnsansız bir dünyada her şey yolunda ise bu bozulmanın sebebi nedir? Varoluşu bir anlam ve amaç için programlanmış, kendi özündeki iyiliği yeryüzüne taşıması beklenen insan, neden kötülüğün öznesine dönüşmüştür? Dilerseniz kendi iç dünyamızdan yaşadığımız dünyaya yansıyan kopuş sürecine daha yakından bakalım. Evrenin yaratılışından beşerin bir tekâmül yasasıyla insana dönüşmesine kadar yaratılışın her aşaması muhteşem inceliklerden, üzerinde düşünmeyi gerektiren detaylardan müteşekkildir. Kâinata bu kadar emek veren, her canlıyı ilâhi bir kod ile yaratan Allah; insanı da fıtrat adı verilen bir öz ile donatmıştır. “Öyleyse sen, varlığını her tür sapmadan uzaklaşarak tümüyle doğru ve asıl dine, Allah’ın insanlığın özüne yaratılıştan nakşettiği fıtrata çevir ki Allah’ın yarattığında olumsuz bir değişme, bozulma olmasın. İşte, değerlere dayalı gerçek dinin amacı budur fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum Suresi/30. ayet) Ayete göre insan “kula kulluğa hayır” diyerek varlığını her türlü saplamalardan ve korsan tanrılardan uzaklaştırmalı, asıl dine/fıtrata dönmeli. Bozulma insanın doğasında var. Zira doğumla birlikte başlayan yaşam süreci büyüdükçe, çevreyi keşfettikçe, diğer insanları ve yeryüzünü tanıdıkça ilk günkü fabrika ayarını değiştirebiliyor. Fıtrat çizgisi sabit; insanın eylemleri, ötekine karşı davranışları, yaşadıkları karşısında aldığı tavırlar değişkendir. İyilikle birlikte kötülüğü, sevgiyle birlikte nefreti de içinde barındırdığı için her an o çizgiden uzaklaşma ve tekrar yakınlaşma söz konusudur. Ve bu yüzden salât ederken Fatiha’da “Bizi dosdoğru yola ilet,” diye duâ eder, zira her an o yoldan uzaklaşmış olabilir. Akıl, irade ve vicdanla donatılan insan artık bir fıtrat sözleşmesi imzalamıştır. O sözleşmeye aykırı olan her davranış “günah” olarak nitelendirilir ve fıtratından uzaklaştırır. Hatalarından dolayı tevbe eder ve yeni bir sayfa açar hayatında. Bütün bu yaşamak eyleminin üzerimizdeki ağırlığı ile nefes alıyorken bizi kendimizden uzaklaştıran, ruhumuza ağır gelen, vicdanımızda yer bulamadığımız her davranışın ardından dönüp dolaşıp geldiğimiz yer kalp coğrafyamız, iyiliğe ve merhamete çağıran o eşsiz ses, o teselli edici sığınaktır. İşte ayette bahsi geçen değerlere dayalı gerçek dinin amacı bizi yaşamın her ânında daha iyi bir insana dönüştürmektir.
Bu dünyadaki en zor şeyin kendi kendine sadık kalmak olduğunu söylüyor Dostoyevski. Fıtrata sadâkat olarak anlıyorum bu cümleyi. İnsanı fıtratından uzaklaştıran ne varsa hayır diyebilmek, bütün bozulmaları ihya edecek bir ıslâha dönüştürme eylemi gerçekten de zor değil mi? Modern insan, içinde var olan güzelliği hayata taşımak yerine onu kötülükle değiştireceği, estetik kaygılardan uzak bir değersizliği tercih ediyor. Yeryüzünden insanı çıkardığınızda geriye kalan kâinat, bir cennet minyatürüdür adetâ. Özünde insan da öyle ki yeryüzüne halife tayin edilmiş. Fakat asıl problem sevgiden yaratılan, merhamet ekseninde hayata merhaba diyen insanın, yaratıcısından ve aynı zamanda fıtratından uzaklaşmasıdır. Kavline sadık olan Allah’ın yarattığı, kâinatta temâşa ettiğimiz her şeyde bir düzen ve ilke görülürken insan, neden bu sadâkati koruyamaz? Verdiği sözün arkasında duran, güç karşısında eğilmek yerine hakikatin hatırına doğruluktan ayrılmayan, din binasının temelini oluşturan ahlâkı hayatının mihenk taşı haline getiren herkes için ebedî ödüllerin olduğu bir âleme hicret etmek üzere buradayız. Henüz ilk nefes alışında gurbetini yaşadığı sıladan ayrılan insanın ağlayarak geldiği dünyada aslî vazifesi kötülüğe karşı iyiliği ve merhameti savunmak, hayata estetik değer katacak güzellikleri ortaya çıkarmaktır. Yeni doğmuş bir bebeğin kirlenmemiş bakışlarıyla yüz yüze gelip güzelliğini yaratana râm olmamak mümkün müdür? Bir şeyin açılması ve içindekinin ortaya çıkması anlamına gelen fıtrat mefhumu, tüm yaratılmışların ilk hücresine, ilk atomuna yerleştirilen ilâhi bir yazılımdır. Göklere ve yeryüzüne, ağaçlara ve kuşlara ne zaman hayret nazarıyla baksak o imzayı görürüz. Sonbaharla birlikte kahverenginin bütün tonlarıyla süslenen ağaçları görüp de Allah’ın boyasına hayran olmamak mümkün müdür? Yalnızca Allah’a mahsus olan fıtrat koyma eyleminin teşekkürü olan hamd, insanın imanına olan sadakatinin de göstergesidir. Bugün yeryüzünde nerede bir zulüm varsa fıtratın öznesinin Allah olduğunu unutup tabiatın kodlarıyla oynayan, eşyaya fıtrat koymak isteyen insanın kendi elleriyle yaptıkları yüzündendir. İnanmamaya inanan ateizm ya da deizmin sürekli dile getirdiği kötülük problemi, fıtratı anlamlandıramamanın bir sonucudur. Bir şeyi yaratılış amacı istikametinde kullanmak hayır, yaratılış amacının dışında kullanmak ise şerdir. Zira ortaya çıkan kötülük o şeyin fıtratından değil yaratılış amacı dışında kullanılmasından kaynaklanır.
“İnsanların kendi elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde bozulma meydana geldi. Neticede (Allah), yaptıklarının (kötü sonuçlarından) bir kısmını kendilerine tattıracaktır. Umulur ki (yol yakınken) dönerler.” (Rum Suresi/41. ayet) Kendi konforu uğruna ağaçları kesip beton döken, daha fazlasını elde etmek için gökyüzünü ve denizleri kirleten, başkalarının sağlığını tehdit eden modern insan; aklı, iradesi ve vicdanına rağmen kâinatın dengesini bozmaktadır. Son yıllarda küresel ısınma, salgın hastalıklar, sel felaketleri, iklim değişikliği gibi olaylarla özden kopuşun sonuçlarını derinden hissediyor; Rousseau’nun bahsettiği insanın müdahil oluşuyla başlayan bozulmanın bedelini tarih boyunca ödemeye devam ediyoruz değil mi? İşte burada ortak kelime, fıtrat. Ne zaman ki insan kendi fıtratından uzaklaşarak kâinatın fıtratına dokunur, onu dönüştürmeye başlarsa orada bir kaos söz konusudur. Oysaki her canlı Tanrı’nın kendisi için çizdiği fıtrat çizgisine ve sınırlara riâyet ederse yeryüzü bir cennete dönüşebilir. Bu insan-insan ilişkileri için de geçerlidir. Başkasının hayatına yargıç olmak, kendi mutlak doğrusunu ötekine dayatmak, çoğaltma tutkusuyla başkasının yaşam alanına tahakküm etmeye çalışmak fıtrata aykırı eylemlerdir. Kendi hakikatini mutlak gören, düşüncesinde radikalleşerek şiddete yönelen insanlar ve onlardan oluşan toplum savaşları, insan hakları sorunlarını kendi elleriyle inşa eder. Toplumsal fıtratın bozulmasıyla kötülük sıradanlaşır, savaşlara bağlı göçler artar, ölümler istatistiğe dönüşür; özgürlük, adalet, merhamet, insanca yaşam gibi değerler kaybolur.
Peki her gün vicdanına saldırılar düzenlenen, yaşadığı coğrafyalarda zulmün hüküm sürdüğü, ahlâk ve erdemin yitik değer olduğu insan bu bilince nasıl ulaşır? Hekim, insan organlarının ve hastalıkların fıtratını bilecek ve onları aslına uygun hale getirecek, tedavi edecektir. Öğretmen yine insanın fıtratını iyi bilecek ve öğrenme talebine karşı öğretme teknikleri geliştirecektir. Bir biyolog canlının, fizikçi maddenin, sosyolog toplumun, sanatçı sesin, ressam renklerin fıtratını bilecek ki onu ilk olduğu konuma taşısın, bozulmamış yanını ortaya çıkarsın. İnsan aldanan, unutan, düşebilen, yoldan çıkabilen bir varlık değil mi? Sınanıyoruz, savruluyoruz ve değerlerimizi, ilkelerimizi tükettikçe tükeniyoruz. Bütün bu meçhul hâlin çıkış kapısı olarak görüyorum fıtrata dönüşü. Zira hayatını vahiyle anlamlandıran insan, o gök sofrasına her oturduğunda fıtratıyla baş başa kalır.
İnsana kalbiyle yaşadığını hatırlatan, eylemlerinde iyiden, doğrudan, hakikatten yana olmasını öğütleyen, güzel bakmaya ve olumlu düşünmeye cesaretlendiren bir mekanizma var mıdır? Elbette bunun adı, vicdan. Yaratılış kodlarımıza yerleştirilen o duygu sayesinde insan olduğumuzu fark ediyor, diğer canlılardan ayrılıyoruz. Fakat ne acı ki an geliyor hayvanların merhametle yaklaştığı, bir şeyler yapmak istediği bir olay karşısında insan kayıtsız kalabiliyor. Her ne kadar fıtratımızda var olduğunu düşünsek de acıma duygusunu zamanla kaybeden, trajedinin hiçbir şekilde etkilemediği ya da sadece kendinin/kendi gibi düşünenlerin acılarına tepki gösteren insanların sayısı artıyor. Sosyal deneylerde görüyoruz ki başkasının yardıma muhtaç olması kimilerini hiç ilgilendirmiyor. Yanı başında trafik kazası yaşanıyor, kolayca geçip gidebiliyor. Duygusal körlük bir nevi, psikiyatrideki karşılığı aleksitimi. Böyle narsist bir prototip; hayatında başka insanlara yer açmadığı için hep kendisini öne çıkarır, başkası için karşılıksız iyiliklerde bulunmaz, çıkara dayalı bir ilişki kurar, yaşadığı kötü tecrübeler, hayal kırıklıkları onu giderek yalnızlaştırır. Bastırdığı duyguları aklileştirmeye başlar daha sonra. “Ben mi kurtaracağım dünyayı, bana mı kaldı, herkes kendi hayatından sorumlu, bana mı sordu düşerken?” gibi cümlelerle haklı bir gerekçe aramaya, vicdanını susturmaya çalışır. Şefkat mekanizması tükenen, fıtratından uzaklaşmış, egosundan dolayı her davranışı kendine hak olarak gören; sınırları, ilke ve değerleri olmayan birinin yapamayacağı kötülük yoktur. Bugün cinayetlerin psikolojik arka planında bu mekanizma vardır. Öldürme aşamasına gelene kadar aklı, iradesi, vicdanıyla bir savaş yaşar insan. Düşünce olarak önce zihninde öldürür, ardından eyleme geçer. Onu durdurmaya çalışan sesler olmuştur elbette ki fakat o sesleri susturabilecek aşamaya zihnen gelmiştir. Üçüncü sayfa haberlerinde görmeye alıştığımız kötülüklerin, şiddet ve trajedinin öznesi olan insanlar o aşamaya gelene kadar neler yaşamıştır, duygularını köreltene kadar iç dünyalarında kavga ettikleri sesler neler söylemiştir kim bilir. Her şeyin giderek daha da değersizleştiği; insan canının, onurunun, değerlerin yok sayıldığı bu çağda vicdanlı insanların varlığı yarınlara dair ümidimizi artırmaktadır. Öteki olarak gördüğümüz, farklı ırktan, ideolojiden, partiden, mezhepten biri için hukuk, özgürlük talep edebilmek insanlığımızın gerçek kalitesini ortaya koymaktadır.
Tolstoy’un vicdana bakış açısı içimizdeki o bulunç yetisinin varlığı sayesinde insanın kötü olanı kötü, iyi olanı iyi bulmasını açıklar: “Yaşam ile vicdan arasındaki zıtlığın çözümü iki yolla mümkündür: Yaşam tarzını değiştirmek ya da vicdanını değiştirmek. İnsan kötü olduğuna inandığı şeyi yapmayı bırakabilir ama kötü olan şeyi kötü bulmayı bırakamaz.”[2] İşte kötülüğü iyilikle uzaklaştırma eyleminin ilk adımı bu sayededir. İnsan yapıp ettikleriyle kötülüğe engel olmalıdır evet fakat bu sadece inancından, gelenek göreneklerinden, atalarının öyle yaptığından dolayı değil yalnızca insan olduğundan dolayıdır. Vicdanın inançlar, ideolojiler ötesi duru bir yönü var. Ateist ama ahlâklı insanların kendilerine olan saygıları, toplumun huzur ve refahı için iyilikler yapmaları ve bunu bir yaratıcı istiyor diye değil tanrısal hiçbir bağlayıcılığı olmadan tamamen kendi iradeleriyle gerçekleştirmeleri fabrika ayarlarına, ilk canlılıkla yüklenen fıtrat yazılımına olan bağlılıklarını gösterir. Diğer yandan “ahlâksız dindarlar” diye bir sınıftan bahseder olduk son zamanlarda değil mi? Nasıl yani? Hem üstün değerler sistemi olan bir dine inandığını iddia edecek hem de ahlâksız olacak! İman edince otomatik olarak ahlâk yazılımının da yüklendiği zannediyorsak bu büyük bir yanılgı. Tüm yasaklar, haramlar kaldırılsa neler yapardı bu insanlar? Sınırsızlığı, zulümleri, nefreti, tatminsizliği ile tanınmaz hale mi gelirlerdi? Bugün bütün bunların üzerini seccade ile, umre ziyaretleri ile, “Hayırlı cumalar,” diyerek, camilerde pozlar vererek kapatmaya çalışanlar; samimiyeti gösterişe kurban edenler bir dinleri olduğunu düşünebilirler fakat o değerlere dayalı gerçek fıtrat dini değildir. Zira fıtratında iyilik tohumu ekilen birinin iyilik yapması için Tanrı’nın istemesine ihtiyaç yoktur. Din olmadığında bir kötülük mühendisine dönüşecekse insan, vicdani bir eylemi yalnızca dini bir gerekçe ile anlamlandırıyorsa o din algısı problemlidir. O din bizi değiştirmiyorsa, toplumları dönüştürmüyorsa, güç ve iktidar odaklarını rahatsız etmiyorsa daha çok camilere, kiliselere sıkışmış, hayatın dinamiğinden uzaklaşmış, ahlâkı güzelleştirmek için var olan ibadetleri dinin ritüeli haline getirmiştir. Çok iyi namaz kılan bir toplum olup yolsuzlukta, hırsızlıkta, suç oranlarında ilk sıralarda olmak gibi… Kur’an’ın ezberlendiği, sürekli okunduğu bir coğrafyada en çok mehcûr bırakıldığı, yalnızlığa terk edildiği, hayattan uzak kaldığı toplumlar gibi…
Vicdanın kaynağı nedir peki, sonradan artabilir mi, insanlar daha vicdanlı olabilmek için neler yapabilirler? Kaynağına dair dört farklı görüş var: duygu, soya çekim, deney ve akıl. Vicdanı duyguya dayandıran İskoçya Okulu, soya çekime dayandıran tekâmülcü, deneye dayandıran çağrışımcı ve akla dayandıran akılcı görüştür.[3] Tekâmülcü ve çağrışımcı görüşe göre vicdan hata yapabilir, diğerlerine göre hata yapmaz ve yanılmaz. Rousseau düşüncesinde ise vicdana sahip olmak için yüksek bir bilgiye hiç gerek yoktur, bütün bu erdeme ait değer ilkelerinin zaten insanın kalbinde var olduğu, sadece insana düşen görevin bu sese kulak vermesi gerektiği yer almaktadır.[4]
Yaşadıklarının bir sonucu olarak insan bazen kendini daha duygusal, kimi zaman daha karamsar hissedebilir. Gençliğinde acımasız olduğunu anlatan biri yaşlandıkça kalbinin yumuşadığını, empati yapabildiğini itiraf edebilir. Öfkeli, kendinden başkasıyla ilgilenmeyen, öteki olarak gördüğü insanlara nefretle bakan ve bu kini üzerinde taşıyan insanlar daha mutsuzdurlar. Onların mutluluğu başka mutlulukların gizli öznesi olmaktan geçiyor. Bir çocuğun gülüşünün sebebi olmak, hayvanları beslemek, küçük ama anlamlı eylemlerde mutluluğu aramak hiç şüphesiz kalbini ısıtacak, acıma duygusunu, merhametini artıracaktır. Kendiyle baş başa kalan insan eylemlerini daha çok sorgulama fırsatı bulur. Hatalarıyla yüzleşir, yapması gerektiği halde yapmadığı şeyleri değerlendirir. Bu anlamda kalabalıktan, çok eşyadan, çok insandan, çok ayrıntıdan arınmak bizi daha vicdanlı hale getirebilir. Ve hayata estetik bir kaygıyla bakmak… Sanatın, edebiyatın, müziğin ruhumuza anlam katan güzelliklerini keşfetmek, heyecanlanmak… Bir resme bakıp “Evet gözlerim uzun süredir böyle bir eser görmemişti” diyebilmek, bir manzarayı uzun uzun temaşâ etmek, ilk defa dinlediğimiz bir müziği duyunca o sesi derinden hissederek içimizdeki senfoniye eşlik etmesine izin vermek elbette iyi gelecektir. Sözün inceliğinin kalbimizi, düşünce ve davranışlarımızı da inceltmesi için bir şiiri sesli okumak, yağmurlu bir günde şehrin hengâmesini, insanların tatlı telaşlarını izlerken bir türküye eşlik etmek durup düşünmemize sebep olacaktır. Kant’ın o meşhur sözünü yeniden hatırlayalım: ”İki şey, üzerine sık sık eğilip ısrarla düşünülürse, insanın ruhsal yapısını hep yeni, hep artan bir hayranlık ve korkunç saygıyla dolduruyor: üzerimdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlâk yasası.” Zor zamanlarda, sabır ve sağduyu ile hayatın karmaşasından uzaklaşıp başını göğe kaldırabilenler, karanlığın etrafımızı sardığı zamanlarda aydınlığa doğru yürüyenler için gökyüzü hep umut vermiştir. Biz fark etmesek de her mevsim müthiş güzellikler hazırlar. Nihayetinde içimizdeki ahlâk yasası vicdandan başka nedir ki?
Her şeyin görsellik üzerinden değer kazandığı zamanlarda, görünmek olmanın önüne geçince başkasının acısına da uzaktan bakan, ona müdahale etmek yerine fotoğrafını çekmeyi tercih eden bir tiple karşılaşıyoruz. Susan Sontag bunu şöyle ifade ediyor: “Kaygı gözeten fotoğrafçılık, bilinci ve vicdanı uyandırdığı kadar onu öldürmeye de katkıda bulunmuştur.”[5] Namaz kıldırırken kalp krizi geçirip ölüyor imam, müdahale etmek yerine arkasındaki kişi cemaatle namaza devam ediyor, düşünebiliyor musunuz? Ve Müslümanlar imamın secdede öldüğünü gururla paylaşıyor! İbadet vicdanın önüne geçerse tablo budur. Yeryüzünde yaşanan onca katliama, vahşete karşı hiçbir şey yapamadan izlemek insana özgü bir davranış değildir. Orta Doğulu bir çocuğun üzerine yağan bombaların altında korku dolu gözlerle baktığı bir fotoğrafı görseler belki yine vicdanları harekete geçer. Kendilerini üzmek istemedikleri için; moralleri, konforları bozulmasın diye yaşanan insanlık kıyımına bakmak istemiyor, hakikatle yüzleşmekten kaçınıyorlar. Buna karşı sokaklara sığmayan kolektif bir vicdana şahit oluyoruz iyi ki. İşte bize insanlığımızı hissettiren o bilinç, içimizdeki Tanrı’nın sesidir.
Yaşadığı toplumun sorunlarına kayıtsız kalamaz insan. Haksızlığın, adaletsizliğin normalleştiği; şiddet ve cehaletin ödüllendirildiği; emeğin, bilginin, akıl ve bilimin değersizleştirildiği; hukukun, liyakatin, insan haklarının işlevsiz hale geldiği bir çağda vicdanlı olmak bunları görmek ve etkin bir şekilde mücadele etmektir. Görmezden geldiğimiz, sorumluluk almadığımız zamanlarda içimizdeki o yasa harekete geçirmeli bizi, kendimize karşı tanıklık ettirmeli, sessizce bekleyen kötülükleri, kayıtsızlıkları, şiddeti frenleyerek iç disiplin ve denetim mekanizması kurmalı. Rene Spitz’in Meksika’da bir yetimhanede yaşananları gözlemlediği dramatik araştırma biraz olsun bizi düşündürebilir. Aileleri tarafından terk edilmiş bebeklerin temel ihtiyaçları karşılanıyordu belki ama sevgiden, ilgiden, merhametten uzak büyüyorlardı. Kimsesiz çocuklara temas etmemeyi hijyenin bir parçası olarak görüyordu bakım vericiler. Bebeklerle oyun oynanmıyor, bebeklerin çevresini keşfetmesine izin verilmiyor, bir tebessüm dahi çok görülüyordu. Adeta insana değil bir robota bakım verir gibi mekanik yaklaşıyorlardı. Zamanla duygusal açlık, zihinsel ve fiziksel rahatsızlıklar başladı. Önce anaklitik depresyon, diğer bir ifade ile hospitalizm gelişti, ardından enfeksiyonlara karşı bağışıklığın düşük olmasından dolayı 91 bebekten 32’si öldü. Kalanlar da yardım almadan yürüyemiyor, konuşamıyor ve sürekli ağlıyorlardı. Sevginin, merhametin iyileştirici gücü sayesinde beynin sevmekle gelişen yapısı o çocukları hayat boyu normal bir insana dönüştürebilirdi. Fıtratımızda var olan sevilme, şefkat görme, sarılma, her şeyden önce “görülme” ihtiyacındaki eksiklikler kalan ömrümüzü bütünüyle etkiliyor. Bugün belki biyolojik olarak anne-babası olan fakat görülmeyen, ebeveynin daha mühim işlerinden başını kaldırıp gözlerine bakmadığı sevgi yetimi çocukların geleceği de kaygı vericidir.
İnsan insanın cenneti olmalıdır. Sadece kötülük yapmayanlar değil kötülüğü önleyen aktif iyilerden, ötekileştirmenin olmadığı bir dünyada merhamet devrimi yapabilen, yüreklerde insan devleti inşa edenlerden olmalıdır. Dünyada acılar, katliamlar, insanlık dramları var ve bedelini çocuklar ödüyor. Onların hatırına iyiliği, yardımlaşma ve dayanışmayı çoğaltalım. Yaşama amacımız, imanımız, onurlu eylemlerimiz, vicdanımız hayatımıza ve tarihe şahit olsun.
(93. Sayı)
[1] Rousseau, Emile, İngilizce’ye çeviren, By Barbara Foxley, New York, 1969
[2] L. N. Tolstoy, Tanrı'nın Egemenliği İçinizdedir. D. Pamir (çev.), İstanbul: Kaos
Yayınları. (2005)
[3] Hüsameddin Erdem. Ahlak Felsefesi, Hü-Er Yayınları, 2015
[4] Rousseau, Emile, İngilizce’ye çeviren, By Barbara Foxley, New York, 1969
[5] Sontag, S. Fotoğraf Üzerine. Osman Akınhay (Çev). İstanbul: Agora. 2008